Kurulu bir yeryüzü var, her şeyi tastamam, birini bekliyor… Kendinden birini, ona ihtiyaç duyan birini, toprağı tanıyan, toprağı seven birini... Yeryüzü, kendisiyle ünsiyet edecek insanı bekliyor… Toprakla ünsiyet etmeyen insan kalmayacaktı. Topraktan var olan, toprağa dönecek ve toprağa yönelecekti. Su ve topraktan var olan insan, su ve toprak üzer...ine bir medeniyet kuracaktı... Aynı insan, su ve toprak üzerinden medeniyetler yıkacak, insanlığından olacaktı.
Hazır yeryüzüne, bir insan gönderiliyordu: “Âdem” diye biri… Yok, olmaya mahkûm, ömrü sınırlı, ebedi olmayan, sonsuz olmayan, sonlu olan bir insan… Yeryüzüne halife olarak gelmiş, yeryüzünün imarı ve muhafazası için görevlendirilmiş, yerini haleflerine bırakacak biri…
Ve bir itiraz meleklerden “Biz senin emrine amade iken, neden biz değil de bir beşer yeryüzünde?’’ Sorgu güzel ama cevap daha da güzel: “Bilmediklerinizi bilirim”… Melekler yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek biri niye diye sorarlar, neden biz değil de o diye sorarlar, Allah’ta “Bilmedikleriniz var…”diyor. Nedir o meleklerin bilmedikleri? O ilahi emre amade melekler nereden bildiler yeryüzünde kan döküleceğini, ifsad olacağını? Çünkü Allah Âdem için halife kavramını kullanmıştı… Ve bu kavramda “ard arda gelme, birbirinin yerine geçme, iktidar olma” anlamları vardı… İnsan iktidar olmak için kan döküp, ifsat edici olabilecekti…
Allah’ın cevabında meleklerin bazı şeyleri bildikleri ama bu bilgilerin yanında bilmediklerinin de olduğunu anlıyoruz. Az bilgi ya da tümden noksan bir bilgi neticeye götürmez, götürse de yanlış yargıya götürür, onu anlıyoruz… Allah “Ben yeryüzünün ve göklerin bilinmeyenlerini bilirim” diyor. Demek ki bilinmeyen gerçekler var, her şey görünenle olmazmış, görünmeyene de bakılmalıymış, kararda acele edilmemeliymiş. Sadece görünenler gerçeğe iletmezmiş…
Melekler sustular… Allah konuşunca susmaları gerekiyordu zaten… Allah’ın sözü üzerine söz söylenemezdi… Allah demişse teslim olunacaktı… Allah demişse mutlaka doğru olacaktı… Çünkü Allah’ı yanlış yapmaktan münezzeh diye biliyorlardı…
Meleklerin bilmedikleri bir şey vardı; o da Allah’ın o beşerin öğretmeni olmasıydı. Allah ona öğretecek ve o öğrenecekti… O öğrendiğini yaşadıkça, ne ifsad ne de kan olacaktı… Kan ve ifsadın önüne, ilahi bilgi seddi çekilirse, beşer insan olacaktı… Beşer duyar, görür, koklar, dokunur, hisseder ama anlam veremez. İnsan ise gördüğünü, duyduğunu, kokladığını, hissettiğini, dokunduğunu anlamlandırır… İşte Allah öğretiyor Âdem’e isimleri, Âdem’e gerekli olan şeyleri, eşyaların ilmini, yeryüzünün yönetimini, neyi -nasıl anlamlandıracağını, neyi- nasıl yapacağını, yeryüzünde neden bulunacağını, gerçeğin bilgisine nasıl kavuşacağını öğretti… Öğretti ve eğitti…
Allah oldu insanlığın ilk öğretmeni, eğitmeni… İnsan olunca anlayan, anlamlandıran, iş başka artık… İş farklı çünkü melekler bilgiyi alırlar, almadıkları bilgiye ulaşamazlar ama insan öyle değil, ulaşamadığı bilgiye de ulaşır… İşte Allah’ın meleklere sorgusu “Haydi bu insan yeryüzünde kan dökecek, ifsad edici olacak biri ise bana bu isimleri bildirin”. Melekler bildiremediler, söyleyemediler çünkü var olan bilgileriyle o isimlere ulaşamazlardı… Bilgiyi işleyen insan o isimleri bir bir saydı… Orda melekler kabullerini söylediler…
İtirazlarını itirafa, ihtilâflarını ittifaka, kötümserliklerini umuda çevirdiler ve dediler “Biz ancak bize bildirdiğin kadarını biliriz, sen bilen, bildiğinin ne işe yarayacağını da bilen ve bilgisini yerli yerinde kullanansın… Yani sen hâkimsin, boşuna iş yapmazsın… Sen yaptın mı yerinde yaparsın, neden yaptığını da bilirsin…” Bilmemelerine mazeret uydurmadılar, bilmediklerini itiraf ettiler… Bilen biz değil, sensin dediler… Bilginin kaynağının Allah olduğunu itiraf ettiler…
Melekler bir beşer görünce anlamlandıramadılar, boş boş bakan, duyan ama anlamlandıramayan, konuşan ama ne konuştuğunu bilmeyen… Ne olacak böyle birinden? Yıkıp - dökmek, saçıp - savurmak, vurup - kırmak… Ama bilmedikleri şey bu beşer hep beşer kalmayacaktı, sadece mübaşeret etmeyecekti, aynı zamanda ünsiyet edecekti, nesi ettiğinde beşer olacak, kırıp dökecekti… Allah onu eğitecek, ona öğretecek ve onu insan edecekti… İşte bilmedikleri buydu… Yani melekler itirazlarında haklıydı ama bu haklılıkları parçacıydı, eksikti, tamamlanmamış bir sürecin ifadesiydi… Kararda acele edilmeyecekti… Demek ki meleklerde de acelecilik vardı… Beşer yeryüzünü bozacaktı ama insan yeryüzüyle ünsiyet edip yeryüzünü imar edecekti…
Melekler Âdem’in sadece beşerî yönünü görmüşlerdi, insan yönünü de görmeliydiler… İnsan olunca beşer, bilgiyi işler, bilgiyle ünsiyet eder, işte o zaman ilerleme kaydeder… Bilgiyi alır işlemezse, bilgiyle bilgilere ulaşmaya gayret etmezse, bilgiyi bir kenara bırakırsa, bilgiyi unutursa işte o zaman, bozguncu, işte o zaman kan döken olur, yani beşer olur. Beşer, arzularına göre hareket eden iken insan arzularına bilgi kancasını takandır… İnsan bilince değerlidir, bilgisini bilince, bilgisini eyleme geçirdiğinde değerlidir… Değilse meleklerin gözündeki müfsit kişidir…
İnsan bilgisiyle ünsiyet etmeli, bilgiyi işlemeli, bilgiyi eşyaya dokumalı, hayata bilgiyle anlam vermeli. Aynı Âdem’in yaptığı gibi… Allah’tan aldığı bilgiyi işledi, isimler öğretilince bir bir bildirdi ve Allah’ın haklılığı ortaya çıktı ve Allah dedi: “Demedim mi size ben yerin ve göklerin gaybını bilenim.”… Bilgi eşyaya hâkim olmaktır, eşyaya esir olmamaktır, tabiata köle kalmamaktır… Bilgi efendi olmaktır, kendini ve eşyayı tanımak, anlamlandırmak ve anlamlı kılmaktır… Bilgiyle ünsiyet eden değer üretir, bilgiyi nesi eden değer tüketir… Melekler ‘Yeryüzünde sadece bozgunculuk yapacak, kan dökecek biri mi?’ dediklerinde Allah ‘Hayır! Bilgiyi işleyen ve bilgiyle kendini işleyen, kendiyle eşyayı işleyen, eşyayı işlemekle yeryüzünü imar edecek biri’ diyordu… Yani insan beşerdi, topraktandı, sudandı, ruh üfürülmemişti… Üfürülen ruhla o beşer, insan oldu… O ruh ona canlılık veren, onu beşerîlikten insanîliğe çeviren şeydi… O ruh ilahi destekti… İrade idi…
Beden yönüyle beşer, ruh yönüyle insan olan Âdem, yani insan artık toprakla ünsiyet edip, toprağı işleyecek midesini doyuracak, bilgiyi işleyecek ruhunu doyuracak. Ruhunu doyurunca olgun olacak, ruhunu aç bırakınca cahil kalacak… Midesini aç bırakınca uysallaşacak, midesini doldurunca azacak… Ruh ve beden ikilisini dengelediğinde kendisinden zarar gelmeyecek… Ruh ve beden ikilisinin dengesini kaybedince kendisini de kaybedecek, kendini kaybedince zarar verici olacak…
İnsan toprak ve bilgi dengesini yakaladığında, toprak ve bilgiyi işleme tabi tutuğunda, insan olacak, değilse beşer olacak… Hep kıracak dökecek… Bilgiyle eşyaya efendi olan insan yeryüzünün imarı için önemlidir ve önemli olduğunu herkes kabul etmelidir… Bilmediklerini bilmeyenler, bilenin kıymetini bilmezler, bileni alt etmeye bakarlar. Bilmediğini bilenler ise bilenin kıymetini bilirler.
İşte onun için melekler secde ettiler, şeytan secde etmedi… Melekler bilen Allah’a teslim oldular, bilen Âdem’i takdir ettiler. Şeytan hâkim olan Allah’a teslim olmadı, Âdem’i takdir yerine tekdir etti… Allah’ın emrine benliği yere sermek, emre amade kılmak secde etmektir. Melekler bunu yaptılar ama şeytan benliğini yere sermedi, benliğini daha da dikti, benliğini bencilliğe çevirdi… Bencillikle yetinmedi, bencilliğin üstünlüğünü dile getirdi… Ve tüm yaratıklara bir ibret oldu… Bencilliğin ibreti, benliği Allah’a karşı dikmenin ibreti, bencilliğin üstünlüğünü öne sürmenin ibreti…
Şeytan hem bilmedi, bilen Allah’ı dinlemedi, bilen Âdem’i takdir etmedi, en önemlisi bilmediğini de bilmedi… Bilmediğini bilebilmenin önemli bir meziyet olduğunu anlayamadı... Yanlışa mazeret buldu ‘O toprak, ben ateş’ dedi ve ekledi ‘Ben ondan üstünüm…’ dedi. Hâlbuki Allah ‘Âdem’e secde edin’ derken Âdem sizden üstün dememişti. Şeytan bencilliğinden dolayı ilahi emri de yanlış anlamıştı, olayı tersine çevirmişti. Yeryüzüne layık olan kişinin Âdem olduğunu kabullenememişti, onu kendisinden üstün zannetmişti ve kendi içinde işi bitirmişti… Ezik bir benliği, bencilliğe çevirmiş ve kendini örtbas etmişti… Benlik aslına dönmek iken bencillik aslından uzaklaşmaktır. Bunu anlamak istememişti…
Bencillik insanı kendine yabancılaştırır, kendine yabancılaşan yabanîleşir, şeytanın yabanîliği gibi… Şeytan kendine yabancılaştı ve Rabbini dahi tanıyamadı… Hep kulluk ettiği ilâhı bir anda unuttu… Allah’ın hâkim sıfatını unuttu… Ateş topraktan üstün olsa kaç yazardı… Şeytan ateştendi toprağa ne ihtiyaç duyardı ki, ihtiyaçlarını karşılamak için toprağı işlemeye gerek duymazdı, toprağı işlemeyen toprağı imar edemez… Meleklerde öyle değil mi? Nurdan varlıklar; nereden ihtiyaç duyacaklar toprağa… Onlar anladılar Âdem’i ve toprağa ilgisini… Sustular, emre amade oldular.
Şeytan bilmedi, anlamadı, susmadı, yanıldı ama yanılgısını kabul etmedi… Hatasından dönebilirdi ama dönmedi. İleri gitti ve azdırıcı olmak istedi… Kendi hatasını kendinde değil Âdem’de gördü ve sadece Âdem’e değil Âdem’in tüm nesline yöneldi… Öfkenin peşinden koştu, öfkeyle yürüdü, öfkenin kulu oldu… Öfkeyle kudurdu ve yıkıp kırmak onun görevi oldu… Çünkü hep hatasını başkasına yıktı… Kendinde hata görmeyenler şeytan gibi azarlar…
Ve şeytan suçsuzları da suçladı, çünkü babaları suçluydu ve Âdem’in olan her şey suçluydu, herkes suçluydu… Şeytan battı balık, yan gider havasındaydı… Önü alınmaz bir yanlıştaydı… Hem öyle bir yanlış ki başı vardı sonu yoktu… Bencillik öfkeye, öfke nefrete, nefret kine, kin intikama dönüştü ve bu dönüşüm hiç durmadı… Benim rahatım yoksa kimse rahat olamaz anlayışındaydı ve bunun adı hasetti… Şeytan Âdem’e haset etti, rahatlığından etmek istedi… Haset nimetten etmenin adıydı…
Şeytan dengeleri sarsmalıydı, meleklerin kan dökecek, ifsad yapacak sözlerini pratiğe dökmeliydi, bunun yolu olmalıydı. Bunun yolu da dengeleri sarsmaktı… Hayatın dengelerini sarsmak… Aile dengesini sarsmak… Eşyanın dengesini sarsmak… Beden-ruh dengesini sarsmak… Bunun için denge yoluna oturmak gerekliydi… Denge yoluna girenleri döndürmeliydi… Ve bunun yolu belliydi, insanın ünsiyetini kullanıp nesiliğini ortaya çıkarmak ve onu beşer yapmak gerekliydi… Bunun için ilahi bilgiyi unutturmalıydı… Bilgiyi işlenmeye sokmamalıydı… Bilgiyi değiştirebilse değiştirebilmeliydi… Değilse bilginin amacını saptırmalıydı… Ne yapsa kardı…
Allah Âdem’e bir ağacı yasak etmişti. Âdem’e ‘Sen ve eşin sakın bu ağaca yaklaşmayın, değilse zalimlerden olursunuz’ demişti… Âdem’i tembihlemişti “Ey Âdem bu şeytan senin ve eşinin düşmanıdır, onu düşman edinin…” Bu sözler önemliydi, bir yasak ve bir tembihti. Âdem, bu yasağı unutmamalı ve düşmanına karşı uyanık olmalıydı. Allah şeytan için o apaçık bir düşman demişti… Âdem bu bilgiyi işlemeliydi, tembihi unutmamalıydı… Âdem, ilahi bilgiyle ünsiyet edip işleseydi, şeytana aldanmazdı. İlahi bilgiyi unutmasaydı şeytana aldanmazdı... İşte şeytan bunu başardı, bilgiyi işletmedi, hatırda bırakmadı ve Âdem yanıldı. Âdem rahatının sonunu getirdi… Âdem ilk ifsadını yaptı. Yasak ağaçtan yemekle; beden dengesini, ilahi bilgiyi unutmak ve işlememekle; ruh dengesini bozdu. Dengesizleşti…
Ta ki Allah, emrini, tembihini hatırlattı. Âdem de dengesini yakaladı, pişman oldu, döndü. Ama pişmanlığı onu rahatlığına, eski yaşamına geri döndürmedi… Âdem bu pişmanlığıyla “hata yaptığında dönmenin önemli olduğunu, hatada ısrarın felaket olduğunu” gösterdi… Âdem, yasak meyveye yaklaştığı için zalim olmuştu, çünkü bilgiyi yerine oturtmamıştı, çünkü bilgiyle ünsiyet etmemişti. Bilgiyi nesi etmişti…
Âdem şeytana karşı ilk yenilgisini ve ilk zaferini yaşadı… Âdem şaşkındı, pişmandı, perişandı ama umutsuz değildi, umudu yitirmemişti… Hatasını, başkasına yıkmadı şeytan gibi… Havva’ya yıkmadı, şeytana yıkmadı, hatayı kabullendi… Hatayı kabul etmek, erdemin kendisiydi… Âdem bize, ‘insan hata eder, ama hatada hata etmez, etmemeli’ mesajını verdi… Âdem, tevbeden sonra peygamber oldu. Ben hata ettim, yandım -bittim demedi, ilâhî yürüyüşüne devam etti… Geçmişle yıkılmadı, gelecekle tasalanmadı… Âdem’in peygamber olmasındaki mesaj önemli; ‘gelecek geçmişten daha güzel olabilir, hatadan sonra hayat daha güzelleşebilir…’ Önemli olan hatada yıkılmamak, hatada ısrar etmemek...
İşte hatada ısrar eden şeytan saptırıcı, hatada ısrar etmeyen insan ise elçi oldu… İşte hak ve batıl savaşı, ta ilk gün başladı ve hiç durmadı… Yenilgileri zaferler, zaferleri yenilgiler takip etti... Dengeliyken zafer, dengesizken yenilgi yaşandı ama umut ve azim hiç yıkılmadı. Yasak ağaç insana durması gereken bir yerinin olduğunu anlatır… Arzularının önüne ilâhî engel setinin çekilmesi gerektiğini anlatır…
Şeytan yasağı arzuyla deldi, Âdem de… Şeytanın arzusu; yeryüzüne egemen olmak, Âdem’in arzusu; sonsuz yaşamak… İkisi de arzularının önüne ilâhî seddi çekmediler ve yenildiler… Arzularına ‘dur!’ diyemeyenler günün birinde arzularının kurbanı olurlar… Şeytan arzularına arzular ekledi…. Âdem arzularına set çekti...
Neden yasak konuldu ki Âdem’e?... Neden tekliften önce yasak, emirden önce nehiy?... Neden tebşirden önce korkutma?... Neden dosttan önce düşman?... Çünkü yasak emirden önce anlaşılır, dikkate alınır, çünkü insanın korkuları emellerinden, beklentilerinden öncedir, kaybedeceklerini korumak kazanacakları için çalışmasından önce gelir, çünkü düşmanı tanımak dostları tanımaktır. Düşmanı bilmeyen dostu bilemez, kötüyü tanımayan iyiyi tanıyamaz. Onun için ilk insana önce yasak, önce korku, önce düşman belletildi... Sanki insana bir mesaj verildi: Başıboş değilsin duracağın yerler vardır...
Şeytan secde emrinde, Âdem ağaç yasağında yenildi… Biri emirde diğeri nehiyde yanıldı… Onun için değil mi cehennem yasaklarla çevrili, onun için değil mi insan yasaklara çok meyilli, yasak delmeye çok azimli… Allah bize bu ilk yasakla şunu öğretmiyor mu? Eğitim yasakla başlar, yasaklarınızı belirlerseniz doğrularınız o yasak duvarları arasında kalır. Bu gün anne babalar çocuklarının ilk dönemlerinde çocuklarına acaba neden yasak ile başlıyorlar ve İslam neden nehiy ile “La” ile başlıyor?... İlk önce yasaklar konur çünkü insanın arzuları başıboştur... Başta yasak koymayanlar sonradan emir veremezler… Yasak delinebilir ama yasaklar mutlaka belirlenmelidir. Yasağı delen Âdem cezalandırıldı, delinen her bir yasak cezalandırılmalı. Değilse yasak konmamalı.
Âdem’e yasaklanan ağaç neydi ki? ‘Bahçeden istediğini ye ama bu ağaca sakın yaklaşma…’ Bu kadar önemli olan ağaç acaba hangi ağaç türü?... ‘İkiniz ağaca yaklaşmayın’ diye emir veriyor Allah, Âdem’e ve Havva’ya...
Allah Âdem’in yanına hemen bir hayat arkadaşı verdi, yarım olan insan tamamlandı… Nasıl ki toprak suyla bütündür, nasıl ki gece gündüzle, sıcak soğukla bütündür, biri olunca diğerinin değeri anlaşılır. İşte kadın ve erkekte öyledir… İnsan kendiyle aynı özden olana ünsiyet duyar, yakınlık duyar işte Âdem’in yanında da Havva var…
Erkek kadınla ünsiyet edince kadın varlığının farkında, mutlu bir yaşamda olur. Ne zaman ki kadın nesi edilir, işte o zaman kadın kendini kaybeder, mutsuz olur. Çünkü erkek kadını ilgiyle işler, ilgiyi kesince de kadını kaybeder… İnsan alakadan ilgiden yaratıldı. Onun için ilgi bir ihtiyaçtır insanda… Kadın-erkek, çoluk-çocuk, yaşlı-genç herkeste… İlgi bilgiyle beslenmeli, dengede tutulmalı… Bilgisiz ve dengesiz ilgiden uzak durulmalı… Her şey ilgiyle başlar, bilgiyle yürür, dengeyle ayakta durur… Dengesini kaybeden her ilgi yok olmaya mahkûmdur…
İlgi sevginin yürüyüşüdür… Sevginin bittiği yerde ilgiye yer yoktur… Sevgi ilginin özüdür, sevgiyi ilgi besler, ilgiye bilgi yön çizer, saygı ilgiyi dengeler… İşte böyle bir ilgi hayata umut bahşeder, beşeri adam eder… İlgi sevgiden saparsa tutkuya esir olur… Tutku ilginin kurdudur, sevgiyi saptırmanın ilgiyi yozlaştırmanın adıdır…
Allah’ın yasakladığı o ağaca ikisi yaklaşmayacaktı… Şeytan onlara yaklaştı, onlara iyilik eder göründü, arzularını kullandı; melek olursunuz, ebed yaşarsınız diye yeminler etti… İkisi beraber yediler o ağaçtan, ağaçtan yer yemez avret yerleri görünüverdi onlara… Yapraklarla örtmeye çalıştılar, çünkü deldikleri yasağın farkına, şuuruna vardılar… İlahi bilgiyi işlemedikleri için unuttular... Şeytan ikisinin de ayaklarını birlikte kaydırmıştı, yani biri diğerini kaydırmamıştı… İkisine birlikte hitap ediliyor “Daha önce şeytana karşı uyarılmadınız mı? Yasak ağaç hatırlatılmadı mı?” Âdem ve Havva cevap verirler “Biz kendimize zulmettik, yani biz konumumuzun ve Rabbimizin emrinin gereğini yerine getiremedik...”
Af dilerler ama öyle bir hata yapmışlar ki asla eski yerlerinde kalamazlar, rahatlarından olacaklar, emeksiz yedikleri bahçeden kovulacaklar… O cennet vaat edilen cennet değil yeryüzünde bir cennet… Çünkü “vaat edilen cennet”; imtihan mekânı değil, imta’(faydalanma, yeme, içme, zevk, sefa) yeridir… Çünkü o cennet çıkışı olmayan, yasağı olmayan bir cennettir... Âdem’in ve eşinin çıkarıldıkları cennet ise yeryüzünde türlü meyvesi olan bir bahçedir ki zaten “cennet”, Türkçe de “bahçe” demektir...
Bu bahçe emeksiz kazancın yeridir… Emek verilmeyen her bir kazanç kolay harcanır, Âdem’in cenneti kolay harcadığı gibi… Âdem’in doyması mıydı acaba, onu, o yasak ağaca götüren şey? Çünkü doyanlar azarlar, toklar şımarırlar, çok şeyi elde edenler başka yerlerdeki az şeyleri de ele geçirmek isterler... Ucuza alınan ucuza satılır… Hazır bulunan malın, değeri az olur... Âdem de böyle mi davrandı acaba?
Âdem ve eşinin imtihan ağacı “cinsellik” olabilirdi… Ki öyle olmalıdır… Çünkü ayetler bunu gösteriyor… Değilse, neden aynı anda, ikisi aynı meyveden tatsın ve avret yerleri gözüksün… Allah, onlara, o rahatlık bahçesinde kalmanın bedelini, “cinsel ilişkiye girmemek” olarak belirlemişti. Bedel ödemeyenler bulundukları nimetlerden olurlar… Çünkü ilişki nesli getirir. Bahçe ise sadece Âdem ve eşi içindir… Âdem ve Havva doyunca gözleri avret yerlerine kaydı ve ilişkiye girdiler… İlişki bitince de farkına vardılar yanlışlarının… Çünkü şehvet denen ateş sönmüştü… Zina da öyle değil mi? Şehvet bitince pişmanlık başlar...
Neden cinsellik yasağı kondu? Âdem Hristiyanların dediği gibi zina mı etmişti, onun doğan çocukları kıyamet gününe kadar asli günahla mı dünyaya geliyorlar? Adem o günahı işlemeseydi orada kalır mıydı? Soruları sual edilir… Şu iyi bilinmeli ki Havva Âdem’in eşi idi… Ve kişiye helal olan eş nasıl ki “aybaşı hallerinde” eşine yasak ise Âdem’in eşine yaklaşmaması da o türden bir yasak olmalı… Âdem’in zina etmesi ve doğan çocukların asli günah ile dünyaya gelmesi yalanının hiçbir mesnedi yoktur…
Âdem o bahçeden zaten çıkacaktı ama bunun için işleyen bir takvim vardı… Âdem yasak ağaca yaklaşmakla oradan çıkma işini hızlandırmış oldu… Yeryüzüne yeni gönderilen ve ilk yaratılan insanın her şeyi olan bir yerde, bir bahçede ağırlanması ve uygun bir zamana kadar orada tutulmasından daha doğru ne olabilir ki… Yeni doğan çocuklarımıza biz babalar kendi imkânlarını sonuna kadar açmıyor muyuz? Evladımız kendine yeter duruma gelinceye kadar bu durumu sürdürmüyor muyuz? İşte Âdem’in bahçe de ağırlanması da öyle bir şey… “Âdem günah işlemeseydi cennette kalırdık” sözleri delilsiz ve mesnetsizdir…
İşte, insanın ilk sapması cinsellikte oldu... Cinsellik imtihanında kaybetti insan… Şehvetine yenildi… Âdem’in sapması Havva’da, Havva’nın sapması Âdem’de oldu ve bu sapma hep devam etti Âdem neslinde ve hiç durmadı… Şehvetlerini Gayri meşru tatmin edenler hep rahatlarından oldular… Âdem’in Havva’nın, Havva’nın da Âdem’in avret yerine yönelmesi insanın çocukluk döneminde çocuğun avret yerlerinin ne işe yaradığını merak etmesine, onu denemesine ve bu merakın giderilinceye kadar oraya ilginin devam etmesine delil değil mi?
İşte Âdem kıssası insanın kıssasıdır. İnsanın ilk günleri olduğu için, Âdem’in bahçeden kovuluncaya kadar geçen hayatı insanın çocukluk dönemine tekabül eder… Yani insanın evlilik öncesi dönemi Âdem’in bahçe hayatı, evlilik sonrası dönemi de Âdem’in bahçe sonrası hayatını karşılar... Allah, Âdem’in kıssasında biz tüm Müslümanlara şu mesajı vermiyor mu? “Vahiyden uzaklaşırsanız rahattan uzaklaşırsınız… Vahyi işler, onunla ünsiyet ederseniz şeytana yenik düşmezsiniz…”
Âdem’in cinsellik vurgusunda, Allah bize şunu da vermek istiyor; “çocuklarınızın cinselliğini örtbas etmeyin, işlevini anlatın ama devam eden ilâhî yasağa, zinaya asla yaklaşmamaları gerektiğini öğretin onlara. Takva libasını giydirin ve çocuklara şeytanı ve şeytanın iyi duyguları kullanarak saptırmaya çalışacağını öğretin... Aynı zamanda çocuklarınızı yasaklara boğmayın, serbest alanları yasak alanlarından çok olsun, değilse çocuk körelir, yasakları bir bir delerek kendine güvenini yitirir… Hataları cezalandırın ama affedici yanı olan bir anlayışa sahip olun... Yapılmış yanlışlara hayatlarını mahkûm etmeyin.”
Âdem- Havva saptılar ama azmadılar, yanlış yaptılar ama yanlışta kalmadılar, affedildiler ama günahlarına geri dönmediler… Allah’tan aldıkları kelimelerle tevbe ettiler, öz benliklerine döndüler, günahsız yollarına devam ettiler. Çünkü tevbe yola günahsız devam etmektir… Yerlerinden oldular ama kulluklarından olmadılar. Şeytansa hem bulunduğu yerden, konumdan hem de kulluğundan oldu... Âdem kıyamete kadar rahmeti hak etmişken şeytan kıyamet gününe kadar laneti hak etti… Günah insanı rahatından eder, hayat rahatını bozmasa kalp rahatını bozar. Şeytan Âdem’i saptırdı, hayat rahatından etti ama kalp rahatından etmedi... Çünkü Âdem affeden bir rabbe iman etmişti… Âdem- Havva ve şeytan bulundukları bahçeden çıkarıldılar, insan ve şeytan birbirlerine düşman olarak kovuldular…
Allah “Benden doğruya ulaştıran bir yol gelecek, ona uyana korku ve hüzün olmayacak, değilse korku ve hüzünden kurtulmayacak” dedi ve bu buyruk bu güne kadar devam etti…
Âdem’den sonra şeytan boş durmadı, yendi yenildi ama pes etmedi… Âdem’in çocuklarında ilk kanı akıttı... Kardeşe kardeşkanı akıttı… Kardeşlerden biri ilahi bilgiyi işlemediği için kan akıtmıştı, diğeri onun kanını akıtmak için elini bile uzatmamıştı…
İşte ilk ifsad Âdem’de, ilk kan çocuklarında başladı. Melekler doğru söyledi ama yine o bilmedikleri devredeydi. “Vahiy”… İlahi vahye uyanlar ifsad ve kandan uzaktı… Şeytanın düşmanlığını unutanlar yanacaktı… Şeytanın doğru yola oturduğunu, günahları süslediğini, iyi duyguları kullandığını unutanlar, kaybederler… Vahye uyanlar, korkmasınlar üzülmesinler…
Allah kullarına yeter…
10.10.2008