Değerli
konuklar!
Değerli
Partili arkadaşlarım!
Partimizin
6. Olağan Kongresi’ne hoş geldiniz.
Bildiğiniz gibi Hak ve Özgürlükler Partisi’nin
Genel Başkanlığı’na iki yıl önce, 4 Kasım 2012’de yapılan 5. Olağan Kongre’de
seçilmiştim. O zaman yaptığım konuşmada, ülkemizin ve halkımızın yüz yüze
olduğu önemli sorunlara ve bu sorunların çözümü için çaba gösteren HAK-PAR’ın
siyasal hayatımızdaki rolüne, amaç ve hedeflerine, programının ana hatlarına
değinmiştim.
Daha sonra da çeşitli vesilelerle buna ilişkin
görüşlerimi ve HAK-PAR’ın önündeki görevleri dile getirdim. Bunları
biliyorsunuz. Bu nedenle aynı şeyleri bir kez daha tekrarlamaya gerek
görmüyorum.
Yine bu iki yıl içindeki parti çalışmalarımız,
Parti Meclisi adına hazırlanan Çalışma raporunda özetlenmiştir ve Kongreye
sunulacaktır; bu çalışmalardan da ayrıca söz etmeme gerek yok.
Ama bu iki kongre arası yaşanan önemli bazı iç ve
dış politik gelişmelerden kısaca söz etmek istiyorum.
Bunlardan biri elbet, ülkenin en büyük sorunu olan
Kürt sorununa ilişkin gelişmelerdir. Bildiğiniz gibi, 2011 Haziran seçimleri
öncesi silahlar susmuştu ve görüşmeler yoluyla sorunun çözüleceğine dair bazı
umutlar doğmuştu. Ancak bu dönem kısa sürdü. Seçimlerin hemen ardından ortam
yeniden gerildi ve PKK ile güvenlik güçleri arasında çatışmalar başladı. Bu
durum 2012 yılı boyunca da devam etti her iki taraftan yüzlerce genç insanımız
daha bu çatışmalarda hayatını yitirdi.
5. Kongremizi böylesi bir ortamda yaptık. Kongrede
yaptığım konuşmada sorunun çözümü ve barışa ulaşmak için görüş ve önerilerimi
dile getirdim. Bu kapsamda öncelikle silahlı çatışmanın durdurulmasını, PKK’nin
silah bırakmasını, devletin ise hem bunu kolaylaştırıcı adımlar atmasını,
örneğin bir af çıkarmasını, hem de sorunun çözümü için Kürt halkının temel
haklarını tanıyan adımlar atması gereğini dile getirdim.
2013 Martı’nda MİT Müsteşarı ile Öcalan arasında
yapılan görüşmeler sonucu silahlar bir kez daha sustu ve Hükümetin, adına önce
“çözüm ve barış süreci”, daha sonra da -muhalefetten ve statükocu kesimlerden
gelen tepkiler üzerine- “milli birlik ve beraberlik süreci” dediği bir süreç
başladı.
Bu gelişme kamuoyunda, şiddetin sona ermesini,
Kürt sorununun çözümünü ve ülkeye barış gelmesini isteyen kesimlerde genel
olarak olumlu bir hava yarattı. Ancak biz koşulları ve her iki tarafın niyet ve
taleplerini gerçekçi biçimde değerlendirdik ve buna ilişkin kaygılarımızı dile
getirdik.
Nisan 2013’te, yani söz konusu sürecin daha
başlarında yazdığım “Nasıl bir süreç, barış ve çözüm mü?” başlıklı yazımda bu
kaygıları dile getirdiğim. Hükümet’in bu girişimle yalnızca PKK’ye silah
bıraktırmayı amaçladığını ve bundan öte Kürt sorununun çözümüne yönelik bir
projesi olmadığını söyledim.
Elbet, PKK’nin silah bırakması bile tek başına
önemliydi; ancak yalnızca bu, Kürt sorununun çözümü ve dolayısıyla barış
olmazdı. Sorun ancak Kürt halkının temel haklarını tanımakla çözülür.
Kaldı ki PKK’nin silah bırakması için seçilen
yöntem de bizce yanlıştı. İlk aşamada, 1999-2000 yıllarında yapıldığı gibi,
PKK’nin silahlı güçlerini sınır ötesine taşıması hedeflenmişti. Oysa yapılması
gereken, afla ve öteki düzenlemelerle gerekli güveni vererek silahların bizzat
yurt içinde bırakılmasıydı. Öyle ki dağdakiler herhangi bir kovuşturma riski
olmaksızın insin, yurt dışındakiler serbestçe dönsün, cezaevindeki siyasi
tutuklular da özgürlüklerine kavuşsun ve tüm bu insanlar sosyal ve siyasal
yaşama karışabilsin.
Nitekim bunlar yapılmadığı için, aradan geçen
yaklaşık iki yıla rağmen gerekli güven ortamı oluşmadı. Devlet bir yandan
Kürdistan’da kalekol yapımlarını sürdürürken PKK de silahlı güçlerinin pek
azını sınır dışına çekti; bir yandan da bölgede asayiş güçleri oluşturma, yol
kesme ve benzeri, bölge jandarmalığına özgü işlere soyundu.
Böylece bu iki yılda sorunun çözümü yönünde, büyük
ya da küçük herhangi bir adım atılmadığı gibi şu anda da, “süreç, çözüm ve
barış” üzerine bol söz edilmesine karşılık ortada bir proje görünmüyor. Kürt
toplumunda “çözüm” adı altında bir oyalama politikası izlendiğine dair algı
güçleniyor.
Bu durum, Güney ve Güneybatı Kürdistan’daki son
gelişmelerden, özellikle de Kobani’ye yönelik saldırıdan etkilenerek bu ayın
başlarında bir öfke patlamasına yol açtı, KCK ve HDP’nin çağrısıyla insanlar
sokaklara döküldü ve bir anda ülke doğudan batıya bir yangın yerine döndü, kan
döküldü ve son derece üzücü manzaralar oluştu.
Bu da mevcut durumun ne kadar kırılgan olduğunu ve
ülkenin her an yeniden bir çatışma ortamına sürüklenebileceğini gösterdi.
Değerli
arkadaşlar,
Sorunun çözümü için en başta, onun doğru
tanımlanması ve tarafların çözüm yönünde istekli ve kararlı olmaları gerekir.
Kürt sorunuyla ilgili yıllardır söylediğimiz ve
aslında herkesin bildiği, ama bu ülkenin siyaset adamları, hatta bilim adamları
ve çoğu yazar-çizeri tarafından bilinmezden gelen gerçekleri tekrar tekrar dile
getirmek sıkıcı olsa da, onları özetle bir kez daha vurgulamak isterim: Kürt ve
Kürdistan sorunu bir ulusal sorundur, Ortadoğu’da ülkesi bölünmüş, şu anda
nüfusu 50 milyona yaklaşan bir halkın sorunudur. Bu halk her dört ülkede de
özgürlük mücadelesi veriyor. Bu sorunun çözümü iki biçimde mümkündür: Ayrı
devlet ya da federasyon. Eğer Kürt halkı yan yana yaşadığı halklarla bir arada
barış içinde yaşayacaksa bunun biçimi eşitlik temelinde bir çözümdür,
federasyondur.
Güney Kürdistan’da böylesi bir çözüm oldu. Gerçi
orada henüz sistem oturmadığı, özellikle Sünni ve Şii Arap kesimi arasında
kanlı bir mezhep kavgası süregeldiği için, bu durum Güney Kürdistan’ı da
olumsuz biçimde etkiliyor. Ve orada hâlâ Kerkük sorunu gibi çözüm bulmamış
sorunlar var. Son olarak Güney Kürdistan, bu kanlı terör ortamında boy veren
IŞİD’in saldırısına uğradı.
Irak, önümüzdeki uzun olmayan bir erimde ya mezhep
kavgasını aşacak, anayasada belirlenen biçimde bir demokrasiyi ve uzlaşmayı
hayata geçirecek, ya da parçalanacak ve üç ayrı devlete ayrılacak, böylece
Güney Kürdistan da bağımsız bir devlet olacak. Irak’ın mezhep kavgasını, bu
kanlı boğazlaşmayı aşması ne yazık ki zor görünüyor. Öyle olunca önümüzdeki büyük
ihtimal Irak’ın üçe bölünmesi, üç ayrı devletin oluşmasıdır. Elbet böylesi bir
gelişme de sancısız olmayacak, taşların yerine oturması zaman alacak.
Benzer bir durum şu anda Suriye’de yaşanıyor.
Suriye’deki diktatörlük rejimi, gerekli reformları yapıp demokrasi yönünde
yumuşak bir geçişi başaramadığı ve Arap baharıyla başlayan halk muhalefetini
zorla bastırmak istediği için bugün orada ülkeyi altüst eden bir iç savaş
yaşanıyor. Muhalefet hem Esad rejimiyle, hem kendi arasında çatışıyor. EL Nusra
ve IŞİD gibi fanatik terör örgütleri bu ortamda türedi. Kentler tam bir yıkıma
uğradı. Şu ana kadar 200 bini aşkın insan hayatını yitirdi, milyonlarcası göç
etti. Dünya ne yazık ki bu felaketi adeta seyrediyor. Büyük devletler ve
Suriye’nin komşularının her biri, kendi çıkar ve hesaplarına uygun olarak bu
savaşta mevcut rejimden veya muhalefetten yana taraf haline geldiler. Bu
nedenle Esad rejimi ve muhalefet arasında bir uzlaşma sağlanıp bu yıkıcı savaş
bir türlü sona erdirilemiyor ve tüm dünyanın gözleri önünde bir ülke adeta
kendi kendisini bitiriyor.
Suriye iç savaşı daha şimdiden olumsuz etkilerini,
uzun bir sınıra sahip olduğu Türkiye üzerinde de gösteriyor. Türk Hükümeti’nin
Suriye politikasına iki etken yön vermekte. Birisi Baasçı, laik ve Şii-Nusayri
renkleri taşıyan Esad rejiminin bir an önce devrilmesidir.
AK Parti hükümetinin bu politikası içerde
Aleviler, laik kesimler ve Kürtler arasında tepki yaratıyor.
Hükümet Esad’ın gitmesi üzerine odaklanmış, ama
yerine ne geleceğini pek önemsemiyor. Oysa iç savaş boyunca IŞİD ve El Nusra
benzeri radikal örgütler oldukça güçlendiler ve bunlar Esad rejimini
aratabilirler. Bu nedenle başlangıçta muhalefete destek veren Batılılar geri
çekildiler. Sünni Arap yönetimleri bile son dönemde radikallere karşı tavır
aldılar.
AK Parti’nin Suriye politikasına yön veren diğer
etken Suriye Kürt bölgelerinde istenmeyen bir durumun ortaya çıkmasını
önlemektir. Bu da otonom ya da federal bir statüdür.
Bu nedenledir ki hükümet, IŞİD tarafından
kuşatılmış ve acımasızca bombalanan, halkı göçertilen Kobani’deki trajediyi bir
ay boyunca izlemekle yetindi, oraya yardım ve destek için bir koridor
açılmasına yanaşmadı. İçte ve dışta oluşan yoğun tepkiler üzerine, yeni yeni
kapıları gevşetiyor ve şu günlerde Suruç üzerinden Kobani’ye destek için
peşmergelerin ve silahların geçmesi söz konusu.
Hükümet başından beri sınırın ötesinde uçuşa yasak
tampon bir bölge istiyor. Böylece tampon bölgede muhalefet eğitilip donatılarak
Esad rejiminin yıkımının kolaylaşacağını, yeni Suriye’nin biçimlenişinde ise
söz sahibi olabileceğini düşünüyor.
Türkiye’nin Suriye Kürt bölgelerinin özerk
olmasından ürkmesi, bizzat Kuzey’de, yani kendi sınırları içindeki Kürt
sorununa yanlış yaklaşımın bir uzantısıdır.
Tüm yaşananlara, son olarak 30 yıllık çatışma
dönemine ve bunun vermiş olması gereken derslere rağmen, AK Parti hükümeti de
dahil, Türk devleti hâlâ Kürt sorununu adalete uygun biçimde, eşitlik
temellerinde çözmeyi düşünmüyor. Kürt halkına federal, hatta otonom bir statü
tanımaya yanaşmıyor. Bazı palyatif tedbirlerle Kürtleri oyalayıp, PKK’yi
silahsızlandırıp “terör belası” diye nitelediği bu durumdan kurtulmaya
çabalıyor. Böylece sorunun ortadan kalkacağını düşünüyor.
Oysa bu şekilde sorun ortadan kalkmaz.
Kalkmadığını Türkiye’nin yanı sıra, İran’ın, Irak’ın ve Suriye’nin bunca
deneyimleri gösteriyor.
Irak da sınırları içindeki Güney Kürdistan’da
otonomi isteyen Kürtlere karşı yıllarca savaştı. Bu savaş onu önce İran’la
savaşa, sonra Kuveyt işgaline sürükledi ve sonunda uluslararası güçlerle karşı
karşıya geldi ve bilinen iki Körfez savaşı yaşandı. Sonunda Irak çok büyük
bedeller ödedi, iki işgale uğradı ve şimdi de son derece yıkıcı bir iç savaş
yaşıyor.
Oysa Irak, sınırları içindeki Güney Kürdistan’a
zamanında özerklik tanısa ve demokratik reformlar yapıp sistemi yumuşatsa tüm
bu acıları yaşamaz ve bu duruma düşmezdi.
Aynı şey Suriye için de söz konusudur. Baas
Partisi ve Esad rejimi, gerekli değişimi kendi eliyle yapabilse Suriye bugün
yaşadığı felaketi yaşamazdı.
Sünni ve Şii nüfusu, Hıristiyan azınlığı, Kürt ve
Dürzi bölgeleri ile çok renkli Suriye’ye gerekli olan da federal ve demokratik
bir sistemdir. Suriye’ye iç barışı bu getirebilir. Birleşmiş Milletler’e, büyük
devletlere ve Suriye’nin komşularına düşen de bunu başarması için Suriye
halkına yardımcı olmaktır.
Böylesi bir sistem, aynı zamanda Türkiye ve İran’a
da gereklidir. Bu iki ülke de dil, kültür, inanç bakımından çok renkli
ülkelerdir ve onlara uygun düşen üniter, tekçi sistem değil, federal bir
sistemdir.
Türkiye bunu yaptığı zaman zaten ne Kürt sorunu
kalır ne PKK sorunu. Bu nedenle Türkiye’nin yapması gereken Kürt sorunuyla
ilgili ezberlerini ve korkularını terk etmek, siyasal ve idari yapıda gerekli
köklü dönüşümü sağlamaktır.
Bu aynı zamanda zihinsel bir değişimi de
gerektirir ve zaten ülkeyi yönetenlerin ve yönetmeye talip olanların başlıca
görevlerinden biri de değişim gereğini görmek ve bunu topluma benimsetmektir.
Bu görev şu dönemde, en başta ülkeyi yöneten AK
Parti hükümetine düşüyor. O isterse bunu yapabilir ve başarabilir.
Oysa görünen o ki AK Parti de, bu konuda yıllardır
uyandırdığı umutlara, adına “açılım” ya da “çözüm ve barış” denen süreçlere
rağmen gerekli, kapsamlı bir çözüm projesine sahip değil.
Hükümet Öcalan’ın PKK üzerindeki etkinliğinden
yararlanarak bir çatışmasızlık durumu yarattı ve bunu sürdürmeye çalışıyor. Ne
var ki, taraftarlarınca bir külte, bir mitosa çevrilmiş olan Öcalan’ın etkisi
bir yere kadardır. Bununla PKK ve yandaş kitlesi bile sürekli olarak
oyalanamaz.
Kaldı ki Kürt halkı PKK ve yandaşlarından ibaret
değil. Bazı çevrelerin yaptığı gibi, “Kürt siyasi hareketi” olarak sadece
PKK’yi ve yandaş kuruluşlarını göstermek doğru bir tutum değil.
Sorunun özü Kürt halkının tüm temel haklarını
tanımaktır ve bunun kimseyle ve hiçbir örgütle pazarlık konusu yapılmaması
gerekir.
Sorun adil biçimde ve eşitlik temelinde
çözülmedikçe var olmakta devam eder.
Çözülmeyen sorunlar bedendeki yara gibidir,
zamanla ağırlaşır ve diğer sorunlarla birleşerek büyük altüst oluşlara yol
açar.
Afganistan, Irak ve Suriye bunun somut örneğidir.
Bu ülkelerin liderleri, siyasal güçleri ve aydınları yüz yüze oldukları
sorunları çözemedikleri, insanların özgürlük taleplerini karşılayıp çağa
yaraşır bir demokrasiye yolu açamadıkları için gerilim ve çatışma ortamına,
kaosa sürüklendiler; böylece çok büyük bedeller ödediler ve hâlâ ödüyorlar.
İç savaş bir ülkenin karşılaşabileceği en büyük
felakettir. İç savaş farklı gruplar, farklı toplumsal kesimler arasında öfkeyi,
kini nefreti büyütür, moral ve maddi değerleri yıkar, ülkeyi alt üst eder,
çürütür. İç savaş şu veya bu biçimde sona erse de toplumsal değerlerin ve
ülkenin onarılması on yıllar alır.
Toplum iç savaşın ardından tarihsel bir değişime
uğrayıp ileriye yönelebileceği gibi, tam tersine geriye de dönebilir. Şu anda
Afganistan’da yaşanan budur. Irak ve Suriye’de yaşanan mezhep kavgaları da bu
türdendir. Bu iç savaş bataklığında ortaya çıkan ve güçlenen IŞİD, El Nusra ve
benzerleri, topluma hiç de iyi bir gelecek vaat etmiyorlar, tam tersine onu
orta çağlara geri döndürmeye çalışıyorlar.
Hem Türkiye’yi yönetenler hem de diğer tüm siyasi
aktörler, aydınlar, hepimiz, yakın çevremizde olup biten bu felaketlerden,
bizzat Osmanlı’nın ve Cumhuriyet döneminin deneyimlerinden yararlanarak ülkeyi
ve insanlarımızı böylesi bir yıkımdan korumalıyız.
Sorunlarımızı uygarca ve adil biçimde çözerek
barışçı demokratik bir toplum yaratmak, ya da inatlaşarak ülkeyi bir iç
gerginliğe, çatışmaya, kaosa ve yıkıma sürüklemek elimizdedir.
Akıllı insanlara düşen birinci yolu seçmektir. Bu
da ileri bir demokrasiyi, temel insan haklarını tanımakla olur. Dil, kültür ve
inanç bakımından farklı tüm etnik grupların özgürce bir arada barış içinde
yaşamasını sağlayacak bir sistemi oluşturmakla olur.
Biz HAK-PAR olarak, federal bir sistemde, eşit
haklara sahip olarak Türk halkıyla bir arada yaşamak istiyoruz ve inanıyoruz ki
böylesi bir çözüm Kürt halkının ezici çoğunluğunun çıkar ve isteklerine
uygundur. Aynı şeyi, eşitlikçi bir çözüme evet demeyi, bunu içine sindirmeyi
Türkiye’yi yönetenlerden ve Türk halkından da bekliyoruz.
Bugün böylesi tarihi bir seçimle yüz yüzeyiz.
Hiç kimse, “Ordumuz güçlüdür, devletimiz
büyüktür!” gibi hamasi nutuklarla güce güvenerek, baskı yöntemleriyle bu adil
olmayan düzeni sürdürebileceğini düşünmesin. Roma da güçlüydü, Osmanlı da; ama
yıkılıp gitmekten kurtulamadılar.
Asıl güçlü olan adil ve demokratik sistemlerdir.
Halka dayanan böylesi sistemler uzun ömürlü olurlar.
Değerli
arkadaşlar,
Kürt sorunu Türkiye’nin geçmişten kalan en büyük
sorunu olsa da, elbet tek sorunu değil. Bir dizi ekonomik, sosyal sorunların,
örneğin kadın sorununun, işçi haklarının, çevre sorunlarının ve benzerlerinin
yanı sıra, diğer bir önemli sorun da Alevi sorunudur.
Bu inanç alanını ilgilendiren bir sorun ve o da
Kürt sorunu gibi adil bir çözüm bulunmadığı için geçmişten kalmış bir sorundur.
Alevi İnancı Osmanlı döneminde zaman zaman ağır
baskılara uğradı. Cumhuriyet döneminde de durum değişmedi.
Bu sorunun çözümü de inanç alanına özgürlük
tanınarak, yani gerçek bir laiklikle mümkündür. Ama dünden bugüne tüm laiklik
iddialarına rağmen Türkiye hiçbir dönemde laik olamadı. Her alanda tekçi bir
toplum yaratma anlayışının ürünü olarak Alevilerin yanı sıra gayri Müslimlere,
hatta başörtüsü konusunda olduğu gibi bizzat Sünni Müslüman halka karşı çeşitli
türden baskılar süregeldi.
Son olarak sol ve demokratik hareketin canlandığı
1960’lı -70’li yıllarda, toplumsal muhalefeti bölme planlarının bir sonucu
olarak bir Alevi-Sünni çatışması kışkırtıldı ve Alevilere yönelik çeşitli
provokasyon ve kıyımlar yaşandı.
Son dönemde ortam Aleviler bakımından bir dereceye
kadar yumuşadı. Aleviler artık kimliklerini gizlemeye gerek görmez oldular,
dernekler ve cemevleri kurdular. Ama sorun bitmiş değil. Alevilerin haklı
talepleri bugün de karşılanmış değil. Cemevlerinin statüsünün tanınmasını
istedikleri zaman kendilerine cami gösteriliyor.
Zaten, zorunlu din derslerinin ve devasa Diyanet
İşleri Teşkilatı’nın bir devlet kurumu olarak var olduğu bir ülkede laiklikten,
inanç alanında özgür bir ortamdan söz edilemez.
Danıştay’ın ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
açık kararlarına rağmen Hükümet din dersini zorunlu olmaktan çıkarmaya
yanaşmıyor. Dindar bir gençlik yetiştirmekten söz ediyor. Hükümetin son
dönemde, örneğin eğitim alanındaki diğer bazı uygulamaları da toplumu bir bütün
olarak İslami değerlere göre biçimlendirme yönündedir. Bu daha önce
Kemalistlerin yaptığı gibi, tek renkli bir toplum yaratma çabasına benziyor.
Oysa hangi dinden ve mezhepten, hangi kökenden ve
cinsten olurlarsa olsunlar, insanlarımızın gerek duyduğu, farklı renklerin
barış içinde yaşadığı, çoğulcu, demokratik bir toplumdur. Bize gerekli olan da
inanç dahil, her alanda özgür bir gençliktir.
Hükümetin bu tutumuyla, Kürt sorunu gibi Alevi
sorunu da çözülemez. İnanç alanı bir bütün olarak sorunlu kalır. Bu politikanın
etkileri, Alevi kesimde de ciddi rahatsızlıklar yaratıyor. Suriye’ye yönelik
olarak hükümetin izlediği politika da mezhepçi bir algı yarattı ve Alevi
kitlesinde tepkilere yol açtı.
Kürtler gibi Alevilere güven vermenin ve toplumsal
barışı güçlendirmenin yolu da “kardeşiz” ya da “hepimiz Müslümanız,” demek değil,
daha fazla özgürlük ve daha fazla demokrasidir.
Değerli
arkadaşlar,
Güney Kürdistan halkımız, son IŞİD saldırısı
nedeniyle zor günler yaşadı. Özellikle Şengal yöresinde Êzidi Kürt halkı kıyım
ve esaretle yüz yüze geldi, bölge boşaldı ve yöredeki Êzidi halk kitleler
halinde Bölgenin kuzey kesiminde, Dıhok, Zaho gibi güvenli bölgelere geçti, bir
bölümü ise Mardin ve çevresindeki akrabalarının yanına sığındı.
Bu saldırı nedeniyle hem Bağdat hükümetinin
bölgeyi savunamayacağı görüldü hem de Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin savunma
alanındaki açıkları ortaya çıktı; bu çapta bir saldırıya karşı koyacak iyi
eğitilmiş ve modern silahlarla donatılmış düzenli bir orduya sahip olmadığı
görüldü.
Neyse ki Bölgesel Yönetim kısa zamanda toparlandı,
dışarıdan silah desteği ve ABD öncülüğünde oluşan koalisyonun hava desteğiyle
IŞİD’i durdurdu, geriletti, işgal edilmiş birçok yeri kurtardı. Ama Şengal
yöresi henüz tümüyle IŞİD’den temizlenmiş değil. Bunun kısa sürede başarılıp
güvenliği iyi biçimde sağlanarak Êzidi halkın evlerine bir an önce
dönebilmesini, yaralarının sarılmasını umuyoruz.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi son gelişmeleri, hem
savunma konusundaki eksiklerini gidermek hem de uluslararası ilişkilerini
güçlendirmek için bir fırsata çevirebilir.
Şengal trajedisinin üzerinden fazla zaman geçmeden
IŞİD’in Suriye’deki Kürt bölgelerinden Kobani’ye yönelik saldırısı gündeme
girdi. Belli ki devlet kurma iddiasındaki IŞİD Türkiye sınırında kendisine daha
geniş alan açmak ve bölgeyi Kürtlerden boşaltmak istiyor.
Kobani kuşatması bir ayı aşkın süredir devam
ediyor ve yüzbini aşkın kişi saldırı ve kıyımdan korunmak için kitleler halinde
sınırın kuzeyine geçti. Kenti savunanlar ise tüm güç koşullara rağmen yiğitçe
direniyor. IŞİD’i püskürtecek ağır silahlara sahip olmasalar da Koalisyonun
hava desteğiyle direniş sürüyor. Türk hükümeti, PYD-PKK ilişkisini gerekçe
göstererek son günlere kadar Kobani’ye bir yardım koridoru açılmasına
yanaşmadı. Şimdi bu konuda olumlu bir değişimin işaretleri var. Umarız ki söz
konusu koridor açılır ve bundan böyle iç ve dış yardımların ulaşmasına imkan
verilir.
Belli ki Kobani düşerse IŞİD’in saldırıları Afrin
yöresi ve Cezire gibi diğer Kürt bölgelerine de yönelecektir. Bu bakımdan bu
saldırıyı püskürtmek Güneybatı Kürdistan halkımız için hayati bir önem taşıyor.
Bölgedeki yurtsever güçler ve onların partileri
arasında birlik var olsaydı, IŞİD saldırısı karşısında daha etkin bir direnişin
yer alacağına kuşku yoktu. Ne yazık ki PYD yanlış politikası, hegemonyacı
tutumuyla bunu engelledi. Son günlerde Dihok’ta Sayın Mesut Barzani’nin
girişimiyle bir kez daha birlik için görüşmeler oldu. Umarım bu kez söz konusu
çabalar olumlu sonuç verir ve birlik hayata geçer.
HAK-PAR olarak hem saldırıya uğrayan Güney
Kürdistan halkımızın, hem de Güneybatı Kürdistanlı kardeşlerimizin yanındayız.
Ve inanıyoruz ki halkımız bu saldırıları püskürtüp bu zor dönemi de aşacak,
özgürlük yolundaki mücadelesini yeni başarılarla taçlandıracaktır.
Değerli
arkadaşlar,
6. Kongre konuşmamı bitirmeden bir-iki konuya daha
değinmek istiyorum.
Bunlardan biri kendimle ilgili. Yeni dönem için
Başkanlığa veya yönetim planında herhangi bir göreve talip değilim. İki yıllık
bir dönem için bu görevi almıştım ve o şimdi sona eriyor.
50 yıldır örgütlü siyasal mücadelenin içindeyim ve
yönetici planda görevler yaptım. Son olarak iki yıllık başkanlık görevini
HAK-PAR’ın toparlanmasına yardımcı olmak düşüncesiyle kabul ettim. Bunu ne
kadar başardım veya katkılarım ne oldu, bunu arkadaşlarım değerlendirecek.
Ama Genel Başkanlık görevi benim yaşımda biri için
ağır bir görevdir. Bu nedenle arkadaşlarımın yeniden göreve talip olmayışımı
anlayışla karşılamalarını istiyorum.
Ben bir şair, bir edebiyat adamı olarak siyasete
girdim. Bu işi birçokları gibi para ve post için yapmadım. Halkımın özgürlüğü,
sömürüsüz, zulümsüz bir dünya için mücadele ettim.
Ortadoğu gibi bir yerde ve bizim ülkemizde siyaset
tehlikelerle doludur. Bu, balta girmemiş tropik bir ormanda yol almaya benzer.
Böyle bir ortamda yolunu şaşırmamak zordur. Her an canavarlara yem
olabilirsiniz, tez yorulabilirsiniz.
Kanımca, kendi payıma uzun soluklu bir mücadele
yürüttüm.
Bugüne kadar çok konuştum, çok yazdım. Benim
açımdan nerdeyse söylenmedik söz kalmadı.
Bundan böyle de bir üye, bir yazar ve aydın olarak
yine HAK-PAR’a katkılarımı sürdürür, arkadaşlarıma destek veririm. Ayrıca,
görüşlerimi bundan böyle de fırsat buldukça kamuoyuna iletirim. Eğer onların
bir değeri varsa arkadaşlarım yararlanırlar.
Bu görevi benden önce yapan deneyimli, emektar
arkadaşlar vardı ve benden sonra da olacak. Şimdi bu görev onlara düşüyor.
Demokratik bir kongre yapacağız, bir genel başkan ile yeni parti meclisini
seçeceğiz ve yolumuza devam edeceğiz.
Bir parti için elbette deneyimli, bilgili
liderlerin veya yöneticilerin önemi yadsınamaz. Ama bundan da önemlisi partilerin
politikaları, amaçları ve izlenmesi gereken ilkelerdir.
Ben HAK-PAR’ın, amaçları ve temel politikalarıyla
bu ülkeye çok gerekli, önemli bir parti olduğu kanısındayım.
Bir kere HAK-PAR, Kürt sorununun eşitlik temelinde
ve federal bir siyasal yapılanmayla çözümünü isteyen, bunun hem Kürt hem Türk
halkının, hem de ülkemizdeki tüm insanların, farklı renklerin yararına olduğuna
inanan tek parti.
HAK-PAR Alevi sorununa da doğru teşhis koymuş ve
doğru çözümler öneren bir partidir.
Biz bu ülke için özgürlük gibi demokrasi de
istiyoruz. Diğer bir deyişle, politikamızın bir ayağı özgürlükse, ötekisi
demokrasidir ve bu ikisi birbirinden ayrılamaz.
Kadın hakları, işçilerin ve tüm çalışanların
hakları, iyi bir çevre, konut, sağlık ve eğitim… Kısacası, ülkenin tüm önem
taşına sorunları gündemimizdedir ve öyle olmalıdır.
Bunu başarırsak demokratik bir devrimi başarmış
oluruz ve bu ülkenin ilk aşamada gerek duyduğu budur.
Değerli
arkadaşlar,
HAK-PAR aynı zamanda bir birlik projesi olarak
oluştu. Geçmişte Kürt siyasetinde farklı kulvarlarda mücadele eden, ama
özgürlüğün ve demokrasinin gereğine inanan, böylesi bir program üzerinde bir
arada çalışmaya evet diyen insanlarımızın güçlerini ve enerjilerini
birleştirmek için. Bunlar içinde sosyalistler, sosyal demokratlar, liberaller
ve dindar insanlar var; olmalı. Bunlar içinde Kürt, Türk, Arap veya başka
halklardan insanlarımız var; olmalı.
Ben kendi payıma dün bir sosyalisttim ve bugün de
öyleyim. Sosyalizmin iyi ve adil bir düzen olduğuna, insan toplumunun inişli
çıkışlı yürüyüşüne ve bu kapsamda 1990’lı yıllarda yaşadıklarımıza rağmen,
geleceğin sosyalizmin olduğuna inanan bir insanım.
Ama bugün için gerek duyduğumuz partinin bir
sosyalist parti değil, güçlerimizi birleştirmemize, geniş kitlelere ulaşmamıza
elverecek HAK-PAR türünden legal ve demokratik bir parti olduğuna inanıyorum.
Aslında 1990’lı yılların başından itibaren bu görüşte oldum ve bunu önerdim.
Partiler fetiş değildir; onlar amaç değil,
araçtır; kendilerine gerek olduğu sürece var olurlar, tarihi rollerini oynar ve
sonlanırlar.
Ülkemizde özlem duyduğumuz değişimi
gerçekleştirip, Kürt sorununu, Alevi sorununu çözüp, kadın hakları,
çalışanların hakları, çevre sorunları dahil, her alanda çağdaş standartları
yakalandığımızda, diğer bir deyişle demokratik devrim gerçekleştiğinde, belki
de o zaman yollarımız ayrılacak, bazımız sosyalist, bazımız sosyal demokrat,
liberal veya başka türden partilere kanalize olacağız. Bugünkü Kuzey ve Batı
Avrupa ülkelerinde olduğu gibi…
Dilerim ki o gün çabuk gelsin! Ama o güne kadar
bizim HAK-PAR’a ihtiyacımız var; onu yaşatmalı, güçlendirmeli ve önüne koyduğu
amaçları hayata geçirmesi için çalışmalıyız. Bunun için HAK-PAR’ı büyütmeli,
kitleselleştirmeliyiz.
Böylesine iyi bir programa ve amaçlara sahip olan
bir parti bunu başarabilir, başarmalı. Büyümenin, kitleselleşmenin başlıca yolu
ise sistemli, kararlı siyasal çalışmadır.
Bildiğiniz gibi, son denemde, HAK-PAR’ın adında
bir değişiklik önerisi gündeme geldi. Bu konuda önce Parti tabanının görüşünü
aldık, daha sonra Parti Meclisimizde tartıştık. Hem Parti tabanında, hem de
Parti Meclisi’nde ağır basan görüş, böyle bir değişikliğin henüz zamansız
olduğu, koşulların buna elvermediği, değişikliğin mevcut yasalar karşısında
partimizin varlığını riske atacağı, onun gelişmesini olumsuz etkileyeceğidir.
Bu nedenle değişiklik önerisi benimsenmedi.
HAK-PAR 12 yıllık, istikrar kazanmış, kamuoyunda
az çok tanınmış ve seçimlere katılma hakkı olan bir parti. Demin de
söylemiştim, partiler bir fetiş değildir, yeri geldiğinde kendilerine gerek
kalmaz ve sonlanırlar. Ama HAK-PAR için şu anda böyle bir durum yok. Ve
partiler aynı zamanda yaz-boz tahtası da değildir. Bir parti işlevini yaparken
ve belli bir gelişme ivmesi kazanmışken, zamansız bir hevesle onu riske atmak
akıllıca bir iş değil.
Usta bir binici, sabırsızlık gösterip bindiği atı
çatlatmaz.
Siyasal mücadelede elbet belli simgeler de
önemlidir; ama asıl önemli olan partilerin hedefleri, programları, politikaları
ve çalışma tarzlarıdır. Bir partinin gelişip güçlenmesi isimle, marşla,
bayrağının biçimiyle olmaz; sistemli, kararlı, doğru bir çalışma tarzıyla olur.
Siyaset mevsimlik bir heyecan değildir, uzun
soluklu bir yürüyüştür.
Partimizin büyümesini, kitlelerle kaynaşmasını
istiyorsak, ki bunu istemeliyiz, o zaman canla başla çalışalım.
Değerli
arkadaşlar,
Geçtiğimiz Mart ayında yerel seçimler yapıldı. Biz
bu seçimlere 55 ilde katıldık, iyi bir seçim çalışması yaptık ve kanımca iyi
sonuçlar aldık. Önümüzdeki yıl ise genel seçimler var. Eğer zamanında yapılırsa
Haziran 2015’te, yakına alınırsa belki Nisan 2015’te.
Bu seçimlere de iyi biçimde hazırlanmalı ve
mümkünse tüm illerde girmeliyiz. Politikamızı kitlelere anlatmak ve partimizi
tanıtmak, büyütmek için bu daha da önemli bir seçimdir.
Değerli
konuklar, değerli arkadaşlarım,
Diyeceklerim bu kadar. Beni sabırla dinlediğiniz
için teşekkür ediyor, Partimize, seçilecek yeni yönetime ve tüm arkadaşlarıma
başarılar diliyorum.
Kemal Burkay
26 Ekim 2014