• Ana Sayfa
  • »
  • Özgün E. Bulut’la söyleşi

Özgün E. Bulut’la söyleşi

GÜLÜMSEME VE GÖZYAŞI BİRLİKTE VAR

 



 

Dersimli hemşehrim, şair ve yazar Özgün E. Bulut, 6 yıl kadar önce, yani ben daha yurt dışındayken, benimle şiir ve sanat üzerine bir söyleşi yapmıştı. Bu söyleşi Evrensel Kültür Dergisi’nin, Ağustos 2009 tarihli 212. Sayısında “Gülümseme ve Gözyaşı Birlikte Var” başlığı altında yayınlanmıştı.

 

Arşivimi karıştırırken ilgimi çekti ve yeniden okudum. Bu tür söyleşiler güncel politika üstüne yazılanlar gibi değildir, yıllar geçse de taze kalırlar. Bu nedenle onu, hem daha önce okumamış okurlar, dost ve arkadaşlar, hem de okumuş olsalar bile bir kez daha okumayı sevebilecekler için face sayfamda yeniden yayınlıyorum.

 

Kemal Burkay önemli bir siyasi kişilik. Ancak biz onunla siyasetten çok şiir ve edebiyat konuştuk. “Mühr-i Süleyman” gibi uzak olan yıldızlardan yansıyan imgeleri, estetiği ve felsefeyi tartıştık. Burkay’ın içsel dünyasındaki yoğunluğu, aşk halini, derinliği sorduk. Sessizce dinlenen bir piyanonun ezgisi eşlik etti bu söyleşiye. Özlem, tutku, düş kırıklığı, sevinç ve gözyaşı ile akan bir hayattan “haydi gülümse” ye uzanan yoldan kesitleri aralamaya çalıştık.

 

Sayın Burkay, ne zaman şiir ve ideoloji, şiir ve siyaset ya da Dersim, Elazığ/Harput üzerine düşünsem, mutlaka adınıza ve şiirinize ilişkin bir şeyler söyleme zorunluluğu duyarım. Kemal Burkay benim için hep önemli bir şair ve önemli bir duygu insanı olmuştur. Öncelikle siyasi duruşunuzdan başlamak istiyorum. Şiirlerinizde derin, ince, soylu bir başkaldırı dili var. Şiirin ahengini bozmayan, üstelik ona nefes aldıran, güçlü kılan bir dil bu. Şiirinizde bilinçli bir tercih olarak duran bu siyasi duruşun, yürek dilinize yansımalarını nasıl anlatırsınız bize?

 

Doğrudur, benim şiirimde özgürlükçü bir tutum var. Zulme, baskıya, haksızlığa karşı bir başkaldırı... Bu hem şiirime, hem siyasi tutum ve eğilimlerime yansıdı. Ama başka türlü olabilir miydi? Sanatımız gibi, siyasi tavrımızı da belirleyen, bu alanda yolumuzu çizen pek çok etken vardır: İçinde yaşadığımız toplumsal koşullar, sınıfsal konumumuz, ama aynı zamanda kendi hayat serüvenimiz... Mazgirt’in yoksul bir Kürt köyünden gelip, toplumsal çelişme ve çekişmelerin son derece yoğun olduğu söz konusu dönemde, herhalde egemenlerden yana tavır koyamazdım; emekçilerden ve ezilen halkımdan yana tavır koydum.

 

Özgürlük tutkusu, başkaldırı duygusu ezilen, baskıya uğrayan toplum kesimlerinde yeşerir ve değişime, yeniye, daha güzel bir dünyaya yöneliktir. Şiir bununla uyuşur. Kölelerin, emekçilerin, ezilen halkların bunu yansıtan çok türküsü, şiiri vardır. Ama haksızlığı, sömürüyü, köleliği savunan şair ve şiir olabilir mi?..

 

Hemen bağlantılı olarak, duygu dünyanızın yoğunluğunu siyasi dilin altında ezmeden; rahat, akıcı, imge yoğunluklu olarak şiirinize aktarabiliyorsunuz. Bu dengenin sırrı nedir acaba?

 

Siyasal hayata yoğun biçimde katılmış olsam da sanat tutkusu, en başta da şiir bende hep canlı kaldı. Siyasi görüş ve düşünceleri yansıtsa bile, sanatın ölçüleri farklıdır elbet. Onlar yoksa şiir de olmaz. Önemli olan bu ölçüleri tutturabilmek, o estetik anlatımı verebilmek. Ben eğer, siyasi bir içeriğe sahip, örneğin başkaldırıyı, özgürlüğü, eşitliği, barış istemlerini yoğun biçimde yansıtan şiirlerimde, şiiri siyasi söylevin içinde boğmamayı başardımsa iyi elbet... Bu birçok şeye bağlı diye düşünüyorum. Bunlardan biri duygu yoğunluğudur. Ozan’ın esin kaynakları çok çeşitli. Gözünün önündeki bir doğa manzarası, bir insan güzelliği, bir anı; sevinç, acı ya da keder veren bir olay, bu esinin nedeni olabilir. Ama bu yetmez, düşünce ve düş zenginliği de gerekir derim. Ve elbet dili kullanma ustalığı. Şiir de roman, öykü, deneme gibi bir söz sanatıdır ve biz ozanlar aynı zamanda dil işçileriyiz. Bunu iyi başardığımız oranda, böylesi bir bileşimden şiir çıkar.

 

İlk iki kitabınız, yani Prangalar ve Dersim’de şiiri takip ettiğiniz, irdelediğiniz, içinde olduğunuz ve dergilerde göründüğünüz dönemlere denk geliyor. Zaten bu şiirinize de yansıyor. Ancak sonraki şiirlerinizde daha bir içe kapanma var. Bir uzaklaşma var. Ama yine de ısrarla yazmaya devam etmişsiniz. Sürgün yaşamınızın şiirleri desek daha doğru galiba. Seyahat esnasındaki düşüncelerin yaratımı. Camdan dışarı bakılınca yazılan duygu dolu dizeler. Yavaş yavaş imgesel yoğunluk kaybolmuş gibi. Her şeye rağmen, şiir yaşamınızdan çekilmemiş ama. Bu inat şiirin mi sizi, sizin mi şiiri bırakmama inadı?

 

Prangalar ve Dersim, benim 1960’lı-70’li yıllardaki şiirlerim. O dönemde, 12 Mart’ın ardından Almanya’daki iki yıllık sürgünlük hayatım dışında, ülkedeydim. Doğal olarak edebiyat dergilerini izleyebiliyor ve onlara yazıyordum. Ama hem 1970’li yılların ortalarından itibaren, üstümdeki ağır siyasal görev ve sorumluluk nedeniyle siyasal çalışmaya ayırdığım yoğun zaman, hem de uzun sürgünlük hayatım nedeniyle (1980’den beri yurt dışındayım) ülkedeki edebiyat ortamıyla sıcak ilişkiyi sürdüremedim. Bir 10-12 yıl şiirden uzak düştüm. 1980’li yılların sonlarına doğru şiire yeniden döndüm. O zamandan bu yana, yaklaşık 20 yıllık dönemde, iki dilde (Kürtçe ve Türkçe) epeyce ürün verdim ve altı kadar şiir kitabım yayımlandı. Ama bu dönemde de yurt içindeki edebiyat çevreleriyle ilişkilerim pek sınırlı kaldı. Bir bakıma, şiir denizinde bir başıma yüzdüm...

 

Bu dönemde şiirlerime yaşadığım çevrenin, örneğin Stockholm’ün ve dolaştığım öteki ülkelerin izleri ve izlenimleri yoğun biçimde yansıdı; özellikle “Yakılan Şiirin Türküsü” ile “Gecenin Koynunda Bir Adam” adlı iki kitabımda. (Son kitabım yeni yayınlanan toplu şiirlerim “Hadi Gülümse”de okurla buluştu). Can Taşır Dicle ile Berf Fedî Dike (Kar Utanır) adlı iki kitabımda ise daha çok Güney Kürdistan var. 1993-94 döneminde orada bir yıla yakın kalmıştım ve şiirim için oldukça verimli bir dönem olmuştu.

 

Şiir yazmak için kendimi zorlamadım. Zaman zaman ara versem de, şiir yine kapımı çaldı, ya da yolum şiirin kapısına yöneldi. Çünkü o bir bakıma içimizdeki yaşama sevinci, çoğu zaman da kederli zamanlarımızda içimizi döktüğümüz bir dost... Koşulları oluşunca; bir görüntü, bir anı, çağrışımla içinizdeki çan çalar, “hadi bunu yaz!” der...

 

Buradan İsveç ve Stockholm’ü sormak istiyorum. Kürt edebiyatı açısından önemli çalışmaların çıkış yeri. Son otuz yılda roman, öykü, araştırma gibi alanlarda birçok önemli isim Stockholm’de yaşayıp, ürünler verdiler. Modern Kürt edebiyatına önemli eserler sundular. Bir şair ve edebiyatçının dünyası ile nasıl değerlendiriyorsunuz bu çalışmaları?

 

İsveç, gerek 12 Mart döneminde (1971 ve sonrası) gerekse 12 Eylül döneminde (1980 sonrası) Kürt mültecilere kucak açan ülkelerden biri, hatta onların başında geliyor. Bu nedenle birçok Kürt aydını ve siyaset adamı buraya yöneldi. Ayrıca İsveç kültür kurumları Kürt yazarların edebi çalışmalarına destek verdiler; hem Kürt diliyle çıkan edebi dergilere hem de basılan eserlere. Bu olumlu ortam yazarların ürün vermesinde teşvik edici oldu. İsveç bunun yanı sıra, tüm göçmen gruplara olduğu gibi Kürtlere de anadillerinde eğitim olanağı tanıyan bir ülke ve bu kapsamda Kürtçe öğretmen yetiştiren bir okul da açtı.

 

Bu olumlu ortamda, kuzeyli Kürtler arasında ilk kez İsveç’te roman ve küçük hikâye yazan bir dizi yazar, bunun yanı sıra, Kürt dili ve tarihi alanında yeni araştırmacılar ortaya çıktı. Bu, Kuzeyli Kürtler bakımından İsveç’te yaşanan bir edebiyat baharıdır. Ama elbet, yoğunluk İsveç’te olsa da diğer Avrupa ülkelerinde de aynı dönemde Kürt dili, tarihi ve edebiyatı alanında ürün veren başka birçok yazar ve araştırmacı var. Bu da gösteriyor ki özgür bir ortam olunca Kürt dili çiçek açıyor... Ayrıca diğer parçaları (özellikle Güney Kürdistan ve Sovyetler Birliği) unutmamalı. Buralarda Kürt kültür hayatındaki canlılık çok daha önceden (1920’li-30’lu yıllarda) başladı ve bol ürün verdi. Örneğin Sovyet Kürt yazarlarından Ereb Şemo, daha 1930’lu-40’lı yıllarda Kürt diline dört roman armağan etti.

 

Aklıma hemen bir söyleyişinizde ‘siyasal yaşamınızın şiirinizi olumsuz etkilediğini’ ortaya koyduğunuz tespitiniz geliyor. Oysa ben tam tersini düşünüyorum. Sizi siyasal yaşama getiren asıl şeyin şiirinizdeki başkaldırı dili ve isyan ruhu olduğunu söylüyorum. El Salvadorlu devrimci önder Rogue Dalton “ ben şiirden geçerek devrime geldim” diyor. Bu sözü size de çok yakıştırıyorum. Yanılıyor muyum, ne dersiniz?

 

Şöyle desek benim durumuma belki daha uyar: İçimdeki başkaldırı duygusu, eşitsizliğe, baskıya karşı duyduğum öfke hem şiirime hem siyasi düşüncelerime yansıdı. Bu da sanırım doğal bir şey. Ama şunda haklısınız: Şiir daha önce vardı, örgütlü siyasi çalışmaya yönelmem ise daha sonradır. Ülkemin koşulları pek çok kişi gibi beni de sıcak mücadelenin içine çekti. Eğer özgür, demokratik, barış içinde bir ülkenin insanı olsaydım belki de örgütlü siyasete hiç girmezdim. Öyle bir ülkede herhalde “Spartaküs” ya da “Prangalar” türünden şiirler de yazmazdım... Öte yandan, siyasete ayırdığım yoğun zamanın şiirimi ve öteki edebi çalışmalarımı olumsuz etkilediği de bir başka gerçek. Ben bunu yaşadım.

 

Elbet siyaset, bazılarının göstermek istediği gibi, şiir için, ya da genel olarak sanat ve edebiyat için bir öcü değil. Örgütlü çalışmada yer almış başka da birçok ünlü şair, romancı, ressam ve müzisyen var. Siyasetin de sanata ve şiire sunduğu ilginç konular, olanaklar var. Örneğin, “Danimarka Krallığı’ndaki kötü kokuları” anlatan Shakespeare’in siyasetin dışında olduğunu düşünebilir miyiz? Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı kendi döneminin önemli siyasi olaylarının da bir öyküsü değil midir? Ya Nazım, Cigerxwin ve Neruda?.. Daha onlarca isim sayabiliriz elbet.

 

Şiirde konu sınırlaması yapmak, siyasal istem ve özlemleri şiirin dışında bırakmak, ona yabancı saymak olacak şey değil. “Elsa’nın Gözleri” de güzel bir şiire konu olabilir, Paul Eluard’ın şiirinde olduğu gibi “Özgürlük” de.

 

Ama siyasette ön planda sorumlu bir yönetici olmak farklı elbet. Sırtta küçük bir çantayla yürürken kaval da çalabilirsiniz, ama ya sırtınızda 50-60 kiloluk bir ağırlık varsa?..

 

Özellikle 1980’li yıllardan bugüne hangi şair ve edebiyatçıları izleyebildiniz. Hatırı sayılır bir Dersimli şair var bugün şiir içerisinde olan. Bunları izleyebildiniz mi?

 

1980 yılından beri, yaklaşık 30 yıldır yurt dışındayım. Üstelik yoğun bir siyasal çalışma ve buna eşlik eden bir yazı hayatım... Bu nedenle ne edebiyat dergilerini, ne yeni nesil şairleri gereği gibi izleyebildim. Sanatçı ve şair Dersim’li hemşehrilerim de bunun içinde. Son birkaç yıldır, siyasette yönetici görevlerden çekilince bu bakımdan daha geniş zamanım oldu. Artık sınırlı da olsa edebiyat dergilerini ve şiiri izliyorum. Doğal olarak birçok genç şair –en azından bana göre genç- var. Bazılarının şiir kitapları bana ulaştı. Yılmaz Odabaşı, Yelda Karataş, Ruhan Mavruk, Azad Ziya Eren, Dolunay Ünal gibi... Elime ulaşan dergilerden de şiiri izlemeye çalışıyorum. Ama hâlâ hem buna ayırabildiğim zaman yeterli değil, hem otuz yılın boşluğu kolay dolmuyor...

 

Şiirinizdeki yolculuk felsefenin kapısına da uğruyor. Zaten Klasik Kürt şairlerine baktığımızda da felsefi bir serüven görüyoruz. Ellerinde asa ve bir derviş postu ile hayal alemlerini zengin tutan içsel yolculuk bir anlamda felsefelerini ortaya koyuyor. Felsefeyi şiirinize getiren bu hal midir yoksa modern yaşamın düşünce birikimi midir?

 

Klasik Kürt şairleri içinde sözünü ettiğiniz derviş niteliğine uyanlar vardır elbet; örneğin Ehli Hak inancına mensup olduğu bilinen, tasavvufçu şairlerin ilk öncülerinden Baba Tahir... Ama klasik Kürt şairlerinin çoğu medreselerde yetiştiler, din bilgini, molla ya da şeyh idiler. Örneğin Ehmedê Xani, Melayê Cıziri, Şeyh Rıza Talabani... Hatta, marksizme yönelmiş olmasına karşın, Cigerxwin bile medrese kökenlidir, uzun dönem köylerde mollalık yapmıştır... Çünkü Kürtlerin, Osmanlı döneminde de Kürt diliyle eğitim yapan okulları (medreseler) vardı ve bunlar Cumhuriyet döneminde kapatıldılar. Din adamları Kürt dilinin ve kültürünün önemli taşıyıcıları oldular.

 

Bu tür din adamı kimlikli şairlerin eserlerine ister istemez dinsel dünya görüşü ve motifler yoğun olarak yansıyor. Ama bunu yeni dönem Kürt şairleri için, en azından bunların çoğu için diyemeyiz. 1930’lu-40’lı yıllardan başlayarak bugüne kadar gelen dönemdeki şairlerin söylemi, dünya görüşü farklı ve artık modern şiirin kapsamında. Şiire egemen unsur yurtseverlik ve marksizm, çoğu durumda bunların bir karması.

 

Öte yandan, yeni nice farklı olsa da eskinin toprağında büyür, ondan bir şeyler alır. Modern şiirde de kanımca geçmiş şiirden, felsefeden her zaman bir şeyler vardır. Kaldı ki kimi duygular, örneğin dostluk, sevgi, aşk, umut, düşkırıklığı, keder, yalnızlık, ölüm düşüncesi vb. yüzyıllar boyunca hep var oldu. Bu bakımdan geçmiştekilerle paylaştıklarımız yok mu? Eğer varsa, söylenecek ortak sözler de vardır. Ben daha çok rubailerimde –yalnız biçim olarak değil- felsefe olarak da geçmiştekilerle, örneğin Hayyam’la ortak şeyler söylediğim kanısındayım. Ama onlarda günümüze dair olan, yeni olan çok şey de var. Çağımızdaki hayatın renkleri, insan ilişkileri, çağımız düşünce sistemlerinden bize yansıyanlar, örneğin değişim ve hareket olgusu...

 

Şiirleriniz üzerinden devam etmek istiyorum. Bana göre yüksek sesle okunacak oldukça şiiriniz var. Hemen aklıma Prangalar, Spartaküs, Serüven gibi şiirleriniz geliyor. Siyasal konuşmalar ve söylevleriniz arasında bu ve benzeri şiirlerinizi okuyabildiniz mi hiç?

 

1960’lı yıllarda, yani gençken ve coşkunun yüksek olduğu dönemlerde zaman zaman oldu. Daha sonra ise, hayır. Ayrıca ben şiirin yavaş sesle okunduğunda daha güzel olacağını düşünürüm. Sessizlik içinde dinlenen, dokunaklı bir piyano sesi gibi...

 

“ben bir yaz göğünü alıp giderdim/ tasasız giderdim/ gözlerimde deniz yosunları/ kollarımda oynak bir kadın gibi/ savrulan güneş” ve hemen devamında “ama bana bir ağlamak bırakmışlardı” diyorsunuz. Ağladıkça yıldızları yakalayabildiniz mi? Tersinden söylersem, yıldızlara yaklaştıkça ağlamalar yerini gülümsemelere bırakabildi mi?

 

Özlem, tutku ve düşkırıklığı; gülümseme ve gözyaşı hayatımızda birlikte vardır ve yıldızlar, “Mühr-i Süleyman” gibi, hep uzaktır. Onları yakalasak belki de düşler biter...

 

Dersim Şiirleri antolojisi üzerine çalışırken tanımıştım şiirlerinizi. Toplum Yayınları’ndan çıkan Dersim isimli kitabınız da o dönemde geçmişti elime. 1985 – 1987 yıllarıydı. Kitaplığımın halen de en anlamlı kitaplarındandır bu kitabınız. Şiirlerinizi siyasal yaşamınızdan ayrı olarak okuyup, inceledim. 1991 yılında yayımlanan Şiirlerin Diliyle Dersim antolojisi ile şiir severlere Kemal Burkay’ı tekrar anımsattığımı düşünüyorum. Bu anlamda bir katkım olmuşsa bu benim için oldukça önemli ve onurlu bir duruştur. Aslında söz uzadı biraz. Size Dersim’i sormak istiyordum. Şiirlerinizde önemli bir izlek Dersim. Şu an o izlekten neler kaldı, düşlerinizde nasıl bir Dersim var?

 

Özellikle Tunceli’de avukatlık yaptığım dönemde (1966-1972), hem avukatlık işlerim, hem de siyasal çalışmalar nadeniyle Dersim’i adım adım dolaştım. Dersim’in doğası eşi az bulunur güzelliktedir ve bunu birkaç şiirimde yansıttım. “Harçik Boyları” böylesi bir şiir ve çok sevdiğim şiirlerimden biri. Anılarımın birinci cildinde de, hem çocukluğumun geçtiği köyleri (Dırban ve Canik) hem de bir bütün olarak Dersim’in doğasını anlattım.

 

Dersim’i, en son 1975 yılında görmüştüm. Aradan 34 yıl geçti. “Şu anda kalanlara” gelince, en iyisi onu da “Memleketim” adlı şiirimdeki bir bölümle cevaplıyayım: “Hem uzak hem yakın/ Aklımdadır memleketim/ Ceviz ağaçları, temmuz böcekleri/ Çıldırtan yaz güneşi/ Lapa lapa yağan kar/ Tozu-toprağı, sağnaklarıyla/ Toprak kokusu, rüzgârın türküsü, kayalar/ Aklımdadır gülü-dikeni.”

Bir şiirimde de şöyle diyordum: “Ülkemde şimdi dut zamanıdır/ Ve arpa derimi, karınlar doyar/ Gitsem dostlarım acaba orda mıdır?”

 

Son otuz yılda, hele de yaşanan onca yıkımdan, acıdan ve dörtbir yana savrulmadan sonra, çok şey değişmiş olmalı; gelsem bile eski dostların birkısmını belki bulamam...

 

Şiir ve Kürtçe. Mükemmel bir güzellik. Kürtçe de şiirler yazıyorsunuz. Kürt Dili ve Kürtçe şiirin ne kadar içindesiniz. Yaptığınız katkılar, izlediğiniz şairler...

 

Kürtçe anadilim, ama yasaklı olduğu için ne yazık ki eğitim dilim değil. Bunu başka ülkelerin insanları anlamaz... Bu garip, akılalmaz durum ya da zulüm, bugün de hâlâ sürmekte...

 

Kürtçe yazı dilini 30 yaşımdan sonra, ilk yurtdışı sürgünlük dönemimde (1973-74) kendi çabalarımla öğrendim. Yurda dönünce, 1977-79 yıllarında çıkardığımız Kürtçe-Türkçe Roja Welat gazetesini yönettim.

 

Edebiyatı ve şiiri ilk Türk dilinde tanıdım, bu dilde yazmayı seviyorum. Ama aynı zamanda kendi anadilimde yazmayı seviyorum ve Türkçe kadar rahat yazdığım kanısındayım.

 

Bir Kürtçe Dil Dersleri kitabı hazırladım. (Şu anda 7. baskısı yapılıyor). Kürtçe hem epeyce serbest şiir yazdım, hem de 300’ü aşkın rubai. Serbest şiirlerim “Berf Fedi Dike” adıyla İstanbul’da, Deng Yayınları’nda basıldı. 240 kadar Kürtçe rubaim de Türkçe çevirileriyle birlikte yine Deng Yayınları’nda basıldılar. Prangalar ve Dersim şiir kitaplarımdan yaptığım bir seçmeyi ise Kürtçeye çevirdim, Azadî ve Jiyan adıyla hem yurt içinde, hem yurt dışında basıldı. Ayrıca Kürtçe çocuk kitapları, denemeler, gezi notları, mizah öyküleri... Şimdiye kadar kendi adımla ve değişik adlarla (Ferhad Can, Cemali vb.) basılan Kürtçe kültürel nitelikteki bu tür kitaplarımın sayısı 20’nin üzerinde.

 

1985’te Stokholm’de yaşama veda eden Cigerxwin sevdiğim Kürt ozanlarından biri. Bazı şiirlerini Türkçeye çevirdim, Mehmet Bayrak’ın yayımladığı Özgür Gelecek dergisi’nde basıldılar. Sovyet dönemi Kürt şairlerinden ve şu anda Almanya’da yaşayan Eskerê Boyik de severek okuduğum şairlerden. Esker’in bir şiir kitabını Türkçeye çevirmiştim, 1979 yılında İstanbul’da, Özgürlük Yolu Yayınları arasında, Dağ Çiçekleri adıyla basıldı. Kamran Bedirhan, Hayyam’ın bir bölüm rubaisini Farsçadan Kürtçeye ustalıkla çevirmişti. Bunların Kürtçe rubai yazmaya başlamamda etkisi oldu.

 

Şimdi Kürtçe yazan genç şairlerin sayısında birhayli artış var. Bu sevindirici bir şey. Ne yazık ki, Kürt dilinin önünde süregelen büyük engeller nedeniyle pazar sınırlı. Modern Kürt şiirinin ve bir bütün olarak çağdaş Kürt edebiyatının gelişimi ve daha parlak eserlerin ortaya çıkması için her bakımdan özgür ve elverişli koşullara gerek var.

 

Geçmişten bugüne bize Kürt şiirinin hangi mihenk taşlarını söyleyebilirsiniz. Hafızanızda silinmeyen önemli dizeler var mıdır? Ya da bu anlamda bir baş ucu kitabınız olmuş mudur?

 

Klasik Kürt şiirinin kaynakları bin yıl öncesine uzanıyor (Baba Tahirê Uryan, Eli Herîrî). Klasik dönemin kanımca en önemli iki ozanı ise Melayê Cizîrî ve Ahmedê Xanî’dir. Cızîrî’nin Divan’ı, Xani’nin ise Mem û Zîn adlı eseri Latin harfleriyle de yayımlandılar.

 

Xanî’nin ünlü Mem û Zîn adlı eserinden daha 1959 yılında, Akşam gazetesinde çıkan Avni Doğan’a ait bir yazıyla haberdar olmuştum. Kürt sorunuyla ilgili “Tehlike Çanları” çalan eski Umumi Müfettiş Avni Doğan, Doğu’da görevli olduğu dönemde Mem û Zin’i Türkçeye çevirtmiş ve onun bir parçasını Akşam’daki yazısında vermişti. Bu parçadan çok etkilendim, onu çoğaltıp arkadaşlara dağıttım ve ezberledim. Bu güne kadar da unutmadım. M. Emin Bozarslan sonradan bu eserin Kürtçe orijinalinin yanı sıra, günümüz Kürtçesine uyarladığı biçimini birlikte ve Latin harfleriyle yayımladı.

 

Mem û Zîn’in kaynağı ise ünlü Kürt destanı Memê Alan’dır. Bu destanın halk dilinde birçok varyantı var. Bunlardan Fransız Kürdolog Roger Lescot’nun, Nurettin Zaza’nın katkısıyla derleyip yayımladığı varyant, kanımca dil yönünden en zengini, en güzel olanıdır. Bu destanı 1978 yılında Türkçeye çevirdim ve Kürtçesiyle birlikte Özgürlük Yolu Yayınları arasında İstanbul’da basıldı. Kürtçe başucu kitaplarımdan biridir, bazı bölümleri, birçok dizesi ezberimdedir.

 

Etkileyici. Aşka dair dizeler midir bunlar, bu dizelerden bir kaçını söyleyebilir misiniz?

 

Aşka dair olanlar da, doğayı, kentleri, değişik insan ilişkilerini anlatanlar da var. Yaptıkları bir sihirle Mem’le Zin’in aşka tutulmalarına neden olan peri kızları şöyle anlatılır:

 

“Peri padişahının üç kızı vardı,

Büyüğünün adı Günkız’dı, ortancanın Aykız,

Yıldızkız’dı en küçüklerinin.

Bir gün çıkıp Gül Çeşmesi’ne gittiler,

Keklik tüyü postlarından soyundular,

Gül havuzuna daldılar.”

 

Havuzda kendilerini çıplak görünce güzelliklerine hayran kalan Yıldızkız’a, diğer kardeşler şöyle der:

 

“İki kişi var ki, biri kız biri oğlan,

Güzellikte kimse erişemez onlara.

Biri Maxribiler beyinin oğlu,

Kürt Padişahı Memê Alan

Diğeri Botan Cizresi Beyi’nin,

Mir Zengin’in kızı Zina Zêdan...”

 

Mem, sevdiğine ulaşmak için yollara düşüp Dicle kıyısına geldiğinde ise:

 

“Mevsim bahardır, arpa derimi ve narçiçekleri zamanı.

Dicle kıpkızıldır, yiğitlerin kanı gibi,

Dalgalar dalgaları kovalar,

Talazlar talazları,

Vurur dağların eteklerine...”

 

Şiir ve müzik. Ahengin kardeşliği diyorum bu beraberliğe. Müzik diline uyum sağlayan şiirleriniz var. Daha da ötesi bestelenen şiirleriniz var. Güzel bir keşif, iyi bir uyum. Başarılı çalışmalar var ortada. Besteleyenin sizi anlaması ve iyi okuması da önemli kuşkusuz. Şiirinize müzikal ritmi taşımanızda sözlü halk geleneğinin, dengbej kültürünün bir etkisi olmuş mudur? Yoksa bu tamamen besteleyenin sizi keşfi ve şiirinize müzikal anlamda kattığı değerden mi kaynaklanmaktadır?

 

Her Kürt gibi çocukluğumda dengbêjleri çokça dinledim ve her çocuk gibi onlara özendim, besteler yapmaya kalkıştım. Ama bu tür hevesler çocuklukla birlikte geride kaldılar. Şiirlerimde bu dengbêj anlatımının etkisi, izleri var mıdır, bilemem. Ama şiirlerimin bestelenmesinin bununla ilgisi olduğunu sanmıyorum. Besteleyip söyleyenler, Rahmi Saltuk, Sezen, Yeni Türkü, Nilüfer Akbal ve öteki sanatçı dostlar, herhalde şiirleri sevdikleri için yaptılar bunu. Bir başka söyleşide de dile getirmiştim: Şiir söz sanatları içinde türküye en yakını; her ikisi de, destan örneginde olduğu gibi, aynı kaynaklardan besleniyor ve uzun süre birlikte geliyorlar. Günümüzde dengbêjler ve diğer halk ozanları hâlâ bu geleneği sürdürüyor.

 

“Ömrün ki çılgınca bir koşuydu/ Neler umdum neler buldum! deme/ Boşver sorgu suale/ Bir gül dikmişsen/ Bir iz bırakmışsan bu evrende/ Ne güzel! ” diyorsunuz. Herkese mi bu dize. Kendi yüreğinize söylenmiş o çılgın koşunun finali mi?

 

Evet, hem benim açımdan “bir çılgın koşu” nun sonlarına gelirken, bu koşu ve yol boyu görüp yaşadıklarım üstüne düşünceler, hem de herkes için...

 

21 Haziran 2009 – Stokholm

 

Aşağıdaki resim 1966-Dersim; Burkay, eşi Tasvir, kucaktaki ilk çocukları Helin, yanlarındaki bir akraba kızı. Arka planda Burkayların oturduğu ev.

Diğer Yazıları
  • PAYLAŞ
  • İzlenme : 1546

YORUMLAR (1)

yeni bir ürünü ya da bir şeyi almak, diğer insanları yok saymaktır. Bu yok sayma diğer insanları harekete geçirir ve böylece bir tüketim çılgınlığı döngüsü oluşur. böylece de kapitalizm amacına ulaşmış oluyor..19.07.2015 02:10

YORUM EKLE

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz. Üye Girişi yapın veya Kayıt olun.
Yasal Uyarı​ Yazarın yazıları, fikir ve düşünceleri tamamen kendi kişisel görüşüdür ve sadece kendisini bağlar. Haber ve Köşe yazılarına yapılacak yorumlarda yorum yapan kişi yasal sorumludur. Sitemiz yorumlardan yasal sorumlu değildir.