1960’lı yıllarda Türk ırkçıları ve aşırı
milliyetçileri CHP ve DP’den ayrışarak Alparslan Türkeş’in liderliğinde kendi
partilerini kurdular. 1970’li yıllarda ise İslamcı damar AP’den ayrışarak
Erbakan’ın liderliğinde kendi partisini kurdu. Söz konusu ideolojik farklarına
karşılık her iki kesimin de kapitalist sistemle bir sorunu yoktu; aksine onlar
da sola, Kürtlere ve bir bütün olarak demokratik muhalefete karşı sömürü ve
baskı sistemini canla başla savundular.
1960’lı yıllarda legal planda sahneye çıkıp sistemden
ayrılan parti, sosyalist dünya görüşünü sahiplenen Türkiye İşçi Partisi idi.
İsmet Paşa tehlikeyi görüp sola kayışı önlemek için CHP’yi “ortanın solu”
olarak tanımladı. Ama bu lafta bir tanımdı. Daha sonra bunun, yani sözde
“ortanın solundaki” CHP’nin sözcülüğüne soyunan Ecevit’in yaptıkları da
öncekilerden farklı olmadı, o da Kemalist sistemin bağnaz bir savunucusu idi.
1960’lı yıllarda bir ölçüde canlanan Türkiye solu,
uluslararası sol hareketin parçalı durumundan da etkilenerek daha baştan parçalı
bir manzara gösterdi: Sovyet yanlıları, Çin yanlıları ve “Üçüncü Yolcular”
olarak nitelenen diğerleri… Bu sol, bir bölümüyle de Kemalist ideolojinin
etkisinde idi. Devrimi “sivil-asker aydınlardan” bekleyen bu kesim, ordu
içindeki darbecilerle işbirliği etmekten geri kalmadı.
Darbeciler 12 Mart, özellikle de 12 Eylül
darbesinin ardından, mevcut demokrasi oyununa ara verip tüm güçleriyle, sola ve
demokratik harekete, Kürt hareketine çullandılar; işkence çarkıyla, ağır
mahkumiyetlerle, idamlarla ve yargısız infazlarla demokratik ve değişimci
toplumsal hareketi sindirmek, ezmek, bu arada Kürdistan’ı Kürtlerden boşaltmak
için ellerinden geleni yaptılar.
1980’li yılların sonlarına doğru uluslararası
durumda büyük değişiklikler oldu, sosyalist sistem çöktü ve bunun etkileri
Türkiye’de de görüldü. Soğuk savaş dönemi sona erdi. ABD ve NATO’nun sol
korkusu kalmadı. Hemen tüm ülkelerde sol hareket zayıfladı, komünist
partilerinin çoğu havlu attılar. Bu koşullarda Türkiye egemen güçleri de
sosyalist ve komünist örgütler üzerindeki yasağı sona erdirdiler. Böylece üç
düşmandan biri listeden düştü.
Türkiye solu bugün birkaç nedenle, sistemin
kendisinden korku duymayacağı kadar etkisiz ve bölük pörçüktür. Bunun bir
nedeni Sovyet sisteminin çökmesi, Çin’in kapitalizme yönelmesi ve bunun
yarattığı moral bozukluğudur. Ama Türkiye solunun bugünkü kötü durumunun başka
nedenleri de var. Bu sol geçmişte, Batı Avrupa ülkelerinde görüldüğü türden
demokratik koşulları hiç yaşamadı; hep ezildi, hep başına vuruldu. Bu ise,
sürekli dayak yiyen bir çocuk gibi solun sağlıklı gelişimini önledi. Ayrıca,
daha önce de değindiğim gibi, bu sol ideolojik olarak ırkçı-faşizan özellikleri
güçlü biçimde taşıyan Kemalizm’le arasına mesafe koyamadı. Son dönemde
ideolojik bakımdan daha da kaymış, söz konusu Kemalist, ulusalcı kesimle
farkını ayırmak daha da zorlaşmıştır. Ayrıca sistem, son 50 yıl içinde solun
içine çeşitli biçimlerde sızarak onu yanlışlara itti, birbiriyle vuruşturdu ve
böylece etkisizleştirdi, çarpık bir hale getirdi.
Aynı durum, Kemalist sistemin başından beri üç
büyük düşmandan biri saydığı Kürt ulusal hareketi için de söz konusudur.
1960’lı ve 70’li yıllarda barışçı biçimde gelişen ve büyük oranda sola yönelen
Kuzey Kürdistan’daki Kürt ulusal hareketi, hem Türk soluna benzer biçimde dış
etkenlerle bölündü, hem de sistem bir yandan her araçtan yararlanıp
engelleyerek, ezerek, içine sızıp, hatta paravan örgütler eliyle kontrole alıp
yanlışa iterek, kendi içinde vuruşturarak onu etkisizleştirdi.
Kürt hareketinin büyük potansiyelinin bugün bir
bölümüyle ve PKK eliyle yanlış bir kanala yöneltilmiş ve devlet tarafından
denetleniyor olması, bir bölümünün dağınık ve ne yapacağını bilemez durumda
oluşu, tüm bu sağlıksız, çarpık yapı bu nedenledir.
Öte yandan sosyalist sistemin çöküşü ile otaya
çıkan durum, düzen açısından düşmanlardan birini, “komünist-sosyalist” hareketi
–en azından şimdilik- listeden düşürse bile, Kürt hareketini düşürmedi. Tam
tersine rejimin Kürt halkının özgürlük mücadelesinde duyduğu korku azalmadan
devam etti. Türk devleti 1990’lı yıllarda Kürt halkına karşı en kirli, acımasız
savaşlardan birini yürüttü.
Bu dönemde, NATO için artık gereksiz hale gelen
Kontrgerilla örgütü, Türkiye için varlık gerekçesini sürdürdü ve bu örgüt
1960’lı-70’li yıllarda olduğu gibi 1980’li-90’lı yıllarda da son derece aktif
oldu, adını Ergenekon olarak değiştirdi.
Kürtlere karşı izlenen kirli savaş, aynı zamanda
ülkenin demokratikleşmesinin, AB ile bütünleşmesinin önünde de en büyük engel
olmayı sürdürdü. Toplum ve devlet de bu savaş içinde kirlendi, şiddet ortamı
toplumsal hayatın her alanını etkiler oldu, uyuşturucu ticaretini de içeren
rant kavgası ve çeteleşme devleti adeta esir aldı.
Ülkenin içine düştüğü bu çıkmaz öyle bir hale
geldi ki burjuva politikacıları da artık on yıllardır izlenen bu politikayı
sorgulamaya başladılar. 1990’lı yılların başında Demirel ve Erdal İnönü “Kürt
realitesini tanıyoruz” dediler. Ama bu lafta kaldı. Ardından Özal kirli savaşı
sona erdirmek için bir girişim başlattı ve Kürt sorununun salt askeri
yöntemlerle çözülemeyeceğini dile getirdi, sorunun siyasi çözümü için bir
arayış içine girdi. Bu girişim, söz konusu militarist ortamda, savaşa
koşullanmış güçler tarafından boşa çıkarıldı ve Özal ile sivil ve askeri
bürokrasideki bazı yandaşları şüpheli biçimde hayatlarını kaybettiler. Böylece
söz konusu kirli savaş sürüp gitti.
Bu dönemde Kürtler de, tüm engel ve zorluklara
rağmen, 1990 yılından itibaren legal planda, kendi açık kimlikleri ve yeterli
bir programla olmasa da, örgütlenmeye çalıştılar. 1990 yılında oluşan Halkın
Emek Partisi ilk deneme oldu. Ancak rejim ona katlanamadı ve çok geçmeden HEP
kapatıldı. Bunu DEP ve öteki legal girişimler ve onların kapatılması izledi,
“siyasi partiler mezarlığı” büyüdü. Aynı dönemde çıkarılan hatalık ve günlük
yayınlar da aynı akıbete uğradılar. Ağır baskı ve saldırılarla engellenemeyince
mahkeme kararlarıyla kapatıldılar.
Rejim Kürt hareketinin legale çıkmasını engellemek
için elinden geleni yaptı ve savaşı, şiddeti tercih etti.
Rejimin listesindeki 3 nolu düşmana, “irtica”ya
gelince…
Sistem ötenden beri irtica ile damgaladığı İslami
hareketi, aynen MHP ve Ülkü Ocaklarında şekillenen ırkçı hareket gibi, zaman
zaman sola, demokratik harekete ve Kürt ulusal hareketine karşı bir yedek güç,
bir stepne gibi kullandı. Bu özellikle, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni “Yeşil
Kuşak Politikası”yla güneyden, İslam ülkelerinden kuşatmaya çalıştığı 1960’lı,
70’li ve 80’li yıllarda son derece belirgindi. Bu dönemde Türkiye’de de ırkçı
ve radikal İslamcı örgütler gördükleri destek ve teşvikle güçlendiler,
saldırılarını sola, Alevilere ve Kürtlere yönelttiler; Maraş, Malatya, Çorum
gibi illerde pogromlar yaşandı.
Öte yandan, her keresinde sağ ve sol terörü
gerekçe gösterip yönetime el koyan darbeciler -ki aslında bu terörün ardında
onlar vardı- yönetimi hiç de yandaş olarak sahneye sürdükleri ırkçılarla ve
dinci örgütlerle paylaşmaya yanaşmadılar. Hemen hemen tüm darbelerin, darbe
girişimlerinin demirbaşı olan Türkeş, her keresinde ya daha baştan, ya da
sonradan dışlandı.
Aynı şey İslamcı hareket için de söz konusudur.
Sistem gücünü korumak, muhalifleri susturmak için onlardan yararlansa da,
iktidarı onlara emanet etmeyi hiç düşünmedi, onlara şüpheyle baktı, sınırlar
çizdi. Ancak onların kendi başına buyruk biçimde örgütlenmesine ve zamanla
güçlenip iktidara ortak olmasına zorluklar çıkarsa da tümden engel olamadı.
İslami değerlere ağırlık veren bu kesimde iktidar
pastasına ilk uzanabilen parti, Erbakan liderliğindeki Milli Selamet
Partisi’dir.
Erbakan’ın ilk kurduğu parti Milli Nizam
Partisi’dir. 1970 yılında kurulan MNP, 12 Mart Darbesi’nin ardından Anayasa
Mahkemesi’nce, “laikliğe aykırı çalışmalar” yürütmekle suçlanıp kapatıldı.
Bunun ardından Erbakan ve arkadaşları Milli Selamet Partisi’ni kurdular. MSP 14
Ekim 1973 seçimlerinde % 12 oyla 48 milletvekili çıkardı ve Ecevit
liderliğindeki CHP ile koalisyon kurdu, Erbakan bu hükümette Başbakan
Yardımcısı oldu. Ama bu ortaklıkta yaptıkları hiç de demokratik şeyler değildi.
Çıkarılan af yasasının solcuları ve Kürt siyasileri kapsamasını engelledi, 1964
Kıbrıs işgalini destekledi, hatta Kıbrıs’ın tamamının işgal edilmesi için
çabaladı.
MSP, 1975 Genel Seçimleri’nin ardından Demirel
başkanlığında kurulan Milliyetçi Cephe hükümetlerinde de MHP ile birlikte yer
aldı, 12 Eylül faşist darbesine giden kaldırım taşlarının döşenmesine katkıda
bulundu.
Kendilerini “Milli Görüş” olarak tanımlayan
Erbakan ve arkadaşları, 1987 yılında Refah Partisi’ni kurdular. RP 1995
seçimlerinde % 21 oyla birinci parti oldu, ama hükümeti kurması ilk elde
engellendi. Ancak Mesut Yılmaz liderliğinde ANAP ve DYP’ce kurulan ANA-YOL
hükümeti dağıldıktan sonra kendisine sıra geldi. 1996 yılında Erbakan’ın
Başbakanlığında REFAHYOL hükümeti kuruldu, Çiller Başbakan Yardımcısı ve
Dışişleri Bakanı oldu. Ne var ki Kemalist çevreler, asker-sivil bürokrasi
bundan rahatsız oldular. “İrticanın alıp başını gittiğine, Laik cumhuriyetin
tehlikede olduğuna” dair tehlike çanları güçlü biçimde çalmaya başladı. Bunu
ordudan gelen ve “post modern darbe” olarak nitelenen 28 Şubat Muhtırası
izledi. Erbakan gelen baskılara dayanamayarak Başbakanlıktan istifa etti. İki
partinin mutabakatına göre görevin Çiller’e verilmesi gerekirken, Cumhurbaşkanı
Demirel, hükümeti kurma görevini Mesut Yılmaz’a verdi ve onun başbakanlığında
ANASOL-D koalisyon hükümeti kuruldu, Ecevit Başbakan Yardımcısı oldu. REFAH
Partisi ise, laiklik karşıtı eylemlerin merkezi olarak gösterilip 1998 yılında
Anayasa Mahkemesince kapatıldı.
Ondan sonraki gelişme malum: Bu kesim bölündü. Bir
yanda Erbakan’ın desteklediği Recai Kutan başkanlığında Saadet Partisi
oluşurken, diğer yanda Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın başını
çektikleri ve kendilerine “Yenilikçiler” denen kesim, Adalet ve Kalkınma
Partisi’ni (AK Parti) oluşturdular.
Gelişmeler AK Parti’den yana oldu. 2002 yılı Genel
Seçimleri’nde, dünya ölçüsünde yaşanan ve Türkiye’nin çok daha derin biçimde
yaşadığı ekonomik kriz nedeniyle seçmen, o güne kadar ülkeyi yöneten anlı şanlı
partileri ve liderleri silip süpürdü. Koalisyon partileri DSP, ANAP ve MHP’nin
yanı sıra DYP de, iktidarken dokunmaya yanaşmadıkları % 10 barajına takıldılar.
Başbakan Ecevit’in DSP’si ancak % 1 oy alabildi. AK Parti % 35 oyla tek başına
hükümeti kuracak şekilde parlamentoya girdi. AK Parti dışında yalnızca CHP
barajı aşabilmişti. Böylece seçmen, son yirmi yılda ülkeyi yönetip sorunlara
çözüm bulamayan, ülkeyi derin bir krize düşüren partilere ve liderlere ders
vermiş ve değişim isteğini ortaya koymuştu.
Peki AK Parti kendisinden bekleneni yaptı mı, yapıyor mu veya yapabilir mi?
Buna da yazımın 3. Bölümünde değineceğim.
Kemal Burkay