Suriye son birkaç yılda yaşadıklarıyla intihar
eden bir ülkeyi andırıyor. Herkesin herkesle savaştığı, yanıp yıkılmış, yer yer
boşalmış, cehenneme dönmüş bir ülke.
Ben bu ülkeyi ilk kez 1972 yılında görmüştüm. Daha
sonra da birçok kez gördüm. Şam’ı ve Halep’iyle, Kürt Dağı Bölgesi ve
Cezire’siyle; Lazkiye’si, Dêra Zorê’si, Akdeniz’e bakan dağlarıyla; Hurriler,
Persler, Romalılar, Emeviler ve Eyyubiler döneminden kalan tarihi eserleriyle
güzel bir ülke idi.
İnsanları da Arabı, Kürdü, Ermenisi, Dürzisi,
Türkmeniyle; uzun tarihi dönemler içinde oluşmuş rengi ve kültürüyle bize
benzerdi. Kebabı, baklavası, zeytini ve fıstığı ile de bize benzerdi…
Ya şimdi, sözde “Arap Baharı” denen olayların ve
iç savaşın ardından?
Yanıp kavrulmuş, ürküntü veren kentler… Bombalar
ve kurşunlarla hayatlarını yitirmiş, sakatlanmış yüzbinler… Evini barkını
bırakıp mayınlı, tel örgülü sınırlardan can havliyle kendini dışarı atmış,
oralarda ucuz işçi, dilenci olmuş, kötü yola düşmüş milyonlar… Kapağı Avrupa’ya
atmak için ölümü de göze alıp çoluk çocuğuyla çürük çarık teknelere balık
istifi doluşan, denizlerde boğulan binler…
Suriye neden bu hale düştü?
Çünkü Suriye halkı yöneteni ve yönetileniyle çağa
ayak uydurmayı, yeni, çağdaş bir düzen kurmayı başaramadı.
Yönetenler halk üzerinde diktatörlük kurdular.
Kendilerine saraylar yaptırdılar, ülkenin her köşe bucağını resim ve
heykelleriyle donattılar; ama halkın durumu ne, ne istiyor diye düşünmediler.
Halk şikâyetçi olduğu zaman susturdular, itiraz ettiği zaman zindana attılar,
işkenceyle cevap verdiler. Mücadele kanalları tıkanan halk direndiği zaman ise
tank ve topla üzerine gittiler, kırımdan geçirdiler.
Yönetenler, her kesin görüşlerini özgürce dile
getirdiği, serbestçe örgütlendiği, yöneticilerini serbest seçimlerle belirlediği
bir sistemi kurmaya yanaşmadılar, bunu göze alamadılar. Çünkü böyle bir durumda
iktidarları elden gidebilirdi. Onlar ise halkın ebedi efendisi olmayı
kendilerine hak saymışlardı.
Onlar iktidarlarını baskı ve şiddetle korudular.
Baskı ve şiddet ise, doğal olarak kendi karşıtını
yarattı. Şiddet yöntemlerine Suriye’nin baskı gören kesimleri de başvurdular.
Ülke bir anda herkesin herkesle savaştığı bir şiddet sarmalına girdi. Suriye
ile kozları, hesapları olan, kendilerine göre bir Suriye isteyen dış eller de
devreye girdi ve bu duruma gelindi.
Bir toplum bakımından iç savaş kadar tahrip edici
bir şey yoktur. Ok bir kere yaydan çıktıktan, insanlar öfkeyle birbirlerinin
boğazına sarıldıktan, kimin ne istediği, ülkeyi nereye götürmek istediği
anlaşılmaz olduktan sonra geriye dönmek, bu kör dövüşüne tutuşanlara laf
anlatmak zordur. İş çoğu zaman bir toplu intihara varır.
Suriye’nin yanı sıra Irak ve Afganistan, Libya,
Mısır ve Yemen de bunun örneğidir. Hatta o kadar uzağa gitmeye gerek yok,
yıllardır Türkiye sınırları içinde, Kuzey Kürdistan’da yaşananlar bunun
örneğidir.
Peki bütün bunlardan ders çıkarılamaz mı? En
azından, ciddi iç sorunlar yaşasa bile henüz böylesine geri dönülemez bir
noktaya varmamış Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da yaşayan bizler bundan dersler
çıkarıp sorunlarımızı uygarca çözmek için çağa yaraşır bir yol bulamaz mıyız?
Bu ülkenin bir insanı, bir yazar ve siyaset adamı
olarak yıllardır bu konuda yaza yaza dilimde tüy bitti. Okur en azından son
altı ayda yazdıklarıma baksa, Dengê Kurdistan sitesinin arşivindeki yazılarıma
ya da face sayfama göz gezdirse bunu görür.
Hangi yazımdan söz edeyim?!. Bunlardan biri 25
Ağustos tarihli ve “Dibe Vurmak ya da Sağduyulu Bir Çıkış” başlıklı olandır.
Bu yazıda ülkedeki iç burkucu manzaradan,
mülteciler sorunundan, Kürdistan’ın yanıp yıkılan kır ve kentlerinden, bir
savaş gibi can alan trafik kazalarından ve toplumdaki tırmanan şiddet
sarmalından söz edip örnekler verdikten sonra şöyle demiştim:
“Ne üsttekiler, yani yönetenler, egemen güçler
topluma özgürlük ve demokrasi tanımaya yanaşıyorlar, ne de alttakiler bu
durumdan kurtulmak için sağlıklı bir siyasal mücadele hattında bir araya
gelmeyi başarıyorlar. Egemenler şiddet ve baskıyla, böl-yönet politikasıyla
statükoyu korumaya, kendi aralarında bölünmüş ve birbirlerine diş bileyen
ezilenlerse, çoğu zaman kime ve niçin yönelttiklerini bilmedikleri kör şiddetle
sonuç almaya çalışıyorlar.
"Bu durumda, her ne kadar zaman zaman Çetin
Altan gibi “enseyi karartmayın” desem de, pek iyimser değilim.
"Belli ki bu hamur daha çok su kaldırır.
Ortadoğu, “Yüz Yıl” ve “Otuz Yıl” savaşlarını yaşayan, yanıp yıkılan bir
zamanların Avrupa’sı gibi bu süreçten geçecek, en dibe vuracak, ondan sonra da
külleri üstünde doğrulacak gibi görünüyor…
"Elbet Avrupa bunu yaşadığı zaman göz önünde
olumlu, çağdaş bir örnek yoktu. Şimdi dünyamızda barış ve özgürlük alanında
insanlığın kazandığı önemli mevziler var. Bu nedenle biz aynı cehennemi
süreçleri yaşamak zorunda değiliz ve yaşamayabiliriz.
Eğer tüm bu kötü gidişe rağmen sonunda sağduyu egemen
olursa…”
Peki o günden bu yana, olup bitenlerden ders
aldığımıza dair bir işaret var mı? Ne yazık ki yok. Bu arada 10 Ekim’de
Ankara’da 102 can alan büyük patlamayı yaşadık ve 1 Kasım Seçimleri oldu. Ama
ne yazık ki durum değişmedi. Tam tersine, seçime birkaç gün kala durur gibi
olan çatışmalar, seçim sonrası tazelendi. Varto, Yüksekova, Dersim, Cizre,
Nusaybin, Şırnak, Şemdinli, Lice gibi kent ve kasabalarda yaşanan çatışmalar,
Bismil’e, Silvan’a ve Diyarbakır’a da sıçradı. Polis ve asker ile PKK eylemcileri
arasındaki çatışmalarda hem her iki taraftan genç insanlar hayatlarını
kaybediyor, hem arada masum insanlar, yaşlılar, çocuklar, kadınlar gidiyor;
kent ve kasabalar yanıp yıkılıyor, yaşanmaz hale geliyor; halk acı çekiyor ve
kitle halinde göç ediyor.
Bunun bir sorumlusu, eğer bir türlü sorunlara
doğru teşhis koyup onları çağdaş ve uygarca yöntemlerle, adil bir şekilde
çözemeyen, eski ve yanlış yöntemlerinde ısrar eden devlet ve bugün yönetimi
elinde tutan AK Parti Hükümeti ise, öteki sorumlusu da yıllardır bir sonuç
vermeyen şiddeti Kürt kent ve kasabalarının göbeğine taşıyan PKK’dir. PKK,
sözde kurtarıcılığına soyunduğu evde yangın çıkarmıştır.
PKK üstelik bunu, HDP’nin barajı aşıp 80 mebusla
parlamentoya girdiği bir aşamada, yani siyasal ve barışçıl yöntemlerle Kürt
halkının haklarını savunmanın mümkün olduğu bir aşamada yaptı. Bir bakıma
siyasal ve barışçı kanalları tıkadı. Militarist saldırılara yolu açtı, gerekçe
yarattı.
PKK buna “halk savaşı” diyor ve bu şiddeti sözde
“özyönetim” ilanlarıyla birlikte devreye koyuyor. Oysa özyönetim dedikleri, ne
olduğu belli olmayan, içi boş bir şeyken, bu savaşın da halkla bir ilgisi yok.
PKK’nin daha önceki “halk savaşı” 4.000 Kürt köyünün boşalması ve milyonlarca
insanımızın göçü ile sonuçlanmıştı. Eğer böyle giderse bu yeni “halk savaşı” da
Kürt kentlerinin boşalması ile sonuçlanacaktır. Diğer bir deyişle bu halk
savaşı filan değil, halka karşı bir savaştır ve Kürt halkı da bunun farkında.
PKK geçmişte de çok yanlış yaptı ve Kürt halkının
haklı mücadelesine çok zarar verdi; bari bundan sonra vermese.
PKK’nin Kürt halkına yapacağı bir iyilik, belki de
tek iyilik varsa, olacaksa, o da silahları susturması, tümden terk etmesi,
böylece siyasal barışçı mücadeleye yol açmasıdır.
Günümüzün dünya ve Türkiye koşullarında, Kuzey
Kürdistan’da, Kürt halkı barışçı yollardan amaçlarına ulaşabilir. Buna PKK’nin
de kimsenin de şüphesi olmasın.
12 Kasım 2015