Kemalist kesim ve onun en etkili gücü asker-sivil
bürokrasi ve merkez medya, daha 2002 Genel Seçimleri öncesi, AK Parti’nin seçim
başarısını engellemek için yoğun çaba gösterdi, ama bu sonuç vermedi.
Seçimlerin hemen ertesinde yazdığım “AKP İçin Hem
Ağır Yük, Hem Şans” başlıklı yazımda şöyle demiştim:
“3 Kasım seçimleri, AKP’yi yüzde 35 oyla tek
başına iktidar, CHP’yi ise yüzde 19 oyla tek başına muhalefet yaparken,
hükümeti ve muhalefetiyle, parlamentodaki öteki partileri silip süpürdü.
Seçim sonuçları bir sürpriz değil. Ecevit hükümeti
1999 yılı başlarında esen müthiş şovenizm rüzgarının bir ürünüydü. DSP ve MHP
yelkenlerini bu rüzgarla şişirip öne çıktılar, hükümet oldular. Böylesi bir
anlayışla ülkenin hiçbir temel sorununu çözemeyecekleri açıktı.
Nitekim öyle oldu. Gerek Kürt sorununun çözümü,
gerekse bir bütün olarak barış ve demokratikleşme yönünde hiçbir ciddi adım
atmadılar. Ağırlaşan sorunlar ülkeyi peş peşe, tarihinde görülmemiş iki ağır
krize sürükledi, ülke biraz daha yoksullaştı, ulusal gelir üçte bir oranında
düştü, dış borçlar büyüdü. Krizin yükü bir kez daha emekçi halka bindi. Esnaf
ve çiftçi yıkıma uğrarken, işsizlik, açlık görülmemiş boyutlara vardı.
Yolsuzluk ve soygun ise bu dönemde daha da
katmerlendi.
İşte bu koşullarda emekçi halk kendisini dünden
bugüne aldatan siyasi partilere ve liderlere, ister iktidarda, ister
muhalefette olsunlar, hayır dedi. Siyasi hareketi gönüllerince dizayn etmek
isteyen güç odaklarına, toplum mühendislerinin türlü baskı ve oyunlarına da
hayır dedi. Bu tepkiyle denenmemiş, üstelik tekelci basın ve asker-sivil
bürokrasi tarafından akıl almaz biçimde karalanıp engellenmek istenen AKP’ye
yöneldi.
Kitleler ellerindeki tek silahla, oyla,
egemenlerin oyununu feci şekilde bozdular. (…) Ne ilginçtir ki, asıl olarak Kürt
ulusal hareketini ve solu engellemek için konmuş olan yüzde 10 barajı da ilk
kez hayırlı bir iş gördü. Söz konusu liderler ve partiler, başkalarına
kurdukları tuzağa bu kez kendileri takıldılar.
Seçim bu haliyle son derece olumludur. Kitleler
için bir başarıdır, bundan öte zaferdir.
Gidenler gitmeyi çoktan hak etmişlerdi. Silinip
süpürülmeleri ne kadar hoş!
Öte yandan, gelenler bunu ne derece hak
etmişlerdi?
178 milletvekili ile ana muhalefet olan Baykal
yeni bir yüz değil. Yılların politikacısı ve en az gidenler kadar eski..
Ülkenin sorunlarına ilişkin olarak söylediği yeni bir şey, dişe dokunur bir
çözüm önerisi yok. Demek ki bu muhalefet demokrasi için bir itici güç değil.
İktidar olmaması ise bir şans!
Ya 363 gibi ezici bir sayıyla iktidar olan AKP? O bu
zaferi ne kadar hak etmişti veya, ülkenin sorunları konusunda ne kadar umut
veriyor?
Bu konuda da iyimser olmak için ne yazık ki henüz
görünürde bir şey yok.
AKP’nin bizzat kendisine yönelik bunca baskı ve
engele rağmen, bugüne kadar, demokratikleşme ve barışa ilişkin olarak ciddi bir
projesi görülmedi. Bunda elbet hem kendi İslamcı geçmişinin, hem de kendisine
yönelik 28 Şubat sürecinin büyük payı var.
AKP’nin İslamcı geleneği reformcu bir atılıma hiç
de uygun değil. Bu hareketin geçmişte ne demokrasi, ne Avrupa ile bütünleşme
sorunu vardı. Yüzü, şu son yıllara kadar geçmişe dönüktü, çözümleri İslam
ortaçağında aramaktaydı. Son yıllarda yaşanan olayların onları da bir dereceye
kadar değiştirdiği ve eğittiği söylenebilir. Demokrasi yokluğunun acı ve sıkıntılarını
kendileri de çeşitli biçimlerde (son olarak yasaklı genelbaşkanları ve
partilerinin kapanma istemiyle Anayasa Mahkemesi önünde olması) yaşamaktalar.
Ama bu ne tür bir değişimdir ve nereye kadar
gidebilir? (…) Yıllardır gelip giden tüm hükümetler bu kurulu düzen içinde
kendilerine çizilmiş sınırlarda hükümet ettiler, ya da edemeyip gittiler. AKP
farklı olacak mı?
İşte sorunun özü de burada. Türkiye’ye bugüne
kadar izlenenlerden çok farklı politikalar ve bu yönde radikal bir dönüşüm
gerekiyor.”
Yazımın daha sonraki bölümünde Kürt sorununun
çözümü, barış ve demokratikleşme için yapılması gerekenleri sıralamış ve şöyle
demiştim:
“AKP yöneticileri bunun ne kadar farkında?
Farkında olsalar bile değişimin başını çekmek için gerekli kararlılığa ve
cesarete sahipler mi?
Bu soruya evet demek güç.
Ama bu olmadan sorunlar çözülemez. Bunu
yapamıyanlar bir süre sonra, kendilerinden öncekilere benzerler ve sonları da
onlardan farklı olmaz. (…)
AKP seçimleri bu kadar büyük farkla kazanmakla hem
büyük bir yükün altına girdi, hem de bu onun için, kendisinin ve ülkenin yolunu
açmak için önemli bir şans..
Bakalım bu şansı kullanabilecek mi, bu ileri
görüşlülüğü ve cesareti gösterebilecek mi; yoksa tutuculukla değişim arasında,
iki arada bir derede mi kalacak?.
Toplumsal değişim belli koşullarda kendini
dayatır. Böyle durumlarda değişimin sözcüsü veya manivelası olmak için ille de
köklü devrimci bir geçmişe sahip olmak ya da reformcu iddialarla yola çıkmak
gerekmez. Tarih bazan böyle fırsatları liderlerin ve partilerin ayağına
getirir; ama o niteliklere sahip değillerse fırsatlar geçip gider ve yazık
olur!.”
O zamandan bu yana 12 yıl 6 ay bir zaman geçti. AK
Parti ülkeyi tek başına yönetti ve bu arada daha yüksek oylarla birçok seçim
kazandı. Peki bu şansı kullanabildi mi? Gerekli demokratik dönüşümü başardı mı?
Kürt sorunu başta olmak üzere ülkenin önemli sorunlarına çözüm getirebildi mi?
Ne yazık ki hayır. AK Parti bu büyük dönüşümü
başaramadı ve bundan böyle de başarması beklenemez.
AK Parti’nin bu 12 yıl 6 aylık yönetim dönemi
elbet kolay geçmedi. “İktidar dönemi” demiyorum; çünkü Türkiye’de seçim kazanıp
hükümet olmakla hemen iktidar olunmuyor. AK Parti de baştan itibaren güçlü bir
direnişle karşılaştı. Onun seçimi kazanmasını önleyemeyen çevreler, bu kez
başka yollardan düşürmek için harekete geçtiler. Cumhuriyetin, laikliğin,
“devrimlerin” tehlikede olduğuna dair müthiş bir kazan kaynatıldı. Ordu içinde
cunta hazırlıkları gizlenemez biçimde başgösterdi. Buna zemin hazırlamak için
dört bir yanda provokatif eylemler uç verdi. PKK, Öcalan’ın yakalanmasının
ardından silahları susturmuşken, beş yıl boyunca tek kurşun sıkmamışken, derin
devletin denetimindeki İmralı’dan gönderilen direktifle 2004 yılında tekrar
savaş pozisyonuna sokuldu ve karakol baskınları başladı…
Ne var ki bu kez cunta girişimleri hedefe
ulaşamadı. Hem AK Parti’ye kitle desteği yüksekti, hem de soğuk savaş
dönemindeki koşullar yoktu; ABD ve NATO darbelere yeşil ışık yakmadılar.
Batılılar, özellikle radikal İslam’ın güçlenip Batı dünyasını da hedef tahtasına
koyduğu bir aşamada, Türkiye’de AK Parti’nin temsil ettiği hereketi “ılımlı
İslam” olarak değerlendirdiler ve hem kendileri, hem demokrasi açısından bir
şans olarak gördüler.
AK Parti’nin kendisi de bu zor dönemde dışarda ABD
ve AB’nin, içerde liberal ve demokrat aydınların ve çevrelerin desteğinin
önemini gördü ve iyi değerlendirdi. Bu çevrelerle iyi ilişkilere değer verdi.
2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında
yaratılan büyük kriz de aşılıp Gül cumhurbaşkanı olunca AK Parti daha da
rahatladı.
Bir yandan darbe girişimlerine ilişkin
soruşturmalar açılır, Balyoz ve Ergenekon davalarında geçmişte görülmemiş
biçimde emekli ve muvazzaf subaylar ve onlarla ilişki içindeki siviller
tutuklanırken, öte yandan “Kürt açılımı”, “Alevi çalıştayları” ve benzer
girişimlerle, kısmi Anayasa değişikliğine yönelik referandumla Kürtlerle,
Alevilerle, liberal ve demokrat çevrelerle sıcak ilişkiler yaratıldı. Askeri
vesayetin kırılmasına yönelik tutum, reformcu nitelikteki diğer bazı adımlar
(TRT Şeş’in tam gün Kürtçe yayına geçmesi, kimi üniversitelerde açılan Kürt
dili bölümleri, genişeyen özgür tartışma ortamı vb) AK Parti’ye desteği
büyüttü.
Bu arada İmralı üzerindeki denetim de askeriyeden hükümete
geçti, Öcalan hükümetle uyum içinde hareket eder oldu. AK Parti PKK’ye silah
bıraktırmak için girişimler başlattı. Öcalan “Hükümetle anlaştık, artık savaşa
gerek yok” dedi.
2011 Haziran Genel Seçimleri bu ortamda yapıldı ve
AK Parti bu seçimden de gücünü koruyarak çıktı.
Ne var ki seçimlerin ardından ortam yumuşamadı,
aksine gerildi. Bir yandan tutukluyken seçilmiş milletvekilleri meclise
giremediği için CHP ve BDP parlamentoyu boykot ederken, diğer yandan PKK (en
azından PKK içinde bir kesim) Öcalan’ı baypas ederek bir dizi eylem koydu; yol
kesti, adam kaçırdı, karakol bastı; yeni bir kanlı olaylar dizisi yaşandı.
Ancak bu hamle de para etmedi. AK Parti bu vartayı da atlatmayı başardı ve bir
bakıma düze çıktı. Bu, AK Parti bakımından gücünün doruğunda olduğu bir dönem
olarak da nitelenebilir. Politikalarındaki değişim de işte bu aşamada netleşti.
O İslamcı gelenekten gelen bir parti olarak
Kemalist rejim açısından geçmişte, sol hareket ve Kürt hareketi ile birlikte üç
büyük sakıncalıdan, daha açık bir deyişle üç büyük iç düşmandan biriydi. Ama
geçen on yıl boyunca engeller ve zorluklarla dolu bu uzun yolu artık aşmış,
asker-sivil bürokrasiyi yola getirmiş, iktidar olmuştu. Devlet artık onun
elindeydi ve şimdi yapması gereken işin yerini sağlamlaştırmak, geçmişten beri
tasarladığı biçimde toplumsal hayatı biçimlendirmek olduğunu düşündü. Diğer bir
deyişle kendi gündemini hayata geçirmeye yöneldi.
AK Parti’nin toplum tasarısı ise çağdaş,
demokratik bir toplum değil, İslami değerlerin ve hayat tarzının geçerli
olacağı, geçmişe, Osmanlı dönemine benzer bir toplum. Hareketin lideri ve baş
sözcüsü Erdoğan’ın “dindar gençlik yetiştireceğiz”, “herkes mecburen Osmanlıca
öğrenecek” tarzındaki söz ve açıklamaları, Ak Saray’ın merdivenlerinde Ortaçağa
özgü kıyafetlerle yapılan garip seramoniler, bunun bazı göstergeleri. Kemalist
rejim yıllar boyu tek renkli bir toplum yaratmak için çalışmıştı, şimdi aynı
şeyi bu kez de AK Parti hedeflemiş bulunuyor. Bu nedenle yüzünün bir yanı
Osmanlıya, bir yanı ise İslam dünyasına –ama asıl olarak Sünni İslama- dönük.
Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, bir yandan Osmanlı’nın ihtişamına özlem duyarken,
bir yandan da İslam dünyasının liderliğine oynamaktalar. “Yeni Türkiye” denen
şey, gerçekte böylesine yüzü ğeçmişe ve Ortadoğu’ya dönük emperyal bir tasarı…
Hiç de gerçekçi olmayan, başarı şansı bulunmayan
bu tasarının maceracı sonuçları Türkiye’nin Libya’ya, Mısır’a, son olarak
Suriye’ye yönelik dış politikasına yansıdı.
Erdoğan’ın Başkanlık sistemi önerisinde bu denli
ısrarı da bu emperyal tasarı ile birlikte önem kazanıyor. Erdoğan bununla
yalnızca yürütme gücünü tümden elinde toplamayı istemekle kalmıyor, aynı
zamanda yasama ve yargının engellerini de aşmak istiyor…
Gelinen aşamada AK Parti liderlerinin, iktidar
yürüyüşü sırasında desteklerine ihtiyaç duydukları kesimlerle bağları da bir
bir kopmakta, ya da gevşemekte. İçerde liberal ve demokrat aydınlarla, dışarda
AB, hatta ABD ile… AB üyeliği artık pek önemsenmiyor, Şanghay Beşlisi’ne “bizi
aranıza alın” deniyor…
Geçmişte birlikte yürüdükleri Gülen Cemaati ile
ilişkilerin bu denli bozulması ise başlıbaşına önemli bir gelişme. 17 -25
Aralık yolsuzluk operasyonlarının ardından AK Parti, devlet içinde “Paralel
yapı” oluşturmakla ve darbecilikle suçladığı Cemaati karşısına aldı ve
askeriyeye yanaştı; darbecileri akladı ve tüm günahları Cemaate yükledi.
Silivri Ergenekoncu kesimden boşalırken Gülen Cemaatinin adamları onların
yerini doldurur oldu.
Gelinen durumda AK Parti’nin ülkenin yüz yüze
olduğu sorunları çözüp barışı sağlaması, ülkeyi demokratikleştirmesi, yani
değişim ihtiyacına cevap vermesi beklenemez.
Kürt sorunu konusundaki tutumu bellidir: PKK’ye
silah bıraktırmak. Bunun ötesinde bir projesi yok. Erdoğan kaç kezdir açık
açık, “Bir Kürt sorunu yok” diyor. Böylece Kürt sorununda başa, yani inkâr
politikasına dönülmüş oluyor.
AK Parti Alevilerin haklı taleplerini karşılamayı
da düşünmüyor. Din dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmadı. Cem evlerinin statüsü
tanınmıyor. AK Parti geçmişte, devletin dine müdahale ve onu kendi denetimine
alıp düzenleme aracı olarak görüp karşı çıktığı Diyanet İşleri Teşkilatı’na
şimdi sahip çıkıyor. Bu tutumun inanç özgürlüğünü hiçe indirdiği, laikliğe
aykırı olduğu ortada.
Ülkenin gerek duyduğu AK Parti’nin takıntıları,
şatafatlı Başkanlık gösterileri, Osmanlıcılık değil, özgürlük ve demokrasidir,
insanca bir hayattır. Bu da Kürtlere, Alevilere diğer tüm toplum kesimlerine
özgürlük tanıyıp barışı sağlayarak, herkese iş ve ekmek sağlayarak yapılabilir.
Diğer bir deyişle, Federal ve demokratik bir sistem oluşturarak yapılabilir.
Oysa gelinen durumda, bırakın demokratikleşme
yönünde adımlar atılmasını beklemek, çok daha kaygı verici gelişmeler
yaşanıyor.
Böyle bir ortamda barış da beklenemez. Ne yazık ki
AK Parti kendisiyle ilgili kaygılarımızı haklı çıkardı. Onun demokratikleşme,
sorun çözme konusunda birikimi yoktu, projeleri yoktu. El yordamıyla ve tam bir
pragmatizmle yürüdü. Yolunu açmak için içerde ve dışarda demokratik çevrelere
yaslandı, onların desteğini aradı. Yolunu açtıktan sonra ise onlara sırtını
dönüp kendi gündemine yöneldi.
Özetle söylersek o, tarihi bir dönemecin önüne
çıkardığı şansı kullanamadı ve kendisinden öncekilere benzedi. Böylece o da bu
fasit dairenin döngüsüne takıldı.
Ülkenin gerek duyduğu değişim ise bir başka bahara
kaldı. Şu aşamada ne yazık ki değişimi sağlayacak güçler sahnede yok.
Parlamentodaki partilerin hiçbiri ülkenin sorunlarını çözecek köklü bir değişim
programına sahip değil. HDP de bunlardan biri. O çarpıtılmış, yanlış kanallara
sokulmuş, denetim altındaki bir sözde “Kürt hareketi” ile, yine çarpıtılmış,
PKK’nin kuyruğuna takılmış Türk solunun bir bileşkesi. Onun da bu haliyle,
Kürtleri ve bazı sol çevreleri, AK Parti’den kurtulmak isteyen aydınları bir
süre oyalasa bile, yapabileceği bir şey yok. O da bu fasit dairenin bir yolcusu.
Parlamento dışındaki partilerden değişim konusunda
net, yeterli bir programı olan tek Parti HAK-PAR. Ama o da bugün sistemin belki
de tek sakıncalısı. Bu nedenle kuşatılmış durumda. Maddi olanakları yok
derecesinde ve henüz kitleleri etkileyip sürükleyecek kadar sesini duyuramıyor.
Değişimi sağlayacak olan, bunda çıkarı olan
kitlelerdir. Kendi bağımsız ve birleşik güçleriyle sahneye çıkıp demokrasi ve
değişim istemesi gereken emekçiler, kadınlar…
Özgür ve barışçı bir toplum istemesi gereken
aydınlar, gençler…
Özgürlük ve eşitlik için temel haklarını kapsayan
bir programla sahneye çıkması gereken Kürt halkı…
Gerçek bir laiklik ve inanç özgürlüğü için ülkenin
diğer demokrasi güçleriyle el ele vermesi gereken Aleviler ve diğer inanç
mensupları…
Değişim tüm bu güçlerin birliğinden ve
mücadelesinden geçiyor; fasit dairenin kırılması buna bağlıdır.
Bu ne zaman olur? Ufukta, en azından yakın dönem
için ışık görünmüyor.
Durumun bu şekilde uzun süre devam etmesi ise
olanaksızdır. Çözülmeyen sorunlar içten içe çürüyen bir çöplük gibi patlamalara
yol açar. Irak, Suriye ve Mısır’da yaşananların Türkiye’ye sirayet etmesi riski
büyüktür. Böyle bir durum ise herkes için çok büyük bedellere yol açar.
Böyle bir ortamda AK Parti’nin de ayakta kalması
mümkün değil. Bir yangın yerinin ortasında kimse rahat oturamaz.
Kemal Burkay
24 Mayıs 2015