İran karıştı. Ülkenin dört bir yanında kitleler
molla rejimine karşı ayakta.
Bu tam da İran’ın kendisini Irak’ta, Suriye’de,
Yemen’de nüfuzunu genişletme, Şii aksını güçlendirme adına seferber olduğu bir
zamanda oldu.
İran askeri güçleriyle Irak ve Suriye’de, Bağdat
ve Şam rejimlerinin yanında savaşıyor. Yemen’de Suudi Arabistan’la çatışma
halinde ve bu ülkeyi de kan revan içinde bıraktılar.
İran son dönemlerde, özellikle bağımsızlık
referandumu nedeniyle, Bağdat rejimiyle birlikte, Güney Kürdistan’ı tam bir
kuşatmaya aldı. Haşt-i Şabi denen ve IŞİD’çilerden farkı olmayan terörist güçleriyle
Kürdistan’a saldırdı, çeşitli vaatlerle satın aldığı Kürtler içindeki ihanetçi
kesimin de desteğiyle Kerkük ve Şengal dahil, birçok yeri işgal etti.
İran rejimi, işte böylesine kendisini yayılma ve
zafer sarhoşluğuna kaptırdığı bir aşamada İran’ın kendisi adeta beklenmeyen
biçimde bir yangın yerine döndü. Bir kıvılcım koca bir bozkırı tutuşturdu.
Kitleler mollaların yıllardır inşa ettiği ve
acımasızca sürdürdüğü diktatörlüğün yıkılmasını istiyorlar, özgürlük ve
demokrasi istiyorlar.
Aslında bu şaşırtıcı değil. Hatta çok geç kaldığı
söylenebilir. Böylesine çağdışı, baskıcı, zorba bir rejimin bu kadar yıl ayakta
kalmasına şaşmak gerekir.
1970’li yılların sonlarında İran’da kitlelerin
Şahlık rejimine karşı başlattığı devrim, Şahlığın yıkımı ile sonuçlansa bile,
ülkede ileri yönde bir değişimi sağlayamadı, İran halklarına özgürlük ve
demokrasi getirmeyi başaramadı. Mollalar iktidarı ele geçirdiler, yaptıklarına
İslami devrim adını taktılar. Oysa yaptıklarının devrimle bir ilgisi yoktu. Her
şey eskiden daha kötüye vardı. Mollalar rejimi aynen Şahlık gibi Kürt halkına
karşı savaşı sürdürdü. Kadınları kara çarşafa soktu, ilerici güçleri sindirdi,
ülkede bir ortaçağ rejimi inşasına koyuldu. Diğer bir deyişle, gelen gideni
aratır oldu. Baskı rejimine karşı çıkanlar özgürlük isteyenler hapishaneler
dolduruldular ve idam sehpalarına gönderildiler.
Mollalar üstelik, “İslami devrim” adını verdikleri
bu ucubeyi diğer İslam ülkelerine ihraç etmeye kalktılar.
Rejim baskıları ve pervasızca terörünü dörtbir
yanda hayata geçirdi. Seçkin Kürt liderlerden, İran Kürdistan Demokrat
Partisi’nin Genel Sekreteri Dr. Kasımlo ve onu izleyen Genel Sekreter Dr. Sadık
Şerefkendi 1980’li yıllarda Viyana ve Berlin’de katledildiler.
Ama dünya bütün bunlar karşısında yine de gereken
güçlü tepkiyi göstermedi. Devletlerin çıkarları, küçük hesaplar ağır bastı.
Bugün de olduğu gibi…
Elbet, geç de olsa bu tür çağdışı, zorba
rejimlerin ömrü bir yere kadardır. Günü gelir, değişimin yıkım ekipleri
kapılarını çalar, ya da çürümüş bir bina gibi küçük bir sarsıntıda çökerler.
İran’da patlak veren bu halk hareketi nereye
varır, nasıl sonuçlanır, yakın zamanda sistemi çökertir mi, şimdiden kestirmesi
zor; elbet yaşayıp göreceğiz. Ama bir şey son derece açık: Halklarına özgürlük
ve demokrasi tanımayan bu tür rejimlerin hiçbirinin geleceği yoktur.
İran rejimi, Güney Kürdistan’ın bağımsızlık
mücadelesini engelleyerek, Doğu Kürdistan halkımızın özgürlük mücadelesini
boğarak değil, Kürt halkına ve İran’ın öteki halklarına, Azerilere, Belucilere,
Huzistan’a özgürlük tanıyarak, federal ve demokratik bir ülkeye dönüşerek,
temel insan haklarını hayata geçirerek barışa ulaşabilir.
Türkiye’deki bazı şoven çevreler de İran da olup
bitenlerden telaşa kapılmış görünüyorlar. Nerdeyse, düne kadar diş biledikleri
Mollalar rejiminin yardımına koşup yıkımını önleyecekler.
Tabi, dert bir… Ama çaresi de yok; yıkım
istemeyenler sorun çözmeli, demokratikleşmeli.
2 Ocak 2018