1.bölüm
Değerli okurlar, bir yıl önce tam da bugün
yayınlanmış olan bu yazımı arkadaşım İlhan Çetin paylaşarak hatırlattı. Kanımca
tazeliğini koruyor ve bugünkü gelişmelere de ışık tutuyor. Aradan geçen bir
yıllık sürede Türkiye içerde sorunlarını çözüp barış yolunu açacağına, ne yazık
ki aksi yönde ilerledi ve Ortadoğu yangınına biraz daha eteklerini kaptırdı.
Tam da bugün Türk birlikleri Cerablus yöresinde Suriye’ye girdi. Gelişmeleri
hep birlikte izleyeceğiz. Böyle bir aşamada bir yıl önceki yazımı sizlerle yeniden
paylaşmakta yarar gördüm. Yazının 2. Bölümü de 26 Ağustos tarihini taşıyor ve
onu da iki gün sonra vereceğim. (24 Ağustos 2016)
Konuşmaktan da yazmaktan da yorulduğumuz zamanlar
oluyor. Söylenmeyen, yazılmayan şey kaldı mı diye soruyoruz kendimize. Aynı
şeyleri tekrar tekrar yazmaksa bazen abesle iştigal gibi geliyor bize.
Evet, insanlığın kültür ve siyaset tarihine, hatta
bizzat şu yakın dönem tarihimize bakarsak gerçekten de söylenmeyen şey yok
gibi… Buna rağmen konuşup yazmayı sürdürüyoruz ve bunu yapmaktan başka çaremiz
yok.
Çünkü insanların büyükçe bir bölümünün söylenip
yazılanlardan haberi yok; onlara doğru ve gerçek bildiğimiz şeyi tekrar tekrar
anlatmak gerekiyor. Hepsi değilse de bir bölümü belki okuyacak ve
dinleyecekler. Bir bölümü, özellikle de önyargılı olanlar ise dinleyip
okuduklarını anlama şansına sahip olmayacaklar; onlara ne söyleseniz boş.
Böyleleri belki yıllar geçip de kafalarını taşa çarptıkları zaman içine
düştükleri hayal dünyasından ayılacak, yanlışı fark edecekler.
Bazılarının yanlışı fark etmeleri için 20-30 yıla
ihtiyaçları vardır, bazılarına ise bir ömür bile yetmez.
Yanlışını gördüğü zaman itiraf edeni ise bu
dünyada Diyojen’in lambasıyla arasanız zor bulursunuz…
Her neyse…
Şiddetin, iç savaşların toplumu sardığı kaos dönemlerinde
insanların kafaları daha da karışır, saflar keskinleşir, kinler öfkeler
bilenir, sağduyu telkin eden sözler önyargı duvarlarını aşamaz.
Böyle dönemlerde kavganın tarafı olan kişiler ve
gruplar bir kaplumbağa gibi kabuklarına çekilir, bir kirpi gibi dikenlerini
gösterirler. Diyalog, birbirini anlama çabası, uzlaşma ortamı kaybolur; bir kör
dövüşü manzarası dörtbir yanı sarar.
Uzun zamandır ki -Türkiye ve Kürdistan da içinde-
Ortadoğu’nun manzarası budur.
Bir tüm olarak dünyanın ya da insanlığın manzarası
farklı mı diyeceksiniz? Eğer aklı başında birileri dünyaya dışarıdan
bakabilselerdi gördükleri manzara için aynı şeyi düşünür, belki de “bu insanlar
çıldırmış” derlerdi.
Son yıllarda dünyamızın en çok kaynayan yeri
Ortadoğu, ama bu kaynamanın tek ya da baş sorumlusu Ortadoğu değil.
Çeşitli yazılarımda yazdım: Uzak sömürgeci geçmişi
bir yana bırakalım, bugün Ortadoğu’da yaşananlar bakımından son 50-60 yıl
içinde dış dünyadan Ortadoğu’ya uzanan ellerin rolü oldukça büyüktür.
Sovyetler Birliği’ne ve bir bütün olarak sosyalist
sisteme karşı “Yeşil Kuşak Politikası” izleyen ABD, dini değer yargılarını
sosyalizme karşı bir panzehir olarak gördü ve İslam dünyasındaki radikal
eğilimleri örgütledi, besledi, tutucu değer yargılarını kışkırttı.
Son yirmi yıldır hem bölge hem dünya için ciddi
bir tehlikeye dönüşen radikal İslamcı örgütler, El Kaide ve onun türevleri; El
Nusra, IŞİD, Boko Haram ve ötekiler, bu politikanın ürünüdür. Sovyetler çöktü,
ama bu örgütler bizzat kendi efendileri için ciddi bir baş ağrısına dönüştüler.
Ve şimdi kahraman Amerikamız onlarla, kendi marifetinin ürünü olan bu belalarla
savaşıyor…
Bugün bölgenin yaşadığı sorunların başta gelen
sorumlusu olsa da, tek sorumlu ABD ve öteki sömürgeci-emperyalist güçler değil.
Bölgenin kendi aktörlerinin bugün yaşanan kaostaki paylarını da görmezden
gelmemeli. Bunlar en başta, 20. Yüzyıl başlarında Osmanlı tümden çöküp
dağılırken bölgede ortaya çıkan çok sayıdaki krallıklar, emirlikler,
diktatörlüklerdir.
Söz konusu monarşik yönetimler bir süre emperyalizmin
yedeğinde, özgürlük ve demokrasi tanımayan bu toplumları yönettiler. Zamanla
bazıları devrildi ve sözde cumhuriyetler kuruldu. Bu cumhuriyetlerin bazıları,
örneğin Irak ve Suriye’deki Baas rejimleri, Mısır’da Nasır, Libya’da kaddafi
yönetimi, kendilerini sosyalist diye niteleseler bile, gerçekte sosyalizmle bir
ilişkisi olmayan tipik Arap milliyetçisi, şoven rejimlerdi. Afganistan’da
krallık yıkılınca yerini alan Sovyet yanlısı rejim de farklı olmadı. İran’da
şahlığın yerini ortaçağ türü bir Mollalar rejimi aldı ve gelen gideni aratır
oldu. Irkçı-milliyetçi bir diktatörlük olarak doğan Türkiye’deki rejim, zamanla
sözde çok partili sisteme geçse bile, toplum bir türlü çağdaş demokrasi ve
özgürlüklerle tanışmadı; sisteme ayar veren askeri darbeler birbirini izledi ve
bugünlere geldik. Şu anda ise durumun ne olduğu ortada.
Bu ülkelerdeki gerek krallık ve şeyhlik tipinden
Ortaçağ türü rejimlerin, gerek sosyalizm suyuna batırılmış Baas ve benzeri
askeri diktatörlüklerin hiç biri, ülkelerinde çağdaş insan hakları ve demokrasi
yönünde gerekli reformları yapmaya yanaşmadılar. Halk muhalefeti ise çoğu zaman
İran ve Afganistan’da olduğu gibi İslamcı, dinci kanallarda kendine yer buldu,
etnik ve mezhepçi renklere büründü. Son olarak Mısır, Suriye ve Libya’da yaşananlar
bunun yeni örnekleri. Değer yargıları ve öngördükleri yaşama tarzı ile İslam
Ortaçağına özenen bu muhalefetin topluma daha iyi bir gelecek sunması
olanaksızdır. Yarattığı sonuçlar, görüleceği gibi söz konusu ülkeleri tam bir
kaosa, şiddet sarmalına sokmakta, toptan bir çöküşe yol açmaktadır.
Ortadoğu bu durumdan nasıl, ne zaman çıkacak,
kestirmesi zor. Ne yazık ki bu durum birkaç kuşağın başını yiyecek görünüyor.
Daha yakına gelelim ve Türkiye’ye bir göz atalım.
Sorunlarını barışçı ve demokratik yol ve yöntemlerle
çözmeyi başaramayan, gerekli ve zorunlu reformları yapamayan Türkiye de uzun
zamandır önemli kutuplaşmalar, yarılmalar yaşıyor. Ülke son 70 yılda sağ-sol,
laik-dinci, Kürt-Türk, Alevi-Sünni çekişme ve çatışmalarına sahne oldu. Sağ-sol
çatışması dünya sosyalist sisteminin yaşadığı büyük çöküntünün ardından eski
ateşini yitirmiş olsa da ötekiler bugün de sürmekte ve taraflar bir diyalog,
uzlaşma, sorun çözme zemininden uzak, kendi mevzilerine çekilmiş ve birbirine
diş bilemekte.
Toplumu her alanda tek renge boyamaya kalkışan
Kemalist rejim uzun zaman hem sola ve emekçi hareketine, hem İslami harekete,
hem Kürtlere ve Alevilere hak ve özgürlük tanımadı. Zora düştüğünde ya da
muhalefetin yükseldiği her dönemde tezgâhladığı darbelerle onları ezdi. Tüm yaşananlardan
sonra bugün de Kemalist kesimin bu siyaset ve toplum anlayışı değişmiş değil.
İslamcılar tüm baskılara rağmen, çok partili
sistemde adım adım güçlenmeyi, yollarını açmayı ve en sonunda iktidar olmayı
başardılar. Kemalist kesimin son darbe girişimleri AK Parti’nin yükselişini
önleyemedi. Ama onlarla İslamcı kesim arasındaki amansız çekişme bugün de
sürmekte. AK Parti devlet kurumlarını tümüyle denetime alıp kendi İslamcı
toplum ve yönetim anlayışını her alanda egemen kılmaya çalışırken Kemalist
kesim AK Parti’yi şu veya bu şekilde düşürüp sistemi kendi anlayışı
doğrultusunda restore etmeyi umuyor ve bu yöndeki çabalarını sürdürüyor.
Kürtlerin hak ve özgürlük mücadeleleri, 1960’lı,
70’li yıllarda canlanıp barışçı bir doğrultu izler ve yıldan yıla kitleselleşip
güçlenirken, sistem baskı ve şiddet yöntemleriyle, askeri darbelerle bunu
kesintiye uğrattı, engelledi, türlü provokasyon ve tuzaklarla ve PKK eliyle
şiddete yöneltti. Böylece süreç içinde barışçı yöntemler izleyen ilerici,
çağdaş Kürt yurtsever örgütleri güç kaybederken silahlı mücadeleyi başlıca
yöntem seçen ve 1984 yılında gerilla savaşı başlatan PKK güçlendi ve Kitleleri
çevresinde topladı.
Ne var ki PKK’nin başından itibaren izlediği
politikalar, ilişkide olduğu, kendisine destek ve yön veren odaklara bağlı
olarak çok zikzaklı oldu. Bunlar kamuoyunca biliniyor, ben de çok söyleyip
yazdım. Türk devleti ve ötekiler PKK’nin ortaya çıkıp güçlenmesinde önemli bir
rol oynadılar; ama bununla Kürt sorunu çözülmedi, aksine yıllar içinde daha da ağırlaştı
karmaşık hele geldi.
1984’ten bu yana yaşanan çatışma ortamı ister
istemez, her iki halkın saflarında kini, öfkeyi, diğer tarafa karşı
güvensizliği ve önyargıları güçlendirdi. Bu süreçte Türk toplumunda Kürt
karşıtı duygu ve düşünceler zaman zaman zirve yaparken, Kürt kesiminde de Türk
tarafına karşı benzer duygular ve önyargıları güçlendi.
Yıllar yılı resmi söylemde Kürt halkının varlığını
inkar etmiş olan Türk yönetimi sonunda Kürtlerin varlığını kabul etme noktasına
gelse ve bir bölümüyle bu sorunun salt baskıyla, askeri yöntemlerle
çözülemeyeceğini dile getirse de, çözüm diye yaptıkları şeyler bazı palyatif
tedbirlerden ileri gitmedi. Türk devleti sorunu çözmeye elverir köklü
reformlara girişmeyi hiç düşünmedi. Devlet politikasında Kürtleri oyalama, aza
razı etme, tuzaklar, oyunlar sürüp geldi. Bu nedenle “Kürt açılımı” ya da
“Çözüm ve Barış” süreci denen son girişimler de bir sonuç vermedi, göstermelik
kaldı.
Tüm bu oyun ve tuzaklar sonucu Kürt hareketi ciddi
bir çarpılma yaşadı. PKK Kürt halkının tüm temel taleplerini terk edip tümüyle
devletin istediği çizgiye gelirken, öte yandan Kürt toplumu üstündeki güç
tekelini terk etmek istemedi, bu nedenle elindeki silahı bırakmaya yanaşmadı.
Bu durum, zaman zaman Ergenekon’un ve Suriye, İran gibi dış etkenlerin de işin
içini germesiyle yeni sıcak çatışma dönemlerine yol açtı.
Tüm bu gelişmeler PKK dışındaki Kürt çevrelerinde
de ciddi bir güvensizliğe yol açtı. “Türklerle birlikte yaşanmaz”, “Türklerden
demokrat olmaz” tarzındaki görüşler, bu türden önyargılar yaygınlaştı.
Türkiye’de Kürt olsun Türk olsun, Alevilerin uzak
geçmişten kalma travmaları vardır. Kerbela olayı, Yavuz Selim’in yaptıkları,
Koçgiri ve Dersim olayları bugün bile hafızalarda canlıdır. 1960’lı, 70’li
yıllarda Maraş, Malatya, Çorum’da ve Alevilerle Sünnilerin kitlesel biçimde yan
yana yaşadıkları diğer illerde yaşananlar ise tazedir. Bu durum Alevi kesiminde
Sünnilere karşı derin bir güvensizliğe yol açmıştır. Öyle ki Aleviler bu
güvensizlikle, kendisini Laik diye sunan ve Sünni İslami akımla da zaman zaman
çekişen Kemalizmi kendilerine daha yakın görmüş, onun kanatları altına
sığınmıştır. Kemalist rejimin eseri olan Koçgiri ve Dersim kırımlarına ve tek
parti döneminde Alevilerin yok sayılmasına, ağır baskı altında olmalarına
rağmen…
Bu anlayışla Aleviler, AK Partiyi de hep kuşkuyla
karşıladılar ve ona karşı Kemalistlerle birlikte saf tuttular. AK parti ise, bu
güvensizliği gidermek için göstermelik Alevi çalıştayları filan düzenlese de
gerçekte fazla bir şey yapmadı. Hatta zorunlu din dersi uygulamasına son
vermek, cem evlerinin statüsünü tanımak gibi basit adımları bile atmaktan
kaçındı. Onlara camiyi gösterdi ve zaman zaman itici, ötekileştirici bir dil
kullandı. Öyle olunca Alevi sorunu da, Kürt sorunu gibi bugün de gündemde ve
gerginlik, sürtüşme, hatta çatışma yaratan alanlardan biri.
Sol hareket 12 Eylül döneminde gördüğü ağır
baskılar, özellikle de sosyalist sistemin çöküşünün ardından uğradığı büyük
moral bozukluğu nedeniyle ufalmış, aşırı derecede bölünmüş ve ne yapacağına
bilemez durumda. Bir bölümü sözde laik geçinen Kemalist kesimin ardına
takılmış, “ulusalcılık” yapıyor, bir bölümü ise “Kürt Siyasi Hareketi” diye
adlandırdığı PKK’nin kuyruğuna takılmış, sözde devrimcilik yapıyor… Türkiye
solu iç ve dış politikasını otomatiğe bağlamış; iç politikayı anti AKP, dış
politikayı ise anti Amerikan bir rotada yürütüyor…
Tüm bu çözülmeyen sorunlar, bunların yarattığı
toplumsal kutuplaşmalar, yarılmalar, artı-eksi elektrik yüklü tel uçları gibi
zaman zaman çatışma kıvılcımlarına yol açıyor. Bu sorunlar ayrıca toplumun
enerjisini, olanaklarını gelişme ve ilerleme yönünde değil, olumsuz bir yönde
harcamasına, tüketmesine yol açarak önemli ekonomik ve başka türden sosyal
sorunlara da yol açıyor.
Türkiye bu durumu nasıl aşacak, sorunlarını nasıl
çözecek? Bunu yapamazsa nelerle yüz yüze gelebilir?
Buna da yazımın 2. Bölümünde değineceğim.
24 Ağustos 2015
2. Bölüm
Bir yıl önce yayımlanan bu yazımın birinci
bölümünü iki gün önce vermiştim; ikinci bölümünü de aşağıda paylaşıyorum:
Yazımın 1. Bölümü şu sözlerle bitiyordu: Türkiye
bu durumu nasıl aşacak, sorunlarını nasıl çözecek? Bunu yapamazsa nelerle yüz
yüze gelebilir?
Kanımca sorumluluk duyan herkesin bu sorular
üzerinde düşünmesi gerekir.
Bunun için öncelikle başka ülkelerin ve
toplumların benzer sorunlar karşısındaki olumlu-olumsuz deneyimlerini göz önüne
almak yararlı olur.
Batı ve Orta Avrupa geçtiğimiz yüzyıllarda “30 Yıl
Savaşları”, “Yüz Yıl Savaşları” gibi çok önemli etnik çatışmaları, mezhep
savaşlarını ve iki dünya savaşını yaşadı. Ama bugün, İrlanda sorunu, Bask
sorunu gibi geçmişten miras kalsa da artık çözüm yoluna irmiş olan bazı lokal
sorunları saymazsak, AB bu tür kanlı çatışmaları artık geride bıraktı.
Bugün AB ülkelerinde inanç alanında değişik din ve
mezhepler arasında hoşgörü egemendir. Aynı şey AB ulusları arasındaki ilişkiler
bakımından da geçerli. AB ulusal sınırları aşan bir tür federal birlik. AB
ülkelerinin çoğunun ortak para birimi, ortak pasaportu, birinden diğerine
geçişte pasaport gerektirmeyen ortak sınırları, ortak parlamentosu ve ortak
hükümet rolü oynayan AB Konseyi var. Bir AB hukuku oluşmuş. Elbet AB’nin bugün
de, son Yunanistan krizinde olduğu gibi yaşadığı sorunlar yok değil; ama bu
kadarı normal ve Ortadoğu’nun yaşadığı krizlerle kıyaslanamaz.
Demek ki önümüzde etnik farklardan doğan sorunları
aşmış, bu alanda barışı gerçekleştirmiş çok önemli bir örnek var. Bu birlik
içinde ve dışında Belçika, İsviçre, İspanya gibi ulusal sorunu federal ya da
özerk biçimlerle çözmüş ülkeler var. Cezayir sorununu Cezayir’e kendi kaderini
tayin hakkını tanıyarak çözmüş Fransa örneği var.
Kuşkusuz başka örnekler de verilebilir. 1917
Devrimi’nden başlayarak ulusal sorunu federal biçimde çözmüş ve bunu Sovyet
dönemi sona erdikten sonra da sürdüren Rusya örneği var. Kanada, Avustralya,
Hindistan örnekleri var.
Demek ki Türkiye gibi bir ülke de yüz yüze olduğu
bu sorunları; Kürt sorununu, Alevi sorununu, Laik-İslamcı sorununu uygar
yöntemlerle çözebilir. Bunun için yapılması gereken, dil ve inanç alanında var
olan toplumsal farkları bir gerçeklik olarak kabul etmek, onların varlığına
saygı göstermek, değişik grupların haklarını tanımak, böylece barış içinde bir
arada yaşamanın ortamını yaratmaktır.
Bir de olumsuz örneklere, yani bir sorunun nasıl
çözülemeyeceğine ve yarattığı yıkıcı sonuçlara bakalım:
Bunlardan biri çok yakınımızdaki ve Kürdistan’ın
Güney parçasını da sınırları içinde barındıran Irak’tır. Irak önce krallıktı,
sonra 1958 askeri darbesiyle cumhuriyete dönüştü. Ama demokrasiyi ve insan
haklarını yurttaşlarına tanımayan bir “cumhuriyet”... Irak Kürtlere eşit haklar
tanımaya yanaşmadı ve onlarla hep savaştı. Kürtler önce otonomi istiyorlardı,
Irak bunu tanımadı. Günü geldi, Kürt direnişi güçlenince, 1970 yılında tanımaya
mecbur oldu; ama bu kez de anlaşma hükümlerini hayata geçirmedi. Bu nedenle
çatışma devam etti. Kürt savaşı Irak’ın başına yeni gaileler açtı. Saddam
liderliğindeki diktatörlük rejimi önce İran’la uzun, yıkıcı bir savaşa tutuştu,
sonra Kuveyt’i işgal macerasına yöneldi. Sünni Arap azınlığa dayanan Saddam
rejimi, aynı zamanda ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Şii Arapları da baskı
altında tuttu. Kürtlerle, Şiilerle ve diğer farklı gruplarla ortak bir yaşama
elverir demokratik bir sistem kuramadı. Bunun Irak bakımından yarattığı yıkıcı
sonuçlar malum. Irak yabancı işgaline uğradı ve Saddam rejimi kötü biçimde
yıkıldı, yeni sistem parlamenter demokrasiyi ve federalizmi benimsedi. Ama
geçmişin kötü mirası üzerine demokrasiyi inşa etmek kolay değildi. Diğer bir
deyişle, Irak bu işte çok geç kalmıştı. Irak bugün de artan bir şiddet sarmalı
ve parçalanmayla yüz yüze. Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllı çıkaramaz
dedikleri tam da budur.
Kendisine bir de sosyalist sıfatını yakıştıran
Baas Partisi, eğer Kürt halkının otonomi talebini saygıyla karşılasaydı, bunun
yanı sıra ülkede demokratik parlamenter bir rejimin yerleşmesine öncülük
etseydi Irak tüm bu savaşları yaşamaz, Irak Halkı, Arabı ve Kürdüyle bunca acı
çekmez, ülke yanıp yıkılmaz, Saddam’ın kendisi yıllarca bir köstebek yuvasında
saklanıp, sonra da yakalanıp idam edilmez, bugün belki de saygıyla anılırdı.
Ama o, kişisel hırsının tutsağı olarak diktatörlük ve baskı yolunu seçti,
böylece hem kendisine, hem halkına felaket getirdi. Ondan sonra gelen
Bağdat’taki Şii yöneticiler de ne yazık ki iyi bir yönetim örneği
sergilemediler, yeni Irak Anayasası’na uymadılar. Örneğin Kerkük için, anayasanın
geçici maddesiyle hükme bağlanmış referandumu hayata geçirmediler. Petrolün
büyük bölümü Kürdistan’da çıktığı halde, Federe Kürdistan’ın % 17 petrol payını
bile vermeye yanaşmadılar. Bu ve benzer tutumlar Kürtlerle ilişkileri yeniden
gerdi ve söz konusu yönetim yanlışları Sünni kesimde boy veren El Kaide
terörüyle de birleşince ülke bir türlü istikrar kazanamadı, derin bir kaosun
içine sürüklenerek parçalanmanın eşiğine geldi.
Bir başka yakın örnek Suriye’dir.
Suriye Fransız sömürge yönetiminden kurtulduktan
sonra birbirini izleyen darbelerle yönetildi. Son darbeyi General Hafız Esat
yaptı ve ülkeyi Baas Partisi eliyle yönetti. Suriye Baas Partisi de Irak’taki
refiki gibi gerekli reformları yapıp ülkeye demokrasi getirme diye bir çaba
içinde olmadı, tek parti yönetimini ve diktatörlüğü tercih etti. 1970’li ve
80’li yıllarda “Müslüman Kardeşler” öncülüğünde kendini gösteren muhalefete
karşı çok sert davrandı. Zaman zaman toplu tutuklamalara hatta kırıma başvurdu.
Bu ise muhalefeti daha da radikalleştirdi ve terör eylemlerine itti.
Suriye Kürtleri, Fransızlar döneminde nispeten
soluk almış, örgütlenmiş ve Hawar Dergisi gibi önemli yayınlar yapmışlardı. Ama
Fransızların ardından gelen Suriye ulusal yönetimi bu kadarcık hoşgörüyü bile
göstermedi; Kürtler Türkiye ve İran’da olduğu gibi sert baskılara hedef
oldular. Bir bölümü vatandaş bile sayılmıyor ve öteki Suriyelilerin
yararlandığı vatandaşlık haklarından yararlanamıyordu. Hafız Esat ve onu
izleyen oğlu Beşar döneminde de bu durum devam etti.
Birkaç yıl önce Kuzey Afrika’da patlak veren Arap
baharının yarattığı direniş dalgaları çok geçmeden Suriye’ye de ulaştı. Esat
rejimi bu kez de reformlara yönelerek toplumun taleplerini karşılama becerisini
gösteremedi, muhalefeti şiddetle bastırma yöntemini sürdürdü. Bu ise ona
pahalıya mal oldu. Suudi Arabistan, Katar gibi halkının çoğunluğu Sünni olan
Arap ülkelerinin ve Türkiye’nin, hatta başlangıçta ABD ve öteki batılı
ülkelerin verdiği destekle muhalefet kısa sürede güçlendi ve çoğu İslamcı olan
bu muhalefet içinde El Nusra ve IŞİD gibi radikaller ön plana çıktı. ABD bu
aşamada geri çekildi ve radikal İslamcılara karşı tavır aldıysa da Esat’ı
devirme tutkusuna yakalanmış olan Türk hükümeti tutumunu değiştirmedi. Ancak bu
politika hem Suriye sorununu çözmeye elvermezdi, hem de bizzat Türkiye’yi
Ortadoğu batağına sürüklemekteydi. Kendisi içerde önemli sorunlar yaşayan
Türkiye için bu çok riskli bir politikaydı.
Türkiye, Irak ve Suriye gibi komşularının
yaşadıklarından doğru dersler çıkarsa yapacağı şey, yangına körükle gitmek,
Suriye iç savaşına taraf olmak, böylece Ortadoğu batağına girmek değil, en
başta kendi sorunlarını barışçı yöntemlerle çözerek komşularına iyi örnek
olmaktı. Bu sorunların başında ise Kürt ve Alevi sorunları gelmekte. Türkiye
bir yandan Esat yönetimini bir an önce Devirmek için Sünni cephede yer almakla,
diğer yandan Suriye Kürtlerinin bir statüye sahip olma çabası gibi en doğal bir
istekten ürküp buna karşı çıkmakla içerde de Kürtleri ve Alevileri rahatsız
eden bir politika izlemekte ve Suriye sorunu giderek Türkiye’nin bir iç
sorununa dönüşmekte ya da zaten var olan sorunları ağırlaştırmakta.
Türkiye ne yazık ki izlediği bu yanlış
politikalarla Ortadoğu cangılına sürüklenmekte, onun bir parçası olmakta. Ve
eğer bu gidiş böyle devam eder, sağduyu egemen olmazsa, çok geçmeden Türkiye,
herkesin herkesle savaştığı bir Irak’a, bir Suriye’ye, bir başka deyişle
cehenneme dönebilir. Nitekim 7 Haziran seçimleri öncesi ve sonrası
provokasyonlar, adına “Çözüm ve Barış Süreci” denen göstermelik sürecin son
bulmasına ve daha şimdiden yangının Kuzey Kürdistan’a ve Türkiye’ye sıçramasına
yol açtı.
İzlenen yanlış siyasetin sorumlusu elbet en başta
Ak Parti Hükümetidir. Ama tek sorumlu o değil. Yazımın başında da belirttiğim
gibi bugün yüz yüze olduğumuz büyük kutuplaşma ve yarılma ortamında tüm
taraflar –Kemalistler, İslamcılar, Kürtler, Aleviler, sol gruplar ciddi
sorumluluk taşıyorlar. Bu kesimlerin her biri eğer bu kötü gidişin durmasını,
ülkenin barışa ve demokrasiye kavuşmasını istiyorlarsa yapılacak şey bellidir:
Eski, yıllanmış, cılkı çıkmış yanlış politikaları bir yana bırakıp ülkenin
sorunlarının çözümü için somut ve çağdaş projelerle ortaya çıkmak.
Çözüm demokraside ve değişimdedir. Bunun için
dünyadaki kötü örnekleri değil, iyi örnekleri seçmek gerekir.
Toplumu tek renge boyamaya yönelik Kemalist
politikalar çoktan iflas etti. Kendisini sosyal demokrat diye niteleyen CHP,
artık 1930’ların faşizan politikalarını bir yana bırakıp, bu kamburu sırtından
atıp en azından sosyal demokrat çizgide, çağdaş değişimci projelere yönelmeli.
Geçmişte Kemalist politikalardan çok çekmiş olan
İslamcı kesim, iktidar gücüne kavuştuktan sonra bu kez de kendisi, ama İslamcı
nitelikte tek renk bir toplum yaratma hevesine kapılmamalı, bu takıntısını bir
yana bırakmalı.
Gerek Kemalistlerin, gerek İslamcıların tek renk
toplum yaratma takıntıları, bugünkü kutuplaşmanın ve yarılmanın önemli bir
nedenidir. Bu kutuplaşma ancak laiklik ilkesine ve aynı zamanda inanç
özgürlüğüne saygı göstererek aşılabilir. Diğer bir deyişle her iki tarafa da gerekli
olan hoşgörüdür ve demokratik prensiplerdir.
Kürt sorunu ancak Kürt halkının temel haklarına
saygı göstererek, bu hakların hayata geçmesini sağlayarak çözülebilir. Bunun
için Türk tarafı, Kemalisti ve İslamcısıyla, baskı politikasını, oyalama aldatmaca
yöntemlerini tümden bir yana bırakıp ciddi, sorun çözmeye elverir kapsamlı
projelerle ortaya çıkmalı. Biz, eğer her iki halk bir arada ve barış içinde
yaşayacaksa, bunun biçimi olarak federalizmi görüyoruz. Yukarda da örneklerini
verdiğimiz üzere pek çok ülkede ulusal veya etnik nitelikli sorunlar böyle
çözülmüştür.
Kürt sorununun çözümü için politikalarını gözden
geçirmesi gereken taraflardan biri de bizzat Kürt tarafıdır. Birçok çevrenin,
haksız ve kolaycı biçimde “Kürt Siyasi Hareketi” diye niteledikleri PKK ve
yasal uzantıları ne istediğini netleştirmeli. Gerçekten özerklik mi istiyorlar,
yoksa hiçbir şey mi? Bir yandan Kürt halkının tüm temel taleplerini bir yana
bırakmışken ve kitleleri “demokratik özerklik” gibi içi boş şeylerle, “ortak
vatan”, “demokratik ulus” gibi uydurmacalarla oyalarken diğer yandan
dağda-ovada silahlı dolaşmanın, yol kesmenin, bomba atmanın, adam öldürmenin,
yakıp yıkmanın ve böylece karşı tarafı daha ağır bir şiddete yöneltip
Kürdistan’ın bir kez daha yanıp yıkılmasına yol açmanın bir alemi yok.
Kürtlerin PKK dışındaki kesimlerinin de iki halkın
barış içinde, ama özgür biçimde bir arada yaşamasına elverir bir dil
benimsemelerinde yarar var. Bazı kesimler, vurmaya niyeti olmayanın büyük taşa
sarılması misali, bir zamanlar PKK’nin yaptığı gibi, bağımsız devlet isteminden
aşağı düşmüyorlar. Oysa bağımsızlık ne kadar hakkımız olsa da çözüme yardımcı
olmak için bizim de bir uzlaşma diline ihtiyacımız var. Önemli olan özgür
olmaktır ve federal biçimde de özgür olabiliriz. Federalizm eşitlikçi bir
statüdür. Bu istemi yükseltmek, hem nerdeyse nüfusunun yarıdan çoğu Batı’ya
göçmüş Kürtler, hem de her şeye rağmen bir arada yaşama yanlısı olan Türk
muhataplarımız arasında bize destek sağlar ki bizim bu anlayışa ve desteğe
ihtiyacımız var. Eğer karşı taraf böylesi eşitlikçi bir çözüme ve bu türden
özgürce bir arada yaşamaya hayır der ve bize ısrarla bağımlılık ilişkisini
dayatırsa o zaman biz de gücümüz yeterse bağımsızlığı seçeriz. Ama öncelikle
gerçekleşme şansı ötekine göre çok daha fazla olan statü için, federal çözüm
için çalışalım.
Alevi sorunu Kürt sorunu kadar büyük bir sorun
olmasa da önemli bir sorundur ve çözümü daha kolaydır. Bunun için Alevilerin
haklı talepleri karşılanmalı. Bu en başta da İslamcı kesime düşüyor. İnanç
özgürlüğüne değer veren bu kesim, Alevi halkın da başkalarının da inanç
özgürlüğüne hakları olduğunu kabul etmeli, bunu içine sindirmeli. Bu nedenle,
zorunlu din dersinde ısrar etmemeli, Diyanet İşleri Teşkilatı bir vakfa
dönüştürülmeli. Cem evlerinin bir inanç yeri olarak statüsü tanınmalı. Her
inanç mensubu cemaat dini işlerini kendisi düzenlemeli ve masraflarını kendisi
karşılamalı.
Alevilere gelince, onların da sorunların çözümü
için önyargılarından sıyrılmaya ve daha uzlaşıcı bir dile ihtiyaçları var. Bu
ise Kemalistlerin yanında saf tutup bir cephe savaşı vermekle olmaz. Karşılıklı
hoşgörü gerekli. Sünni Alevi’yi, Alevi Sünni’yi düşman ya da öteki gibi
görmeyecek. Her iki kesim de geçmişten kalan önyargıları bir yana bırakacak,
birbirini şeytanlaştırmayacak.
Un ufak olmuş sola fazla bir şey demiyorum. Ama
emekçilerin çıkarı da geniş bir demokrasidedir ve ülke sorunlarının
çözümündedir. Sol eğer ulusalcılık adı altında Kemalist kesime ve devrimcilik
adı altında PKK türünden örgütlere kuyrukçuluk yapmasa, solun tarihsel
özgürlükçü değerlerine sahip çıksa, bu hem kendisi, hem emekçiler, hem de
herkes için iyi olur.
Kısacası, sorunlarımızı çözecek olan
kutuplaşmalar, önyargılar değil, karşılıklı anlayış, hoşgörü, diyalog ve
uzlaşmadır. Önümüzde iyi örnekler de var kötü örnekler de. Birini veya diğerini
seçmek bizim elimizde. İyi örnekleri seçip demokrasiye, özgürlüğe ve barışa
ulaşmak; bir İsviçre, bir Kanada olmak da bizim elimizde; yanlış yolu, kötü
örneği seçip bir Suriye olmak da. (Bazı sol yoldaşların homurdandığını duyar
gibiyim: “Kanada veya İsviçre olmayı değil, biz devrimi ve sosyalizmi
istiyoruz!” Tamam, onu da isteyelim! Eğer demokratik bir ortamda halk bize
destek verirse ve biz bu desteği elde etme başarısını gösterirsek…
Biliyorum, bazıları benim bu dediklerimi iyi
niyetli, ama Türkiye’nin söz konusu kamplaşma ortamında gerçekleşme şansı
olmayan öneriler olarak niteleyecekler. Özellikle de kutuplaşmada taraf olan,
kavgaya kendini kaptırmış ve burnundan soluyan insanlar…
Kuşkusuz her birimizin bir tarafı vardır, benim de
var. Ama bu, sorunlarımızı çözmek için sağduyulu davranmaya, diyalog kurmaya ve
bir uzlaşıya varmaya engel değil, olmamalı. Bunu başarmanın kolay olmadığını
biliyorum. Ama bize gerekli olan, öfkemizin ve burnumuzun doğrultusunda gitmek
değil, tam da bunu yapmaktır. Ve eğer bunu başarırsak hep birlikte özgürlüğe ve
barışa ulaşır, ülkemizde insanca bir yaşamı birlikte inşa edebiliriz. Yoksa şu
Ortadoğu cangılının kıyısında Suriye benzeri cehennemi bir yıkımı yaşamak işten
bile değil. Bu ise herkes için tam bir felaket olur.
İnanıyorum ki her kafadan bir ses çıkan bu
fırtınalı ortama rağmen bu kötü gidişi gören, sağduyulu, barış ve çözüm isteyen
çok insan da var. Yapılması gereken, bu insanların güçlerini birleştirip
seslerini yükseltmeleri ve ülkenin politikasını etkilemeleridir.
Barışa ulaşmak gerçekçi çözümlerle mümkündür ve
çözüm ileri görüş ve cesaret ister.
26 Ağustos 2015