Gezi Parkı olayları başladığında buna ilişkin
görüşümü yazmıştım. Bu parka topçu kışlası yapılmasını yanlış bulduğumu
söylemiştim. 3. Köprünün yapımını, hele ona Yavuz Selim’in adının konmasını da.
Olaylar 17. Gününü doldurdu ve başta Ankara, İzmir
olmak üzere gösteriler diğer birçok kente yayıldı. Birçok yorumcunun işaret
ettiği gibi bu eylemlerin tek nedeni Gezi Parkı değil elbet. Başbakan
Erdoğan’ın öteden beri dikkati çeken buyurgan dili; sanat, kültür, özel yaşam
dahil, her alana müdahale etmesi ve hükümetin, kamuoyunun tepkilerine
aldırmayan bazı uygulamaları toplumda, en azından belli kesimlerde rahatsızlık
yaratmakta.
Örneğin Başbakan’ın Kars’taki heykele “ucube”
deyip bunu kaldırtması… Çamlıca tepesine cami yaptırma girişimi… Kürtajı
yasaklama çabası… Her kadına üç çocuk önerisi… Cem evlerine cümbüş evi demesi
ve Alevilere camiyi göstermesi… Birilerini “Zerdüşti” diye suçlaması… Alkol
satışı ve kullanımına ilişkin yasanın, tartışılmadan, alel acele parlamentodan
geçirilmesi… Ülkenin değişik bölgelerinde yerel halkın yaygın tepkilerine
rağmen doğayı tahrip eden HES’lerin yapımındaki ısrar…
Bir ülkenin başbakanı elbet ülkenin yönetiminin de
baş sorumlusudur. Kimse ona herhangi bir işe karışmasın diyemez. Ama
yapılacakları bir başına, aklına estikçe değil, kurumlarla, uzmanlarla, yani
işin ehliyle birlikte düzenleyip yaptırmalı. Kitlelerin talep ve itirazlarına
kulak vermeli.
Söz konusu heykeli dikmek gibi, yıktırmak da
Başbakan’ın işi değildi. Buna ilgili belediyeler ve sanat uzmanları karar
vermeli.
Çamlıca Tepesi gibi İstanbul’un ormanlarla kaplı
bir tepesini yolup oraya dev bir cami yaptırmak çok mu gerekli? İstanbul’da
namaz kılacak cami sıkıntısı mı var?
Kürtaj gibi, tüm demokratik ülkelerde bir hak olan
ve kadın özgürlüğünü ilgilendiren bir konuda, konuyu kamuoyunda tartışmaya bile
açmadan böylesi buyurgan bir dil doğru mudur? Benzer 3 çocuk yapma önerisi de.
Cem evlerinin ne olup olmadığına, Alevilerin
tapınak diye nereye gideceğine bu ülkenin başbakanı mı karar verir?
Günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde Zerdüşti
var mı, bilmiyorum, ama bu ülkede kaldığını sanmam. Yezidi (Êzdi) inancının
kökeni Zerdüştiliğe dayansa bile, zaman içinde çok değişime uğramış farklı bir
inanç. Kaldı ki birilerinin inancı Êzdi de olabilir, doğrudan Zerdüşti de,
bunda ayıplanacak ne var? Zerdüştilik dünyanın ilk düalist (iki tanrılı) inancı
idi ve tek tanrılı dinlere kaynak oldu. Yani o, dinler tarihinde önemli bir
evrimi temsil eder.
Bundan da ötesi, günümüzde insanların inancını
tartışmak, birilerini inançlarından dolayı kınamak, bırakın bir ülkenin
başbakanı için, sıradan bir yurttaş için bile ayıptır. İnanç alanı tartışılmaz.
İnanç adına yapılanlara (ayin vs.) başkalarına zarar vermedikçe, başkalarının
özgürlüğünü engellemedikçe saygı gösterilir.
Ama belli ki, Sayın Başbakan’ın ve arkadaşlarının
benimsediği İslami inanç değerleri, ülkeye düzen vermekte de onlara yol
gösteriyor veya etkili oluyor. Belli muhalif kesimleri suçlarken yapılan
“Zerdüşti” suçlamaları, Alevilere ilişkin yargı ve öneriler… Kürtaja karşı
tutum ve içkiyi engellemek için gösterilen çabalar da. İçkiye ilişkin tutumun
nedeni salt gençliğin ve genel olarak yurttaşların sağlığı kaygısı değil,
besbelli İslami değerler de işin içinde.
Başbakan’ın, “dindar bir nesil yetiştireceğiz”
diye belirlediği toplumsal proje de bunun ürünü.
Elbet her yurttaş gibi bu ülkenin başbakanı da
mensup olduğu dini inancı özgürce yaşama hakkına sahiptir. Yani o Müslümanlığa
uygun biçimde oruç tutma, namaz kılma, hacca gitme vb. vecibeleri yerine
getirebilir, bundan doğal bir şey yoktur. Dindar olmak ve dindar biri gibi
yaşamak onun da hakkıdır. Ama o, ülkenin başbakanı olduğunu, inanç bakımından
çok renkli bir ülkeyi yönettiğini de unutmamalı. Bu ülkede Sünni Müslümanların
yanı sıra 15 milyon dolayında Alevi, ayrıca Hıristiyanlar, Museviler, Êzdiler
ve hatta –sayılarını tam bilemesek bile- dindar olmayan epeyce insan, yani
ateistler de var.
Ülkeyi yönetenler bu gerçeği gözeterek yönetmeli.
Herhalde, “bu ülkenin çoğunluğu Sünni Müslüman, öyleyse onların dediği olacak”
denemez. Yönetenler, kendi inançları ne olursa olsun, başkalarının inancına da
saygılı olmalılar. Ülke yönetimine kendi inanç değerlerine göre biçim vermeye
kalkmamalılar.
Öyle olunca, “dindar gençlik yetiştireceğiz” ne
demek? Bu dindar gençliğin yaşam tarzı ne olacak? Tümü de alkole ağız sürmeyi
günah mı sayacak? Kızların tümü de türban mı örtünecek? Farklı dinden olan veya
dindar olmayan kesimlere kötü gözle mi bakılacak, onlar da bu eğitim çarkından
mı geçirilecek?
Bu, Kemalistlerin Cumhuriyet dönemi boyunca
izledikleri tek tip yurttaş yetiştirme projesinin bir benzeri değil mi? Bu kez
Kemalist gençliğin yerine dindar gençlik mi?..
Yanlış işte burada. Yöneticilerin toplumun çok
renkli yapısını yok etme, her şeyi kendilerine benzetme çabası. Oysa çağdaş,
demokratik bir ülke çok renklidir. Demokrasi ve özgürlük de bu çok renkliliğe,
farklara saygı göstermeyi içerir.
AK Parti’nin on yıllık yönetim dönemi gösterdi ki
Sayın Başbakan’ın yönetim tarzı pek de buna uygun değil ve sorun çıkaran da
budur. Elbet bu, kendine özgü bir yönetim tarzı ve üslubu olsa da, sadece
Başbakan’ın değil, bir bütün olarak AK Parti’nin sorunudur.
AK Parti’nin sahneye çıkmasından itibaren, onun
seçimleri kazanmasından ve ülkeyi yönetmesinden endişe duyan küçümsenmeyecek
bir kesim vardı. Zaman içinde AK Parti hükümetinin bazı söz ve uygulamaları bu
endişeleri arttırdı.
Malum, daha baştan itibaren, Kemalist elit, siyasi
kurumları, ordusu, sivil bürokrasisi, medyası ve iş adamları ile, topluma
“şeriat tehlikesi” fobisini pompalayarak AK Parti iktidarını engellemeye
çalıştı. Ardından, darbeler bile planlayıp onu hükümetten uzaklaştırmak istedi.
Ama başaramadı. Hem AK Parti dik durdu, hem de ülkenin demokrasi ve özgürlük
isteyen, statükoya karşı çıkan kesimleri, aydınlar, bu yaygara ve tehditlere
aldırmadılar, hükümete destek verdiler. ABD ve AB de bu kez cuntalara yeşil
ışık yakmadı. İşte AK Parti bu iç ve dış destekle ayakta durdu, askeri vesayeti
geriletti ve küçümsenmeyecek bazı reformlara imza attı.
Bu aşamada biz de cuntacı, militarist ve
Ergenekoncu kesimlere, statükoya karşı tavır aldık, AK Parti’nin attığı olumlu
adımları destekledik.
Bu dönem AK Parti’nin bir dereceye kadar
mazlumların safında ya da yanında olduğu bir dönemdi. 2000’li yıllara kadar
iktidarı tekelinde tutan, bu iktidar elinden kaydığı ya da riske girdiği
dönemlerde ise darbelerle yeniden balans ayarı yapan Kemalist elit, İslami
hareketi zaman zaman şeriatçılık ve gericilik sayıp karşısına alsa, Komünist
hareket ve Kürt hareketi gibi bir tehlike saysa da, zaman zaman da onu bir
yedek güç, bir stepne olarak kullandı. Ama ona ülkenin yönetimini, yani
direksiyonu emanet etmeyi hiç düşünmedi. Nitekim Erbakan ve partisinin
varlığına ve zaman zaman iktidarı bir ucundan tutmasına göz yumulsa da
kendisine baş aktörlük hiçbir dönemde uygun görülmedi. Son olarak Erbakan bir
koalisyon hükümetinde başbakan olmayı başardıysa da kısa sürede, 28 Şubat darbesiyle
alaşağı edildi.
Refah Partisi’nden ayrışarak ortaya çıkan ve
iktidar yürüyüşü sırasında Kemalist elit tarafından önü kesilen, hırpalanan,
tehdit edilen, kapatılmak istenen, lideri bir şiir nedeniyle tutuklanan AK
Parti, tüm bu nedenlerle mazlumlarla bir süre yan yana düştü ve militarist
rejimle boğuşurken içerde önemli kitle desteği aldı. Dışarıda da, soğuk savaş
sonrası artık darbelere ihtiyacı kalmamış olan ABD ve AB’den destek gördü. O da
hem kendi yararına olduğu hem de kitle desteği almak için bazı demokratik
adımlar attı, cuntacılara karşı direndi, askeri vesayeti geriletti, TRT-6 gibi
Kürtleri memnun edecek adımlar attı, 30 yıldır süren çatışma sürecini sona
erdirmeye çalıştı.
Bu onun reformcu yüzü idi. Öte yandan bu süre
zarfında güç dengeleri değişti. AK Parti polisi, MİT’i, askeri bürokrasiyi
önemli oranda kontrolü altına aldı. Yargıda yaptığı reformlarla kendisine karşı
olan Kemalist tavrı zayıflattı. Böylece AK Parti, hükümet olmaktan iktidar
olmaya doğru önemli bir dönüşüm geçirdi. Ayakları yere daha sağlam basar oldu
ve artık tehlikeyi savuşturduğunu düşündü. Öyle olunca da daha önce
desteklerine gerek duyduğu bir kısım iç ve dış müttefikleri eskisi kadar
önemsemez oldu. Geçmişten beri sahip olduğu değerler ve gönlündeki toplum
tasarımı yönünde bir uygulama için koşulların artık uygun olduğunu düşündü.
Yukarda bir bölümüne değindiğim söz ve uygulamalar bunun ürünü.
Bu İslami değerler Hükümet’in dış politikasına da
yansıyor. İsrail’le köprüleri atarken, AB ile üyelik sürecini gevşetirken İslam
dünyasının ağabeyliğine soyunuyor. Buna paralel olarak Osmanlı’yı öne
çıkarıyor, ona özeniyor. İslam dünyasında ise, yaşanan Sünni-Şii saflaşması ve
son Suriye olaylarının etkisiyle Türkiye bir taraf durumuna geldi.
Oysa akıllıca bir dış politika içerde ve dışarıda
barışçı ve demokratik ilişkileri esas almaktır. AB üyeliği demokrasi
standartlarını yükseltmenin koşuludur. Arap ülkeleri ile ilişkiler de,
Osmanlının varisi veya bir ağabey anlayışıyla değil, iyi komşuluk ve karşılıklı
yarar üzerine kurulmalı; aynı zamanda bu ülkelerdeki demokratik gelişmeler
gözetilerek, buna yönelik süreçlere destek verilerek yürütülmeli.
Öte yandan, AK Parti politikalarına yön veren
etkenlerden biri zaten bu hareketin genlerinde var olan İslami değerler ve buna
uygun toplum tasarımı ise diğer bir etken de onun bu 10 yıllık süre içinde aynı
zamanda ülkenin ekonomisini yönetiyor olmasıdır. Yani AK Parti yalnız siyasal
olarak değil, ekonomik anlamda da devletin ve sistemin yöneticisine dönüştü. Bu
gelişen ekonomi neo liberalizm rüzgarından da güçlü biçimde etkilenen bir
ekonomidir ve iktidar partisi, gündeme gelen önemli yapım projeleriyle birlikte
büyük ölçekte rant dağıtımı olanaklarına sahiptir.
Bir başka deyişle, AK Parti aynı zamanda ekonomi
çarkının direksiyonundadır ve bu onun politikalarını etkiliyor. O artık
çoğunluğu yoksul olan kent varoşları mensuplarının ve kır sakinlerinin değil,
hızla yükselen ve aynı zamanda kendisinin desteğiyle yükselen, “Anadolu
kaplanları” denen orta ve üst yeni sermaye kesiminin de partisidir. Bu da ister
istemez sermaye grupları arasındaki çekişmelerde bir rol üstlenmesini birlikte
getiriyor. Bu çekişmeler son Gezi olaylarına da yansıdı ve hükümet bazı sermaye
gruplarını eylemleri kışkırtmakla suçladı, onları “ümüklerini sıkarız,” diye tehdit
etti. Hükümetin medyayı da bu tür baskı ve tehditlerle hizaya getirmeye
çalıştığı ve önemli oranda getirdiği de bir sır değil.
AK Parti bakımından siyasal ve ekonomik alandaki
söz konusu iki temel değişim, onu mazlumların yanından egemenlerin safına yükseltti,
hem devlet çarkının hem ekonominin dizginlerini eline aldı. Bu da AK Parti
politikalarındaki temel değişimlerin nedeni oldu ve onu kitlelerden
uzaklaştırmakta.
Bütün bunların sonucu olarak AK Parti, gelinen
aşamada ve demokrasi geleneğinin pek güçlü olmadığı bu ülkede, kitlelere ters
düşen, onların tavrını önemsemeyen işler yapıyor. Gezi Parkı’ndaki barışçı
kitle hareketini şiddetle engelleme çabası da bunun son örneği oldu ve
beklenmedik yaygın tepkilere yol açtı.
Bunda elbet iç politikada rakipsiz olmanın yol
açtığı durumun, yani gücün yarattığı baş dönmesinin de payı var. Muhalefet
partilerinden MHP soğuk savaş döneminden kalmış umutsuz bir vaka, tipik bir
statüko bekçisi. İdeolojisinin vakti çoktan geçmiş olan, sırtında geçmişin tek
parti uygulamalarının ağır kamburunu taşıyan ana muhalefet CHP’nin ise
demokrasi ve değişim yönünde hiçbir ciddi projesi yok, statüko bekçiliğinde
nerdeyse MHP’den bile katı. Böyle bir muhalefetin Türkiye’de değişime öncülük
etmesi, umut olması beklenemez.
Böyle bir durumda bu ülkenin özgürlük ve değişim
isteyen kitleleri, demokrasi yanlıları ne yapmalı? AK Parti’nin kendilerini
tedirgin eden uygulamalarına karşı seslerini yükseltmek elbet yapılması
gerekenlerden biridir ve bir haktır. Ama daha ileri hedefleri gözetmeliyiz.
Kürt sorununun adil bir çözümü için, Alevilerin meşru haklarının tanınması
için, gerçek bir laiklik için, kadın haklarını, işçi haklarını korumak ve
genişletmek için, yeni ve çağdaş bir anayasa için mücadele etmeliyiz. Özetle,
bize düşen daha çok özgürlük, daha çok demokrasi, daha iyi bir çevre ve daha
geniş sosyal haklar için çaba göstermektir. Bunun için elbet barışçı eylemler
ve örgütlülük gerekli.
Hükümet değişecekse böyle değişecek. Şimdi ne
denli güçlü görünürse görünsün, değişime ayak uyduramayan ve kitlelerin haklı
taleplerine karşı direnen bir hükümet eninde sonunda kitle desteğini yitirir ve
gider.
Peki bu durumda AK Parti nasıl gidecek? Açık
konuşalım, bir devrimle mi, yoksa sandıkta ve seçmen oyuyla mı?
Bazı kesimlerin şu anda Gezi Parkı direnişinin
tetiklediği gösterileri abartıp bundan devrim beklemelerinin hiçbir ciddi
tarafı yok. Türkiye solu, sosyalist sistemin henüz ayakta, kendisinin de en
güçlü olduğu, iyi kitle bağlarına sahip olduğu 12 Eylül öncesinde bile
güçlerini birleştirip devrimci bir değişim için halka öncülük etmeyi
başaramadı. Şimdi, marjinal duruma düştüğü şu bölük-pörçük haliyle mi bunu
yapacak?
Son olaylarda etkinlik kurmaya çalışan ve bir kez
daha devrim düşü gören marjinal sol grupların yanı sıra, daha düne kadar bir
askeri darbe tezgahlayan veya böylesi bir darbeden medet bekleyen kesimlerin de
yeniden umuda kapıldıkları görülüyor. Bunlar olayların büyüyüp çığırından
çıkmasını, ortalığın bir yangın yerine dönmesini canı gönülden istiyor ve bunun
için çabalıyorlar. Böylece ülke yönetilemez hale gelecek ve belki de yeniden
birilerine, geçmiş darbelerde olduğu gibi, “vatan ve milleti kurtarma” işi
çıkacak!..
Tüm olup bitenlerden sonra bu iş elbet kolay
değil; ama can çıkmadıkça huy çıkmaz…
Gösterilerde atılan sloganlardan biri de hükümetin
istifasına ilişkin. İyi de hem bu hükümetin istifa etmeyeceği belli, hem de o
istifa etse yerine kim gelecek, CHP ve MHP’mi? Bunlar yüz yüze olduğumuz
sorunları mı çözecekler, ülkeye barış ve demokrasi mi getirecekler? Bu iki
partinin böyle bir derdi yok. Aksine yıllardır en basit reform çabalarının
önüne dikilenler onlar. Militarist kesimle birlikte bugünkü durumun baş
sorumluları da onlar.
Belli ki Gezi olaylarının tetiklediği bu
gösterilerden, eğer bir darbe, yanı karşı devrim çıkmazsa, ne herhangi bir
devrim çıkacak ne de AK Parti hükümetinin yerini reformcu bir hükümet alacak.
Böyle bir şans yok.
Ama Türkiye’nin değişime, sorunlarını çözmeye,
kitlelerin de özgürlüğe ve demokrasiye şiddetle ihtiyaçları var. Geçmişteki
nice kitlesel, anlı şanlı parti bu gereği kavramadıkları, buna karşı
direndikleri için ya sahneden tümüyle silindiler ya da etkisiz hale geldiler.
AK Parti 2000’li yılların başında bir alternatif olarak sahneye çıktı, kitle
desteği aldı ve olumlu yönde bazı reformlar yaptığı için de bu kitle desteği on
yıldır sürmekte. Ama o da bir süredir durdu ve yanlış şeyler yapıyor. Eğer
böyle devam eder, AK Parti değişimi kavramaz, gereğini yapmaz, üstelik bu tür
yanlış uygulamalarla kitlelere ters düşmeyi sürdürürse, onun da kitlelerin
güvenini yitireceğinden şüphe olamaz.
Bu durumda AK Parti’nin içinden ve dışından
seçenekler mutlaka çıkacaktır. Bunlar değişimi kavrayan ve gereğini yapmaya
talip olan liderler ve partiler olacak.
Türkiye bir Esat Suriyesi, bir Kaddafi Libyası ve
Mübarek Mısırı olmadığı için de en muhtemeli ve makulu, bu ülkede değişimin
sandıkta yani seçmen oyuyla olmasıdır. Sandığın yolu kapanmadıkça halka
güvenenlerin yapması gereken budur.
Besbelli demokrasi salt dört ya da beş yılda
yapılan seçimler değildir. Kitlelerin hükümete seslerini ve taleplerini
duyurmak, yapılanlara itiraz etmek ve bu amaçla gösteriler düzenleme hakkı var.
Ülkeyi sandıktan aldığı yetki ile yönetme hakkı gibi, yönetirken kitlenin
sesine kulak verme, azınlığın haklarına saygı gösterme de demokratik bir
yönetimin olmazsa olmaz koşuludur. Çağımız demokrasilerinde bu tür
katılımcılığın örnekleri çeşitlidir.
Barışçı gösteriler demokrasilerde temel bir
haktır. Gezi Parkı’nda, başlangıçta bir çevre hareketi olarak ortaya çıkan
gösteriler de bu türdendi. Ne yazık ki hükümet, geçmiş dönemden süregelen bir
alışkanlıkla buna katlanamadı, bu barışçı gösteriyi biber gazı da kullanarak
şiddetle dağıtmak istedi. Bu ise kamu vicdanında derin tepkilere yol açtı, toplumun
biriken öfkesini harekete geçirdi. Olaylar yer yer çığırından çıktı.
Öte yandan, bu gösteriler sırasında, başka
benzerlerinde de olduğu gibi, taş ve molotof kokteyli atan, cam-çerçeve kıran,
otomobil yakan, böylece işi vandalizme vardırıp çevreye ve insanlara zarar
veren grupların yaptığı ise onaylanamaz. Bu tür bir şiddet haklı bir davaya
sadece zarar verir ve bu olayda da öyle oldu. Ama ileri demokratik ülkelerde de
kendiliğinden patlak veren, iyi denetlenemeyen kitlesel olaylarda bu tür
amaçsız şiddet kullanan lumpen ve vandalist gruplar ortaya çıkıyor. Bunların
tutumunu direnişin bütününe mal etmek haksızlık olur. Güvenlik güçlerinin
böylesi gruplara karşı tedbir alması ve onların vereceği zararları önleme
çabası, kullanılacak güç orantılı olmak koşuluyla, elbet doğal ve gereklidir.
Ama yönetim ve güvenlik güçleri bakımından asıl ustalık, olayların çığırından
çıkmasına yol açacak yanlışları yapmamaktır. Son olayda da eğer barışçı
gösterilere karşı şiddet kullanılmasaydı, muhtemelen olaylar bu dereceye
varmayacaktı.
Tüm bu olup bitenlerden sonra Hükümet artık
yaptığı yanlışları sürdürmemeli, Gezi Parkı’na topçu kışlası yapma inadından
vazgeçmeli. Son olarak gündeme getirilen halk oyuna başvurma elbet mümkün. Ama
kanımca bunun için geç kalındı. Bu kez, muhtemelen sağlanacak çoğunluk oyu ile
oraya kışla yapmak, yanlışta ısrar etmek olur. Çünkü Hükümet, oraya topçu
kışlası yapma girişimini kitlelerden gelen bir talep nedeniyle başlatmadı,
kimsenin böyle bir derdi yoktu.
3. Köprüyü yapma çabası da bence yanlış. O da
geniş bir yeşil alanı yok edecek, doğaya zarar verecektir. İstanbul trafiği
geniş bir metro ağı, tüp geçitleri ve toplu ulaşımla sağlanmalı. Ama ille de
yapılacaksa ona Yavuz Selim’in adı konmamalı.
Munzur’a, Harçik’e ve benzer yerlere hidroelektrik
santralleri kurma sevdasından da vazgeçilmeli. Bunların sağlayacağı elektrik
enerjisi, yok edecekleri tarihi ve doğal güzelliklerin, bozacakları doğanın
yanında hiçtir.
Hükümet iyi işler yapmak istiyorsa bunlar
yeterince var. Yeni ve çağdaş, ademi merkeziyetçiliğe, anadilde eğitime, yeni
ve herkesi kucaklayan bir vatandaşlık tanımına da yer veren, gerçekten
demokratik bir anayasa…
Anti demokratik yasaların ve hükümlerin
ayıklanması…
Seçim barajının kaldırılması, nisbi temsil
sisteminin getirilmesi…
Zorunlu din dersinin kaldırılması, Diyanet İşleri
Teşkilatının anayasal ve resmi bir kurum olmaktan çıkarılması; yani laiklik
yönünde adımlar…
Mayınlı alanların temizlenmesi; Türkiye-Suriye
sınırındaki mayınlı alanların topraksız köylülere dağıtılması…
30 yıllık çatışma döneminde köyleri yakılıp
yıkılarak sürgüne zorlanan milyonlarca Kürt köylüsünün dönüşünü kolaylaştıracak
tedbirlerin alınması, yaralarını sarmak için zararlarının tazmin edilmesi…
Kentleri beton yığınlarına, gökdelen tarlalarına
çeviren projeler değil, parkları, yeşil alanları, sosyal tesisleri ile soluk
alınır bir kentleşmeyi yaratmaya yönelik projeler…
Zengini daha zengin eden rant alanları yaratmak
için değil, yoksul, emekçi ve dar gelirlilere iş ve sosyal yardım olanakları
sağlamaya uygun projeler…
Sağlık ve eğitim alanına daha çok yatırım…
Özetle insanı, hayvanı ve bitkisi ile tüm
canlıları; toprağı, denizi ve atmosferi ile bir bütün olarak dünyamızı gözeten
projeler…
Sonuç olarak hükümet, Gezi Parkı sorunundan çıkıp
yaygın kitle gösterilerine dönüşen bu olayları doğru yorumlamalı ve bundan ders
çıkarmalı. Olayları, birtakım istihbarat birimlerinin verdiği bilgilerle, iç ve
dış komplolara bağlamak kolaycılıktır, gerçekten kaçmadır. Bu, geçmişte de
sıkça başvurulan bayat bir yöntemdir.
AK Parti kendisini uyaran, yanlışlarını yüzüne
vuran herkesi yeminli karşıt, ya da kötü niyetli saymamalı.
Yanlışı görmek ve ondan dönme basiretini göstermek
bir erdemdir. AK Parti bunu yapabilirse, hem kendisi, hem de herkes için iyi
olur.
14 Haziran 2013