Size bir Hadisin bir insanın hayatını nasıl
değiştirdiğini anlatayım… Anlatayım da bir ömür Kur’an, Hadis okuyan bizlerin
nasıl Kur’an’ı, Hadisi anlamadığımızı, Kur’an’ı, hadisi kendi anlam dünyasına
koyamadığımızı bilelim… Bilelim ve Müslümanlığımızdan utanalım… Bizlerin anlam
dünyasında Kur’an, hadis okunur geçilir, sevabı Allah’tan beklenir… Ama bu
anlatacağım kişi bir hadisin etkisi ile tüm yollarını değiştirmişti… Etkileyici
hikâyeyi gencin dilinden nakledeyim:
“Müslüman bir anne babadan doğmuştum… Zengin bir
evin çocuğuydum… Her imkân elimin altındaydı… Yaşıtlarımın sahip olmadıkları
belki de hayatları boyunca sahip olamayacakları şeylere sahiptim… Babam hatırı
sayılır bir iş adamıydı… Ben ise baba parası yiyen, etrafa hava atan, her gün
farklı giyinen, arabayı son hızla sürmekten zevk alan ve son ses müzik
dinleyen, nerde sabah orda akşam” anlayışında biri idim…
Etrafımda benimle çıkmak isteyen birçok kız
vardı... Her şeyim vardı ama bir şeyim eksikti… Hep bir tarafım sıkıntı içinde
idi… Sıkıntımı eğlenerek atmaya çalışırdım hep… Fakir insanlar çalışırlardı
fabrikamızda… Evlerine ekmek götürebilmek için sabahtan akşama kadar
çalışırlardı… Ben ise onların bir aylık maaşlarını bir arkadaş partisinde
harcıyordum… Babamın parası çoktu… Cebime kredi kartı vermişti… Zaten
çocukluğumdan beri beni şımartmışlardı… Evin de tek çocuğu idim…
Arkadaşlarım beni çok seviyorlardı… Her gün
beraber turlardık, sahillerde akşamlardık… Bizim için olmayacak hiçbir şey
yoktu… İnsanları takmıyordum… Çünkü babam dışında kimseye muhtaç değildim… Özel
okullarda okudum… Zengin çocukları ile birlikte idim… Hepimiz aynı sınıftık…
Babam beni devlet okullarına göndermek istemiyordu… Devlet okullarının hem
eğitimi iyi değildi hem de çoğu orta sınıf veya alt sınıf insanların
çocuklarının okudukları yerlermiş… Bunun için babam beni oralardan uzak tuttu…
Hiç fakir bir arkadaşım olmamıştı…
Mahalle parklarında oyun oynamanın ne olduğunu hiç
bilmedim… Hep paralı yerlerde gezdim oynadım… Babam etrafındaki tüm
akrabalarını uzaklaştırmıştı kendisinden… Hep; “beni kıskanıyorlar, parama göz
koymuşlar” derdi… Akrabalık ilişkisinden de uzaktım… “Beynimi yıkamasınlar”
diye camilere hiç göndermemişlerdi… Caminin ne olduğunu biliyordum ama 28
yaşımda olmama rağmen hiç camiye girmemiştim…
Bazen babam evde mevlit verirdi… Merhum babaannem
ve dedem için… O zaman başında takke bulunan bir hoca güzel bir sesle Kur’an
okur biz de dinlerdik… Sonra da parasını alıp çıkardı… Hocanın okuduğu Kur’an’ı
babamın annemin öpüp başlarına koyduklarını görürdüm… Annemi bir tek
mevlitlerde kapalı görürdüm…
Kapalı aileler hep gerici, yobaz, görgü bilmeyen,
bağnaz, çağın gerisinde kalmış ve toplumu geri bırakan insanlar olarak
bilirdik… Çevremizdekilerden, gazetelerden, haberlerden hep öyle duyardık…
Gerçi haber dinlediğim, gazete de okuduğum yoktu… Evimize Hürriyet, Cumhuriyet
Gazeteleri girerdi… Bazen Ramazanlarda babam, annem oruç tutmasalar da iftar
yemeği verirlerdi… Din bizim için sadece Allah ile insan arasında bir şeydi ve
kalpte kaldığı süre içinde güzeldi…
Babam CHP’li idi… Ne dine bağlıydı ne de
Cumhuriyete… Menfaatine bağlıydı… Tabi ben bunu şimdi anladım… Babam işine
geldiği kadar Cumhuriyetçi işine geldiği kadar Müslümandı… İşte böyle bir
ailenin içinde yetiştim ben… Hayatımdan memnundum ama hiç mutlu, huzurlu
değildim… Hep bir arayışım vardı ama ne olduğunu bilmiyordum… Ta ki o güne
kadar…
Arkadaşlarımla denize girmek için başka bir şehre
gitmiştik… Dönüşte yolum bir köyden geçiyordu… Tam köyün çıkışında arabamın
tekeri patladı… Şehre çok uzak ve yabancı bir memlekette idim… Ne yapacağımı
bilmiyordum… Yedek lastiğimde yoktu… Telefonumda çekmiyordu… Kalmıştık dağ
başında… Akşam ezanı yeni bitmişti… Yaşlı amcalar, gençler ve çocuklar köy
çıkışındaki camiye hızlı adımlarla gidiyorlardı…
Biz ne yapacağımızı kara kara düşünürken… Cemaat
namazı bitirmiş dağılıyorlardı… İmam ve birkaç kişi yanımızdan geçtiler… Selam
verdiler… Durumumuzu sordular… Biz de anlattık olan biteni… İmam bizi evine
davet etti… Şehirde tüm iş yerlerini bu saatte kapalı olduğunu ve sabah kendi
arabası ile bizleri şehre bırakacağını söyledi… Bizde mecburen kabul ettik…
Farklı bir gece olacaktı bizim için…
İmam bizim yaşlarımızda ama nur yüzlü birisi idi…
Kafamdaki imam profiline hiç uymuyordu… Gayet kibar konuşuyor ve hiç tanımadığı
halde bizlerle ilgileniyordu… Evine götürdü... Sade bir evi vardı… Evin bir
duvarını baştanbaşa kitaplar kaplamıştı… İlk sorduğumuz şey; “bu kitapların
hepsini okudunuz mu?” olmuştu… Çoğunu okuduğunu söyledi güler bir yüzle…
İmam, aç olup olmadığımızı sormadan önümüze bir
sofra getirmişti… Sofrada bizimle ilgileniyordu… Bize yabancılık
hissettirmiyordu… Odasında çerçevelenmiş bir söz duvarda asılı idi, sofrada
gözüme çarpmıştı… O sözü okurken adeta çarpılmıştım… “…Allaha ve ahiret gününe
inanan misafirine ikramda bulunsun…” Yazının altında da Hz. Muhammed(s.a.s)
yazıyordu…
Allaha ve ahiret gününe iman etmek, neden misafire
ikram etmeyi gerektiriyordu ki? Ne alakası vardı? Yemek yerken beynimde
şimşekler çakıyordu… Yemekten sonra çaylar geldi… İmamın eşi bizlere “hoş
geldiniz” demişti… Hiç tanımadığı insanlara hizmet etmekten sıkılmıyordu… Ben
hala o levhada yazılı sözü düşünüyordum… İçten içe konuşurken birden hocaya
sordum… Duvarınızdaki levhada “… Allah’a ve ahiret gününe inanan misafirine
ikramda bulunsun…” Misafire ikramda bulunmanın Allah’a ve ahiret gününe
inanmakla ne alakası olabilir? Hoca yatsı namazına az bir zamanın kaldığını ve
eğer isterlerse yatsı namazından sonraki sohbetinde bu sorumu
cevaplandırabileceğini söyledi…
“Ama biz”… “Biz namaz kılmıyoruz diyeceksiniz
değil mi? Sorun değil, oturup sohbeti dinlersiniz” dedi hoca… “Ama biz abdestli
değiliz” dedik, (daha doğrusu boy abdestimizde yoktu utandık söyleyemedik…)
Hoca: “O da sorun değil, cami Müslümanların evidir, siz kendi evinize abdestle
mi giriyorsunuz? Cami de sizin eviniz gibi… Abdest hatta boy abdesti bile
sadece namaz için şarttır, camiye girmek için değil” dedi ve içimizde
gizlediğimiz engel konusunda da bizleri rahatlattı…
İlk defa camiye girecektik… Arkadaşlarla birbirimize
bakışıyorduk… İmam odasında oturacaktık sohbet başlayana kadar… Cami cemaati
çok içten ve samimi karşıladılar bizi… İmama da çok hürmet gösteriyorlardı…
Yaşı genç olmasına rağmen kendisini kabul ettirmişti… İmam odasına geçtik çok
temiz, düzenli ve kitap doluydu… İmam burada bazen kitap okur, dersler
verirmiş…
İmam çok güzel bir ezan okudu… İlk defa ezanı
dinliyordum… Namaz kılmıyor olmamız çokta garip karşılanmadı… Namaz bitince
sohbet başladı ve bizde cemaatin içine karıştık… İmamın sohbet konusu
“misafirperverlik” idi… İmam belli ki donanımlı idi… Daha soruyu yeni sormuştum
o ise hiçbir hazırlık yapmadan, bizim sorumuz üzerine o sohbeti vermişti… Gerçi
her yatsı vakti cemaatine birkaç ayet ve hadis anlatırmış… Sorumuzun cevabından
cemaatte faydalansın diye sohbeti bu konuya ayırmıştı…
İmam sohbetinde sorumuzun cevabını vermeye
başlamıştı:
“ Hz. Peygamberimiz bir hadisinde sizden “Allah’a
ve ahiret gününe iman eden komşusuna ve misafirine ikramda bulunsun ya hayır
söylesin ya da sussun” demektedir… Misafire, komşuya ikramda bulunmanın Allah’a
ve ahiret gününe iman ile ne alakası var?
Peygamberimiz, “hiçbir karşılık beklemeden sırf
Allah için misafirinize, komşunuza ikram edin(iyilik edin) ve ecrinizi ahirette
bekleyin ama bir araya gelirken hayır üzerinde bir ilişki kurun ya hayır
söyleyin ya da susun” demektedir… Yani Allah resulü, bizlerden hayrın
konuşulmadığı ortamlarda bulunmamamızı ve girdiğimiz ortamları hayır
ortamlarına çevirmemizi istiyor(…)
Bizlerde misafir için “tanrı misafiri”” tabiri kullanılır…
Misafir ağırlamak tabiri caizse Allah’ı ağırlamaktır… Çünkü misafir ettiğiniz
kişi Allah’ın kuludur… Allah ise kula yapılan iyiliği kendisine yapılmış kabul
eder(…)
Tabiri caizse insan, Allah’ın yeryüzündeki
misafiridir… Misafiri rahat ettirmek ev sahibinin işidir… Misafirin görevi de
ev sahibinin ev düzenine uyum sağlamaktır… Ama maalesef bugün biz insanlar
Allah tarafından misafir edildiğimiz dünya evinde her imkânı elde etmemize
rağmen ev sahibi olan rabbimizi tanımıyor ve onun ev düzenine uyum
sağlamıyoruz…
Rabbimizin ev düzeni gönderdiği dindir… Ne yazık
ki bu gün din denince akla ilk gelen “gericilik, yobazlık vs.” oluyor…
Elbetteki bu yaftaları yapanlar ev sahibini dışlayıp evi sahiplenmiş
işgalcilerdir, istilacılardır, zorbalardır… Bugün bizlerin yaptığı her bir
günah ev kurallarını ihlaldir… Her günah, güne düşen bir “ah”tır… Allah’ın
evinde, Allah’ın imkânlarını kullandığımız halde ona başkaldırmaktan ne zaman
vazgeçeceğiz…”
Kısa özetler halinde aktardığım bu sohbette imamın
sözleri beni fena çarpmıştı… Çok etkilenmiştim… Biz Allah’ın misafiri idik ve
onun kurallarına uymalıydık… İmamın her bir sözü, kalbime ok gibi saplanıyordu…
Evet, ben hayatımda dolduramadığım boşluğun ne olduğunu anlamaya başlamıştım… O
andan itibaren hayatıma yeni bir sayfa açmıştım…
Hocadan dinimi anlamam konusunda yardım sözü aldım
ve dinimi araştırmaya başladım, ben dinime bağlandıkça annem-babam bana
kızıyorlar ve hayatımdaki değişimlere anlam veremiyorlardı… Beni anlamalarını
da beklemiyordum… Ben hevama kul olduğumda sorun yoktu ama Rabbime kul
olduğumda sorunlar başladı…
Artık bir davam vardı, “Allaha kul olabilme
davası”… Ve bu davamın getirdiği sorumluluklar, dertler vardı… “Dava sahibi
olmanın en güzel tarafı ne biliyor musunuz eskiden dertler, sıkıntılar bende
stres yapardı; şimdi ise dertler, Allah yolunda olduğum için beni buluyor,
bunun için sıkılmıyorum, streste yapmıyorum aksine DERDİMİ SEVİYORUM…” diyordu
genç…”
Allah’ın dini ile dertlenip, dava sahibi gençler
kazanmak ve bunun mücadelesini vermek dileği ile…