Konuşmaktan da yazmaktan da yorulduğumuz zamanlar
oluyor. Söylenmeyen, yazılmayan şey kaldı mı diye soruyoruz kendimize. Aynı
şeyleri tekrar tekrar yazmaksa bazen abesle iştigal gibi geliyor bize.
Evet, insanlığın kültür ve siyaset tarihine, hatta
bizzat şu yakın dönem tarihimize bakarsak gerçekten de söylenmeyen şey yok
gibi… Buna rağmen konuşup yazmayı sürdürüyoruz ve bunu yapmaktan başka çaremiz
yok.
Çünkü insanların büyükçe bir bölümünün söylenip
yazılanlardan haberi yok; onlara doğru ve gerçek bildiğimiz şeyi tekrar tekrar
anlatmak gerekiyor. Hepsi değilse de bir bölümü belki okuyacak ve
dinleyecekler. Bir bölümü, özellikle de önyargılı olanlar ise dinleyip
okuduklarını anlama şansına sahip olmayacaklar; onlara ne söyleseniz boş.
Böyleleri belki yıllar geçip de kafalarını taşa çarptıkları zaman içine
düştükleri hayal dünyasından ayılacak, yanlışı fark edecekler.
Bazılarının yanlışı fark etmeleri için 20-30 yıla
ihtiyaçları vardır, bazılarına ise bir ömür bile yetmez.
Yanlışını gördüğü zaman itiraf edeni ise bu
dünyada Diyojen’in lambasıyla arasanız zor bulursunuz…
Her neyse…
Şiddetin, iç savaşların toplumu sardığı kaos
dönemlerinde insanların kafaları daha da karışır, saflar keskinleşir, kinler
öfkeler bilenir, sağduyu telkin eden sözler önyargı duvarlarını aşamaz.
Böyle dönemlerde kavganın tarafı olan kişiler ve
gruplar bir kaplumbağa gibi kabuklarına çekilir, bir kirpi gibi dikenlerini
gösterirler. Diyalog, birbirini anlama çabası, uzlaşma ortamı kaybolur; bir kör
dövüşü manzarası dörtbir yanı sarar.
Uzun zamandır ki -Türkiye ve Kürdistan da içinde-
Ortadoğu’nun manzarası budur.
Bir tüm olarak dünyanın ya da insanlığın manzarası
farklı mı diyeceksiniz? Eğer aklı başında birileri dünyaya dışarıdan
bakabilselerdi gördükleri manzara için aynı şeyi düşünür, belki de “bu insanlar
çıldırmış” derlerdi.
Son yıllarda dünyamızın en çok kaynayan yeri
Ortadoğu, ama bu kaynamanın tek ya da baş sorumlusu Ortadoğu değil.
Çeşitli yazılarımda yazdım: Uzak sömürgeci geçmişi
bir yana bırakalım, bugün Ortadoğu’da yaşananlar bakımından son 50-60 yıl
içinde dış dünyadan Ortadoğu’ya uzanan ellerin rolü oldukça büyüktür.
Sovyetler Birliği’ne ve bir bütün olarak sosyalist
sisteme karşı “Yeşil Kuşak Politikası” izleyen ABD, dini değer yargılarını
sosyalizme karşı bir panzehir olarak gördü ve İslam dünyasındaki radikal
eğilimleri örgütledi, besledi, tutucu değer yargılarını kışkırttı.
Son yirmi yıldır hem bölge hem dünya için ciddi
bir tehlikeye dönüşen radikal İslamcı örgütler, El Kaide ve onun türevleri; El
Nusra, IŞİD, Boko Haram ve ötekiler, bu politikanın ürünüdür. Sovyetler çöktü,
ama bu örgütler bizzat kendi efendileri için ciddi bir baş ağrısına dönüştüler.
Ve şimdi kahraman Amerikamız onlarla, kendi marifetinin ürünü olan bu belalarla
savaşıyor…
Bugün bölgenin yaşadığı sorunların başta gelen
sorumlusu olsa da, tek sorumlu ABD ve öteki sömürgeci-emperyalist güçler değil.
Bölgenin kendi aktörlerinin bugün yaşanan kaostaki paylarını da görmezden
gelmemeli. Bunlar en başta, 20. Yüzyıl başlarında Osmanlı tümden çöküp
dağılırken bölgede ortaya çıkan çok sayıdaki krallıklar, emirlikler,
diktatörlüklerdir.
Söz konusu monarşik yönetimler bir süre
emperyalizmin yedeğinde, özgürlük ve demokrasi tanımayan bu toplumları
yönettiler. Zamanla bazıları devrildi ve sözde cumhuriyetler kuruldu. Bu
cumhuriyetlerin bazıları, örneğin Irak ve Suriye’deki Baas rejimleri, Mısır’da
Nasır, Libya’da Kaddafi yönetimi, kendilerini sosyalist diye niteleseler bile,
gerçekte sosyalizmle bir ilişkisi olmayan tipik Arap milliyetçisi, şoven
rejimlerdi. Afganistan’da krallık yıkılınca yerini alan Sovyet yanlısı rejim de
farklı olmadı. İran’da şahlığın yerini ortaçağ türü bir Mollalar rejimi aldı ve
gelen gideni aratır oldu. Irkçı-milliyetçi bir diktatörlük olarak doğan
Türkiye’deki rejim, zamanla sözde çok partili sisteme geçse bile, toplum bir
türlü çağdaş demokrasi ve özgürlüklerle tanışmadı; sisteme ayar veren askeri
darbeler birbirini izledi ve bugünlere geldik. Şu anda ise durumun ne olduğu
ortada.
Bu ülkelerdeki gerek krallık ve şeyhlik tipinden
Ortaçağ türü rejimlerin, gerek sosyalizm suyuna batırılmış Baas ve benzeri
askeri diktatörlüklerin hiç biri, ülkelerinde çağdaş insan hakları ve demokrasi
yönünde gerekli reformları yapmaya yanaşmadılar. Halk muhalefeti ise çoğu zaman
İran ve Afganistan’da olduğu gibi İslamcı, dinci kanallarda kendine yer buldu,
etnik ve mezhepçi renklere büründü. Son olarak Mısır, Suriye ve Libya’da
yaşananlar bunun yeni örnekleri. Değer yargıları ve öngördükleri yaşama tarzı
ile İslam Ortaçağına özenen bu muhalefetin topluma daha iyi bir gelecek sunması
olanaksızdır. Yarattığı sonuçlar, görüleceği gibi söz konusu ülkeleri tam bir
kaosa, şiddet sarmalına sokmakta, toptan bir çöküşe yol açmaktadır.
Ortadoğu bu durumdan nasıl, ne zaman çıkacak,
kestirmesi zor. Ne yazık ki bu durum birkaç kuşağın başını yiyecek görünüyor.
Daha yakına gelelim ve Türkiye’ye bir göz atalım.
Sorunlarını barışçı ve demokratik yol ve
yöntemlerle çözmeyi başaramayan, gerekli ve zorunlu reformları yapamayan
Türkiye’de de uzun zamandır önemli kutuplaşmalar, yarılmalar yaşıyor. Ülke son
70 yılda sağ-sol, laik-dinci, Kürt-Türk, Alevi-Sünni çekişme ve çatışmalarına
sahne oldu. Sağ-sol çatışması dünya sosyalist sisteminin yaşadığı büyük
çöküntünün ardından eski ateşini yitirmiş olsa da ötekiler bugün de sürmekte ve
taraflar bir diyalog, uzlaşma, sorun çözme zemininden uzak, kendi mevzilerine
çekilmiş ve birbirine diş bilemekte.
Toplumu her alanda tek renge boyamaya kalkışan
Laik Kemalist rejim uzun zaman hem sola ve emekçi hareketine, hem İslami
harekete, hem Kürtlere ve Alevilere hak ve özgürlük tanımadı. Zora düştüğünde
ya da muhalefetin yükseldiği her dönemde tezgâhladığı darbelerle onları ezdi.
Tüm yaşananlardan sonra bugün de Kemalist kesimin bu siyaset ve toplum anlayışı
değişmiş değil.
İslamcılar tüm baskılara rağmen, çok partili
sistemde adım adım güçlenmeyi, yollarını açmayı ve en sonunda iktidar olmayı
başardılar. Kemalist kesimin son darbe girişimleri AK Parti’nin yükselişini
önleyemedi. Ama onlarla İslamcı kesim arasındaki amansız çekişme bugün de
sürmekte. AK Parti devlet kurumlarını tümüyle denetime alıp kendi İslamcı
toplum ve yönetim anlayışını her alanda egemen kılmaya çalışırken Kemalist
kesim AK Parti’yi şu veya bu şekilde düşürüp sistemi kendi anlayışı
doğrultusunda restore etmeyi umuyor ve bu yöndeki çabalarını sürdürüyor.
Kürtlerin hak ve özgürlük mücadeleleri, 1960’lı,
70’li yıllarda canlanıp barışçı bir doğrultu izler ve yıldan yıla kitleselleşip
güçlenirken, sistem baskı ve şiddet yöntemleriyle, askeri darbelerle bunu
kesintiye uğrattı, engelledi, türlü provokasyon ve tuzaklarla ve PKK eliyle
şiddete yöneltti. Böylece süreç içinde barışçı yöntemler izleyen ilerici,
çağdaş Kürt yurtsever örgütleri güç kaybederken silahlı mücadeleyi başlıca
yöntem seçen ve 1984 yılında gerilla savaşı başlatan PKK güçlendi ve Kitleleri
çevresinde topladı.
Ne var ki PKK’nin başından itibaren izlediği
politikalar, ilişkide olduğu, kendisine destek ve yön veren odaklara bağlı
olarak çok zikzaklı oldu. Bunlar kamuoyunca biliniyor, ben de çok söyleyip
yazdım. Türk devleti ve ötekiler PKK’nin ortaya çıkıp güçlenmesinde önemli bir
rol oynadılar; ama bununla Kürt sorunu çözülmedi, aksine yıllar içinde daha da
ağırlaştı karmaşık hele geldi.
1984’ten bu yana yaşanan çatışma ortamı ister
istemez, her iki halkın saflarında kini, öfkeyi, diğer tarafa karşı
güvensizliği ve önyargıları güçlendirdi. Bu süreçte Türk toplumunda Kürt
karşıtı duygu ve düşünceler zaman zaman zirve yaparken, Kürt kesiminde de Türk
tarafına karşı benzer duygular ve önyargılar güçlendi.
Yıllar yılı resmi söylemde Kürt halkının varlığını
inkar etmiş olan Türk yönetimi sonunda Kürtlerin varlığını kabul etme noktasına
gelse ve bir bölümüyle bu sorunun salt baskıyla, askeri yöntemlerle
çözülemeyeceğini dile getirse de, çözüm diye yaptıkları şeyler bazı palyatif
tedbirlerden ileri gitmedi. Türk devleti sorunu çözmeye elverir köklü
reformlara girişmeyi hiç düşünmedi. Devlet politikasında Kürtleri oyalama, aza
razı etme, tuzaklar, oyunlar sürüp geldi. Bu nedenle “Kürt açılımı” ya da
“Çözüm ve Barış” süreci denen son girişimler de bir sonuç vermedi, göstermelik
kaldı.
Tüm bu oyun ve tuzaklar sonucu Kürt hareketi ciddi
bir çarpılma yaşadı. PKK Kürt halkının tüm temel taleplerini terk edip tümüyle
devletin istediği çizgiye gelirken, öte yandan Kürt toplumu üstündeki güç
tekelini terk etmek istemedi, bu nedenle elindeki silahı bırakmaya yanaşmadı.
Bu durum, zaman zaman Ergenekon’un ve Suriye, İran gibi dış etkenlerin de işin
içini germesiyle yeni sıcak çatışma dönemlerine yol açtı.
Tüm bu gelişmeler PKK dışındaki Kürt çevrelerinde
de ciddi bir güvensizliğe yol açtı. “Türklerle birlikte yaşanmaz”, “Türklerden
demokrat olmaz” tarzındaki görüşler, bu türden önyargılar yaygınlaştı.
Türkiye’de Kürt olsun Türk olsun, Alevilerin uzak
geçmişten kalma travmaları vardır. Kerbela olayı, Yavuz Selim’in yaptıkları,
Koçgiri ve Dersim olayları bugün bile hafızalarda canlıdır. 1960’lı, 70’li
yıllarda Maraş, Malatya, Çorum’da ve Alevilerle Sünnilerin kitlesel biçimde yan
yana yaşadıkları diğer illerde yaşananlar ise tazedir. Bu durum Alevi kesiminde
Sünnilere karşı derin bir güvensizliğe yol açmıştır. Öyle ki Aleviler bu
güvensizlikle, kendisini Laik diye sunan ve Sünni İslami akımla da zaman zaman
çekişen Kemalizmi kendilerine daha yakın görmüş, onun kanatları altına
sığınmıştır. Kemalist rejimin eseri olan Koçgiri ve Dersim kırımlarına ve tek
parti döneminde Alevilerin yok sayılmasına, ağır baskı altında olmalarına
rağmen…
Bu anlayışla Aleviler, AK Partiyi de hep kuşkuyla
karşıladılar ve ona karşı Kemalistlerle birlikte saf tuttular. AK parti ise, bu
güvensizliği gidermek için göstermelik Alevi çalıştayları filan düzenlese de
gerçekte fazla bir şey yapmadı. Hatta zorunlu din dersi uygulamasına son
vermek, cem evlerinin statüsünü tanımak gibi basit adımları bile atmaktan
kaçındı. Onlara camiyi gösterdi ve zaman zaman itici, ötekileştirici bir dil
kullandı. Öyle olunca Alevi sorunu da, Kürt sorunu gibi bugün de gündemde ve
gerginlik, sürtüşme, hatta çatışma yaratan alanlardan biri.
Sol hareket 12 Eylül döneminde gördüğü ağır
baskılar, özellikle de sosyalist sistemin çöküşünün ardından uğradığı büyük
moral bozukluğu nedeniyle ufalmış, aşırı derecede bölünmüş ve ne yapacağına
bilemez durumda. Bir bölümü sözde laik geçinen Kemalist kesimin ardına
takılmış, “ulusalcılık” yapıyor, bir bölümü ise “Kürt Siyasi Hareketi” diye
adlandırdığı PKK’nin kuyruğuna takılmış, sözde devrimcilik yapıyor… Türkiye
solu iç ve dış politikasını otomatiğe bağlamış; iç politikayı anti AKP, dış
politikayı ise anti Amerikan bir rotada yürütüyor…
Tüm bu çözülmeyen sorunlar, bunların yarattığı
toplumsal kutuplaşmalar, yarılmalar, artı-eksi elektrik yüklü tel uçları gibi
zaman zaman çatışma kıvılcımlarına yol açıyor. Bu sorunlar ayrıca toplumun
enerjisini, olanaklarını gelişme ve ilerleme yönünde değil, olumsuz bir yönde
harcamasına, tüketmesine yol açarak önemli ekonomik ve başka türden sosyal
sorunlara da yol açıyor.
Türkiye bu durumu nasıl aşacak, sorunlarını nasıl
çözecek? Bunu yapamazsa nelerle yüz yüze gelebilir?
Buna da yazımın 2. Bölümünde değineceğim.
24 Ağustos 2015