DIRBAN’DA ÜÇ GÜN

Resimlerden biri Hazar Gölü manzarası, diğerleri köyden.

DIRBAN’DA ÜÇ GÜN

 

18 Şubat cumartesi günü HAK-PAR’ın 15. Kuruluş Yıldönümü nedeniyle düzenlenen kutlama toplantısına katılmak için Diyarbakır’da idim. 19 Şubat’ta HAK-PAR Bağlar ilçe örgütünün açılışı ve bu açılışla birlikte Parti’nin basın toplantısı vardı. Ona katılıp ertesi gün yine Ankara’ya dönmeyi düşünüyordum.

 

Ama Parti Meclisi toplantısı nedeniyle Diyarbakır’a gelmiş olan yeğenim Derya ile konuştuktan sonra fikrimi değiştirdim ve köyümüze uğramayı seçtim. Yıllar sonra birkaç günlüğüne de olsa köyümüzün kışını görmek, solumak istedim.

 

Basın toplantısının ardından Derya ve Elazığ İl Başkanımız Sıracettin Sarı ile yola çıktık. Diyarbakır güneşli ama soğuktu. Ergani’den sonra karlı dağlar arasından ve Gölcük’ten geçtik. Göl kenarında bir dinlenme yerinde mola verdik. Gölün ve karlı dağların manzarası hoştu.

 

Sıracettin’i Elazığ’da bıraktıktan sonra Bingöl yoluna saptık. Kovancılar’dan geçip Mazgirt tarafına yöneldik. Güneş batmadan köyümüzde idik.

 

Diyarbakır’dan itibaren yol boyunca dört-beş kadar yerde güvenlik güçlerinin denetimi vardı. Köyümüzün girişindeki karakolun önünde de.

 

Köy sanki bomboştu. Köyün öbür ucundaki evimize ulaşıncaya kadar, kimseye rastlamadık. Daha kış bastırmadan yazlıkçılar çekip gitmiş, köyde kalan çok az sayıda insan ise şubat soğuğunda evlerine çekilmiştiler.

 

Kapı önünde bizi Derya’nın küçük kedisi karşıladı. Onu kucağıma alıp sevdim. Sonra, gelip geçene saldıran, özellikle de kadınları kovalayan namlı horozu… Geçen yaz bana alışmış, hatta dizlerime konmuştu. Ama besbelli unutmuş. Ellerimi gagalayıp beni de ürkütmeye kalktıysa da dostluk gösterimi çabucak kavradı ve kendisini okşamama izin verdi.

 

Biz daha eve girmeden komşumuz Celal’in köpeği “Tomas” da çıkageldi. Derya beni onun saldırısından korumak için önden gidip tedbir aldıysa da Tomas beni unutmamıştı. Köpekler kokusunu aldıkları, tanışık oldukları insanları kolay kolay unutmazlar. Yanıma geldi ve onu okşadım.

 

Güneye bakan bahçemizin kuytu yerlerinde hala kar varsa da çoğu yerde erimiş, toprak kabarıp kendisini örten gıri-kurşuni yaprak tabakasını yer yer patlatmış, sarı-kahverengi görünümüyle yüze saçılmıştı. Aşağıdaki tarlalar ve derenin öbür yanındaki yamaç ise boydan boya bembeyazdı, 15-20 santimetre kalınlığında bir kar tabakasıyla kaplıydı.

 

Yurt dışından döndükten sonra köyüme birkaç kez gelmiştim. Ama kışın ilk gelişimdi. Köyümün kışını görmeyeli kim bilir ne kadar yıl geçmiş; belki 45, belki daha fazla…

 

Sabahleyin ilk işim bahçe içinde bir gezi yapmak oldu. İlginçtir, bahçe gözüme ilk kez küçük göründü. Ağaçlar çıplak olduğu için bahçeyi çeviren çitler, komşuların evleri hemen şuracıkta, yakında görünüyordu. Ağaçlar bile sanki küçülmüştüler. İlkbaharın ve yazın coşkusundan, zenginliğinden eser yoktu. Kışın, karlı gecelerin sabahında, dalların karla örtündüğü masalımsı görüntü de olmayınca bahçe çok yoksul göründü gözüme…

 

Sonra Derya ile yukarıya, Govê Çeşmesi’ne doğru yürüyelim dedik. Komşumuz Celal kapısının önündeydi, onunla merhabalaştık. Orada Tomas da bize katıldı. Belki de ilk kez elini başında, sırtında gezdiren ve ona okşayıcı sözler eden biri ile karşılaşıyordu. Bu nedenle o da beni pek sevmiş olmalı ki yol boyunca yanımdan ayrılmadı, elimi yaladı, bacaklarıma sürtünüp durdu.

 

Eziz Dede’nin virane evinin önünden geçerken garip bir hüzün duydum. Bu çalışkan, sessiz adam çoktan hayata veda etmişti. Çocukları ise başka diyarlara çekip gitmiştiler. Yol yer yer karlı, yer yer çamurdu; bata çıka yürüyorduk. Kentli elbiselerimle idim; köye gelmeyi düşünmediğim için, kara-çamura uygun düşen şeyler almamıştım yanıma. Fotoğraf makinamı da bu kez almamıştım. Bu nedenle yarı yolda geri döndük.

 

Mevsim ne doğru dürüst kış, ne de bahar. Bir dahaki sefere bol karlı bir kışa uygun hazırlanıp gelmeliyim, kıra bayıra vurup doyunca dolaşmalıyım, dedim içimden.

 

Akşam Şenay ve annesinin hazırladığı köyümüzün özgün yemeği kömbeden yedik. Şenay’ın annesi de birkaç günlüğüne Elazığ’dan gelmişti ve köydeydi. Dışarı dondurucu soğuk da olsa içerisi gürül gürül yanan odun sobasıyla iyi ısınıyor.

 

21 Şubat günü de köydeydim. Gelip giden birkaç komşuyla çay içtik, sohbet ettik. Ağabeyim Mustafa anılarını anlattı bol bol; köy hayatından ve öğretmenlik yıllarından…

 

Köy tam da emeklilere göre diyorum; sessiz, sakin… Ara sıra Derya’nın horozunun sesi geliyor dışarıdan, dallarda bir-iki karga görünüyor. Bazan da uzaktan köpek havlamaları… Bahar yaklaştığı için ara sıra da deliğinden çıkan bir sincabın sesi…

İnsan böyle yerde uzun zaman kalırsa filozof olur. Yaşlılar ve emekliler içinse bu sessiz, sakin köy yaşamı ölümü beklemek gibi…

 

Gençler düşleriyle yaşar, yaşlılarsa anılarında…

 

22 Şubat öğlen üstü önce kar serpeledi, sonra güneş açtı. Evden çıkıp aşağı yolda biraz gezindik. Bu kez başka bir köpek peşimize takıldı. Onu da okşadım ve o da Tomas gibi bu işten pek hoşlandı. Komşularımızdan Düzgün’ün köpeği idi ve köylüler ona “Gevende”, yani bir tür “boşta gezen” adını takmışlar. Ama asıl adı “Çomo” imiş.

 

İlginç değil mi, dört ayaklı çomarlar ne kadar cana yakın… Tanrı bizi iki ayaklıların belasından korusun!

 

Öğleden sonra köyden ayrıldım ve Elazığ üzerinden uçakla Ankara’ya döndüm. Köyümün kışını bir daha görebilirsem, kim bilir ne zaman?..

 

23 Şubat 2017

--------------------------------------------------------

Resimlerden biri Hazar Gölü manzarası, diğerleri köyden.

Diğer Yazıları
  • PAYLAŞ
  • İzlenme : 668

YORUMLAR (1)

yeni bir ürünü ya da bir şeyi almak, diğer insanları yok saymaktır. Bu yok sayma diğer insanları harekete geçirir ve böylece bir tüketim çılgınlığı döngüsü oluşur. böylece de kapitalizm amacına ulaşmış oluyor..19.07.2015 02:10

YORUM EKLE

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz. Üye Girişi yapın veya Kayıt olun.
Yasal Uyarı​ Yazarın yazıları, fikir ve düşünceleri tamamen kendi kişisel görüşüdür ve sadece kendisini bağlar. Haber ve Köşe yazılarına yapılacak yorumlarda yorum yapan kişi yasal sorumludur. Sitemiz yorumlardan yasal sorumlu değildir.