Bu zatın yaptığı başvuru, parti genel başkanı ve dönemin Başbakanı tarafından reddedilince adam, aday adaylığı başvurusu yaptığı partiden istifa eder ve başka bir partiye intisap eder… Tabi sadece kendisi değil, onunla birlikte inşaat mühendisleri vs. nice adamlar, yıllarca üye oldukları partilerinden istifa edip bahis konusu zatın intisap ettiği partiye üye oldular… Seçmek için değil seçilmek ve halkın içinde seçkin bir konuma yükselmek için seçime girdiler…
“Dakika bir gol bir” derler ya hani… Aynı o misal… Bu adamlar da istifaları ile siyasi hayatlarının ilk golünü kendi kalelerine atmış oldular.. Halk anladı ki, bu insanlar hizmet adamı değiller, siyaseti yükselme aracı olarak görmekteler, istikbal va’detmemekteler… Partileri “yükseltmek” için değil “yükselmek” için kullananlar, kullanılmaya hazır olurlar…
Bu iş adamları, yıllarca içlerinde besledikleri yükselme ihtirasının boş çıkmasını kabullenemediler, eski partilerine kin beslediler, ayrıldıkları parti yönetimlerini yerden yere vurdular… Bulundukları şehrin parti yönetimini eleştirmelerinde haklı olabilirlerdi… Lakin “bu eleştirilerini neden daha önce yapmadıkları akla takılan sorular arasında durmaktaydı… Halbuki aday seçilselerdi “gık”ları çıkmazdı, kol kola seçime koşarlardı… “Bencilliğin esiri olunca insan, eder isyan”… İşte bu zatı muhteremlerin(!) hali de bu…
Sonunda ayrıldıkları partiye “hezimet” yaşatmak, düşmanların yapamadığını ve yapamayaağını yapmak için bu “seyyar siyasetçiler” kolları sıvadılar, birleştiler… Halktan tepki almamak, gözlerden daha düşmemek için; dün değer vermedikleri, kapısından girmedikleri eski partilerinin savunduğu değerleri savunan başka bir partide siyaset yapmaya koyuldular… Kendilerine makam ve mevki vermeyen iktidar partisine, ne pahasına olursa olsun yenilgi yaşatmayı ahdettiler…
İstifa ettikleri partiden alacak “öc”leri vardı… Kin ve haset gözlerini bürümüştü… İntikam duyguları kabarmış, eski dostlarını düşman ilan etmiş, kibirleri tavan yapmıştı… “Ben! Koca iş adamı, saygın kişilik, nasıl olur da aday gösterilmem” diye içlerindeki ğururun esiri olmuşlardı… Artık yapacak bir şey yoktu… Şeytan ipleri eline almıştı, intikam ve kibir duygularını kamçılamaya başlamıştı…
Bu zevatlar; bazı yanlışları olmakla birlikte, hakikatte halka ve hakka hizmet eden, adaleti ve kalkınmayı önceleyen eski partilerini itip, aleyhte birleşen şer güçlerinin, hezimetleri hizmet diye adlandıranların işine yaramaya, o şerirlerin ekmeklerine yağ sürmeye başlamışlardı… Artık ok yaydan çıkmıştı… Hedef belli idi… “Benim olmayan senin de olmayacak” mantığı güdülmekteydi… Yılların birikmiş zulümlerini bitiren ve bulundukları bölgeyi kalkındıran partilerine, desteğe en muhtaç olduğu dönemde köstek olmaya başlamışlardı…
Halk, asıl fakirliğin “iz’an” fakirliği, asıl iflasın “insaf” iflası, asıl sermayenin “dürüstlük” olduğunu öğrendi bu süreçte… Bu ibretlik hikayenin başrol oyuncuları halka hak etmediği bir hezimeti yaşattılar… Girdikleri seçimde “şehir emini” ve “emiri” olmaya aday olan fabrikatör bey, kesenin ağzını açtı, “paranın açmadığı kapı yoktur” anlayışını uygulamaya başladı… Trilyonları kasadan çıkardı ve halkın içine tellallarını gönderdi… Binlerce oya trilyonları bastı…
Halkın iradesine yapılabilecek en büyük haksızlığı, edepsizliği, çirkefliği yaptı… Para ile “aday” olunabileceğini ama asla “adam” olunmayacağını aklı almadı… Paranın döndürdüğü kalp ve akıl zaten adamlığı para ile tartmaktaydı… Bu aday; halkın muhtaçlığını ve paraya olan zaafını kullanmanın, kesenin ağzını açmanın siyasi rüşvet olduğunu bilmiyor olamazdı… “Siyaset, emin ve ehil kişilerin işidir… Paraya güvenenlerin ve güven vermeyenlerin işi değildir…” nasihatini duymamış gibiydi…
Bu iş adamı, çok hayır sever olmalı ki(!) yönetimine talip olduğu halka sermayesini vermekteydi… Ama akla takılan soru ise bu hayır sever abi(!) daha önce neredeydi… Ya da bunca sermayeyi nasıl elde etmişti… Anlaşılan o ki; “havadan gelen para “heva”ya gitmekteydi”… Meğer bu zatı muhterem(!) daha önce de kaç defa belde başkanlığını parayla satın almıştı… Anlaşılan bu alanda tecrübesi oldukça fazlaymış…
Dürüst siyasetçimizin(!) parayla oy satın almaya kalkan tellalları, son gece bir çok kişiyi avlamışlar, parayla kandırmışlar…Bir şehrin geleceği ve insanın en değerli sermayesi olan iradesine fiyat biçmişler… Oy “satın almak” kadar “oy satmakta” alçaklık olmalı değil mi? Evet evet alçaklık hem de alçaklığın daniskası…Sadece satın almak değil halkı yalan yanlış vaadlerle kandırmakta alçaklıktır… Hiçbir mazeret, oy satmayı ve satın almayı haklı çıkarmaz, çıkaramaz…
Kişi memnun olmadığı adayı desteklemeyebilir ama alacağı hizmeti nerden geldiği belli olmayan paraya değişemez… Satılık iradeler, satılmış şahsiyetler, paraya endekslenmiş kişilikler daima kötülük üretirler… Kötüler ise hiçbir zaman iyi liderleri seçmezler ve onları hak etmezler… Satılan her bir oy, iyilerin hukukuna bir tecavüzdür…
Ve sonunda seçimler yapıldı, ne oyları parayla satın alanlar ne de iktidar partisi kazandı… Kazananlar iktidarın karşısında duranlardı ve oyların parayla alınmaması halinde hiçbir şekilde söz konusu şehri kazanamaycak olanlardı… Oyları parayla alan “paraşör lidere” halk; iradelerini satmayacaklarını, geleceklerini hür iradeleri ile oylayacaklarını ve oy’un namusunu koruyacaklarını hal dili ile anlatmış oldu…
Bu hikaye ne zaman ve nerde mi gerçekleşti?Bunun cevabı olarak farklı rivayetler var… Ama kuvvetle muhtemeldir ki bu hikaye, yakın zamanlarda ve doğup büyüdüğümüz, üzerinde yaşadığımız topraklarda yaşanmış gerçek bir hikayedir… Dilerim bunca parayı oy’lara dökenler, hem kanunun hem de adli ilahinin önünde dökülürler… Dilerim halktan gördükleri eski hürmeti bir daha asla görmezler…
“Siyaseti alçakların elinde olan memleket, helak olmaya mahkumdur…” Helak olmamak dileği ile…
09.04.2014