• Ana Sayfa
  • »
  • Şair dostum Metin Demirtaş’a

Şair dostum Metin Demirtaş’a

Sezen Aksu’nun şu ünlü şarkısı sayesinde sansürü kırabildim, o da kırmak denirse! Onca şiir yazdım ve bunların birçoğu Gülümse kadar, belki ondan da güzeldiler; ama beni bir tek mısramla anıyorlar: “Bir kedim bile yok anlıyor musun…”


Sevgili okurlar,

 

Aşağıdaki mektup yıllar önce (10 Eylül 2004’te) Şair arkadaşım Metin Demirtaş’a yazdığım mektuplardan biri. Metin ne yazık ki 2014 Eylülünde hayata veda etti. Şimdi İsveç’teki arşivime göz gezdirirken rastladım ve onu sizinle paylaşmak istedim. Biraz uzunca, bu nedenle mümkünse rahat zamanda okuyun.

 

Kemal Burkay-Stokholm (7 Mayıs 2016)

 

Sevgili Metin,

 

Gönderdiğin kitap ve mektup 20 gün kadar önce elime ulaştı. “Dağınık Satırlar”ı, bir bölümünü geceleri yatmadan önce, bir bölümünü de senin önerdiğin gibi trende, derneğe gidip gelirken, aceleye getirmeden okudum. Dün bitti. Son yıllarda zevkle okuduğum az sayıdaki kitaplardan biri. Yer yer de oldukça duygulandım, kederlendim. İyi ki böyle “dağınık” yazmışsın, içinden geldiği gibi, doğallıkla..

 

Anlattığın birçok yeri, Antalya Kaleiçi’ni, Akçay’ı, Ahatlı köyünü görmemiş olsam da seninle birlikte yaşadım. Anlattığın kişilerin, sanatçıların çoğu tanıdık, bazıları ortak dostlarımız; ama sen onları bir başka anlatmışsın. Kalemini bir empresyonist ressamın fırçası gibi dolaştırmış, tatlı izlenimler bırakmışsın. Alaattin Bilgi ile herhalde tanışmamıştım; eğer o dönemde biryerlerde görmüşsem de unutmuşum, hatırda kalacak bir sıcak ilişkimiz olmamış; ama anlattığın bu insanı sevdim.

 

Hele Londra gezinde Marks’ın mezarını ziyaretinle ilgili anlattıkların.. Ben Londra’ya birçok kez gittim, 1981’deki ilk gidişimde Marks’ın mezarını da ziyaret etmiştim; ama anlattığın ayrıntıların, mezarı ziyaret ve resim çektirmek için kişi başına alınan Paundların farkında olmamışım. Bir ironi ancak bu kadar güzel anlatılır. Doğaldır ki Marks buna alaylı alaylı gülümseyecek.. Bunları okuyunca ben de gülümsedim ve Marks’ın ve bizim ne denli haklı, burjuvalarınsa ne hinoğluhin olduklarına ilişkin kanım biraz daha pekişti. Nazım’a o kadar çektiren Türkiye’deki tilkilerin de şimdi onu nasıl turistik bir değere dönüştürüp pazarlamaya çalıştıklarının farkında değil misin?.

 

Geçen yıl da Almanya’da, Vuppertal kentinde Engels’in evini ziyaret etmiştim. Bilirsin oralıdır. Evi belediyece -belki saygıdan, belki ticari aklın gereği olarak, belki de her iki nedenle- müzeye dönüştürülmüş ve elbet oraya da Eurolarla giriliyor.. Candan bir dostumun ölümünden epeyce sonra evini gezer gibi, kendisinin ve yakınlarının resimlerine, giysilerine, el yazmalarına göz gezdirdim. Şu yıllarda yaşasaydı ne derdi acaba? Kederli bir sesle, “biz yitirdik” mi derdi; yoksa, “Bekle, daha çok raundu var bu oyunun / Ve devamı gelecek yüzyılda” mı derdi, bilemem…

 

Dostum,

 

Remzi’den yeni bir cevap yok. Can Yayınları eğer kabul ederse şiirlerim orada basılabilir. “Seçme şiirler” biçiminde basımını şimdilik düşünmüyorum.“Toplu Şiirler” adı altında basılsa bile, tek cilt olmaz. Çünkü salt şimdiye kadar basılmış Türkçe şiirlerim en az iki cilt olur. İlk iki şiir kitabım “Prangalar” ve Dersim” birlikte 200 sayfayı bulur. Daha sonra çıkan Türkçe şiir kitaplarım “Yakılan Şiirin Türküsü” ve “Can Taşır Dicle” ise birlikte 220 sayfayı bulurlar. Bir de buna belki şiirlerle ilgili kimi yazılar, veya onlardan bölümler eklenir. (Sanırım geçen mektubumda, “Kar Utanır” adlı şiir kitabımdan bahsetmiştim. Oysa bu isimde Türkçe bir kitabım yok, Kürtçe basılan şiirlerimin adının Türkçe çevirisini söylemişim dalgınlıkla. Söz konusu Kürtçe kitabın adı ise “Berf Fedi Dıke”. Türkçe basılan dördüncü şiir kitabım “Can Taşır Dicle”; 1998 yılında İstanbul’da Deng Yayınları arasında basıldı. Bilmem eline ulaştı mı? Sende yoksa göndereyim).

 

Ayrıca tümünün orijinali Kürtçe olan rubailerim var. Bunlar da Türkçe çevirileriyle birlikte 1996 yılında Deng Yayınları arasında basıldılar. Bu kitap da 196 sayfa.

 

Yine, son yıllarda yazdığım 60 kadar yeni şiirim ve bir o kadar da yeni rubaim var. Yeni şiirlerimi henüz basıma hazırlamadım, bu nedenle bir ad da seçmiş değilim.

 

Fırsat bulursan Can Yayınları ve sözünü ettiğin yakın çevrenle konuş; ama o kadar da dert etme. Doğrusunu istersen hem siyasetten, hem de şiir yazmaktan, basım işiyle uğraşmaktan yoruldum. Şiirler çok basılsa, çok dağılsa, Nazım kadar ünlü olsam ne çıkar! Bundan çok mutluluk duyacağımı sanmıyorum. Şu dörtlükte anlattığım gibi:

 

Gözün yüksekte, ama yüksekler serap gibidir

Keyiflendirir, sarhoş eder, şarap gibidir

Şan ve şöhret dediğin bir yeldir, gelip geçer

Mutluluksa yanı başında, küçük şeylerdedir.

 

O yanı başındaki mutluluk ise eğer başkalarıyla paylaşılırsa vardır. Oysa bu dünyada, bu küçük şeyleri; sevgiyi, sözü, bir kadeh şarabı, bir acı kahveyi paylaşacak dostlar ve iyi yürekler öylesine az ki…

 

Bunlar, son döneminde Enver Gökçe’de gördüğümüz, hayata karşı küskünce duyguları andırıyor değil mi? Ama hayır dostum, biraz kırgınlığım olsa da henüz dünyaya, çevreme, insanlara o denli küskün değilim, yaşama sevincimi yitirmedim, sağlığım da yerinde, emin ol!

 

Her birimiz için, her zaman eksik bir şeyler vardır, ulaşılmamış, derinde, sızlayan… Senin de satırlarına yansımış bu. “Biz bir rastlantıyız” diyorsun, gençliğinde iyi bir eğitim alamadığından yakınıyorsun. Bu çoğumuz için şu ya da bu ölçüde geçerli. Ama “rastlantılar” da bazan insanı zirvelere ulaştırabiliyor. Örneğin, “soyluluğum benimle başlar” diyen Napolyon gibi.. Yaşar Kemal, Çukurova’da yoksullara, garibanlara özgü binbir işin içinde pişmiş olmasa, köşklerde büyüse, Yaşar Kemal olur muydu dersin?. Öte yandan, bir Tolstoy da herhalde Çukurova’nın sarısıcağında yetişmezdi; bu ülkede kavrulur, solardı. Ya çocuk yaşta bir kırımdan nasılsa kurtulmuş, yetimhanelerde büyümüş Ruhi Su, o bir rastlantı değil mi? O çağlayan gibi akan gür ses, o sarsıcı çığlık belki de bu acının ürünü.. Her gülün, her çiçeğin kendi ortamı, kendi iklimi var; kimi has bahçelerde, kimi kıraçlarda, kayalarda boy verir.

 

Dostum, biz her şeye rağmen iyi şeyler düşündük, iyi şeyler yaptık ve yazdık; bundan kuşkum yok. Hasetin, anlayışsızlığın böylesine bol, güzel duygu ve düşüncelerin ise bu denli kıt olduğu bir pazarda bile gam çekmemiz için bir neden yok. Yaşlılık dönemimizde de hayatın kıymetini bilelim, sizin oralıların deyişiyle “yüzümüzde güller açsın…”

 

Gelelim mektubunda değindiğin öteki konulara. Kızlarımın adını doğru, ama eksik hatırlıyorsun. İlk eşimden olan üç kızımın adları Hêlin, Evin ve Berivan’dır. Helin de Stokholm’de oturuyor; doktor, evlendi ayrıldı, iki kızı var, yani iki torunum… Büyüğü 17 yaşında! Evin’le Berivan ikizler, onlar da şimdi 34 yaşındalar. Eğitimlerini çoktan tamamladılar, İstanbul’dalar, evliler ve çalışıyorlar. Onların da birer çocuğu var. Berivan ticaretle uğraşıyor (ilk kez bizden de aklı ticarete çalışan şanslı, ya da becerikli biri oldu!), benim şiirlerimin basımı için o da ilgileniyor. (*)

 

İkinci eşimden ise iki çocuğum var. Baran (şimdi 26 yaşında) ve dördüncü kızım Dilan (18 yaşında). Bunların ikisi de Stokholm’de yanımızdalar. Senin adaşın Metin de (33 yaşında) altıncı çocuğum sayılır. O da burada, iyidir. İlk gençlik yıllarında burdaki birçok genç gibi cansıkıcı yanlışlar yaptı; ama şimdi durulmuş, iyi. Bir İsveçli kızla kalıyor. Bu yıl Türkiye’ye tatile geldiler. Babasının öldüğünden aynı gün haberdar olduk. Ne yazık ki, 20 yıllık hasretten sonra onunla görüşemedi.

 

Görüyorsun ki bir zamanlar evlenmeyi bile düşünmeyen, bunu düşlerinin tutkularının önünde bir engel gibi gören ben, hem iki kez evlendim, hem de yarım düzine çocuk sahibi oldum.. Yani evdeki pazar çarşıya uymadı. Bu ise bir dizi sorun demektir. Bir insanı büyütüp eğitmek ne kadar önemli, zorlu bir iş.. İyi ve ustaca bir bakım olmazsa soylu bir gül bile keçele dönüşür. Evliliğin de siyaset ve sanat kadar ciddi bir iş olduğunu ne yazık ki çok geç anladım. Daha o genç yaşımda evlilik konusunda duyduğum derin kaygılarda ne kadar haklıymışım. Hayatımı siyaset, sanat ve bol çocuklu evlilikler arasında üçe böldüm. Üçü de büyük uğraş isteyen işler. Belki bu nedenle her üçünde de yeterince başarılı olamadım ve acı çektim.

 

Gültekin çelebi adamdı, yazdıklarımla onun ve çocuğunun –herhalde eşinin de– canını sıktığıma üzüldüm. Anılarda, yani geçmiş hayatımızdaki bazı şeyler belki ilginçtir, ama kaktüs gibidir. Böyle bir etki yapacağını düşünemedim, keşke öylesine ayrıntıları yazmasaydım. Henüz yayınlanmayan ikinci ciltte de ondan söz etmişim; bazı şeyleri ayıklamalıyım...

 

Bana, edebiyat dergisi olarak bir tek Evrensel geliyor, bir de Kürtçe “Tiroj” adlı dergi. Türkçe edebiyat dergilerinden uzak kaldım, yoğun siyasal çalışma içinde gerek de duymadım. Siyasete atıldığımdan bu yana edebiyat benim için üvey evlat oldu. Güzel anlatım, belki siyasi düzyazıya kattığım bir çeşni, zaman zaman mizahi öykü, çocuk kitabı, hatta şiir biçiminde de olsa, insanları aydınlatmaya, görüşlerimi yaymaya yarayan bir aracı oldu. Yani bir aşk gibi kendimi salt edebiyata, şiire verdim diyemem. Sanat bir sevgili ise, ortak kabul etmez, tüm tutkularınla seni kendine bağlamak ister. Bunu yapmayınca da ondan, edebiyat dünyasından ne bekleyebilirim?

Bizim Kürtler beni daha çok bir siyaset adamı olarak gördüler. Elbet, şiirlerime tutkun olanlar da var; en azından onları sık sık başsağlığı ilanları ile nişan ve evlilik davetiyelerine basıyorlar! Ama birçoğunun, özellikle de siyasi çevrelerin, şiirlerimi bir zayıflık, duygusallık ürünü gibi gördüklerine kuşku olmasın. Türk kesiminde ise ben 1960’ların genç ozanı değilim. O dönem yalnızca, yeni yeni ilgi çeken bir şairdim. Solcu olunca düşman kazandım. Hem de sadece sağcıları değil, solun da bir bölümünü… Ama o günlerde solda ve edebiyat çevrelerinde hala epey dostlarım vardı. Derken Kürt siyasetinde öne çıktım; işte o saatten sonra Türk solunda, edebiyat çevrelerinde sakıncalı biri oldum. Unutma, bu ülkede Nazım bile uzun yıllar unutuldu.

 

Ben ise ancak Sezen Aksu’nun şu ünlü şarkısı sayesinde sansürü kırabildim, o da kırmak denirse! Onca şiir yazdım ve bunların birçoğu Gülümse kadar, belki ondan da güzeldiler; ama beni bir tek mısramla anıyorlar: “Bir kedim bile yok anlıyor musun…”

 

Elbet senin ve Tanilli Hoca’nın ilgisini, yazdıklarını unutuyor değilim; ancak böylesine dostların ve iyi niyetli insanların çabaları da sistemin bazılarımız için kurduğu demir ağları aşmaya yetmiyor.

 

Yalnız Türk canibinde sakıncalı olsam yine iyi. Kürt canibinde de kıyamet kadar düşmanım var. Örneğin 2003 Newrozunda Sezen Diyarbakır`da “Gülümse”yi söylerken PKK’nın televizyonu Medya TV, hemen sesi susturdu ve sadece görüntüyü verdi, Türkü bitince ses de geldi… Bir zamanlar Ankara radyosunda TİP adına seçim konuşması yaptığımda da bölgeye yayın yapan Erzurum radyosu susmuştu… Yine birkaç yıl önce, Berlin’de geniş katılımlı bir fest sırasında, Yeni Türkü grubu benim “Mamak Türküsü ” diye bilinen şiirimi söyleyince, PKK’lı amigolar yuh çektiler ve grup neye uğradığını şaşırdı.

 

Kürt kesiminde yazar ve edebiyatçı geçinen birçoklarının sıkıntısı da, yalnızca siyasetle uğraşmayıp onların ilgi alanına da el atmam; sanki ekmeklerini ellerinden almışım!

 

İşte böyle dostum, yakınacak şeyler çok. Ama yakınacağımıza en iyisi yine eskisi gibi yapmak, kötülerle savaşı yazıya, şiire dökmek. Şimdiye dek hep öyle yaptım, bundan sonra da yaparım. Kaldı ki hem Kürtler, hem Türkler arasında sevenim dostum da az değil. Herkesin sevdiği adam olmaksa, hem pek oburca bir istem, hem de gerçekçi değil. Hiç değilse kötülerin sevdiği adam olmamalı insan.. Kötülerin sayısı iyilerden çok da olsa…

 

Şu televole şairleriyle ilgili yazdıklarında pek haklısın. Yalnızca “önce ekmekler” bozulmadı, şiirler, türküler, filmler de bozuldu. Kötü para iyi parayı hep kovdu. İnci boncuk elmasın yerini aldı. Hem de yeni değil. Ama televizyon icat edileli beri reklam her şeyi esir aldı. Buna rağmen canını sıkma! Zamana dayanacak olan gerçek şiirdir, iyi sanattır; güzel söz, derin düşüncedir. Şu üç rubaim buna dairdir; ama çeviri olduklarını unutma. Kendim çevirmiş olsam bile, uyaklar da, orijinalindeki ahenk, ses zenginliği ve yumuşaklık da çok şey yitiriyor. Bu yüzden, Hayyam’ı okumak için keşke Farsça bilseydim, derim.

 

Şiirlerim ağalar, beyler, sultanlar için değil

Para-pul, eğlence, boş ve bezginler için hiç değil

Pazarda çoğunun gözü inci boncuktadır

Ama gerçek mücevher zaman ister, şimdinin değil

Söz vardır su şıpırtısı, yel götürür

Söz vardır çelik çivi, topraktaki altındır

Yürekten gelen ve düşünceyle bezeli şiiri

Deniz dibinde de olsa erbabı bulur çıkarır

Dar günde iş altındır, sabırsa inci

Bir damla ışık yaşamdır kara gecede

İster kederli günde, ister yaşlılıkta

Güller ek, varsın yarına armağan olsun

 

Tanilli Hoca’yla epeydir ilişkim kopuk. Bir ara Türkiye’ye dönmüş, ağır bir rahatsızlık geçirmiş, hastaneye yatmıştı. Kendisine bir geçmiş olsun haberi yolladım, sanırım ulaştırılamadı. Duyduğuma göre şimdi yine Fransa’ya dönmüş. Adresini bilmiyorum. Bendeki numarası şu (hem telefon hem faks):

0033 886 17 928

 

Eğer bununla irtibat kuramazsan, tekrar numara ve adres araştırayım.

Gazeteleri internetten izliyorum. Bana lazım olacak kitaplar içinse seni yormama gerek yok; hem İstanbul ve Ankara’daki arkadaşlar vasıtasıyla, hem de gidip gelenlerle bu sorunu bir ölçüde çözüyorum. “Şiirin Kanadında Mektupları”da bu kanaldan sağlayabilirim.

Sen de bu kez bilgisayarda yazmışsın. Bana bakma, sen nasıl seviyorsan, kolayına nasıl geliyorsa öyle yaz.

 

Mektubum uzun oldu. Belki de nice aradan sonra ilk kez bir dostla dertleşmek için fırsat buldum.

 

Sevgili dostum, şimdilerde çok kullanılan bir deyimle, kendine iyi bak! Sana “metin ol” diyeceğim ama, zaten Metin’sin.. Çocukların, kuşların, balıkların, meşe ağaçlarının yanısıra, şiirseverlerin ve benim gibi dostlarının da sana ihtiyacı var.

Selam ve sevgiyle...

Kemal

10 Eylül 2004-Stokholm

-------------------------------------------------

(*) Ama Berivan sadece bununla kalmadı, bu mektubu yazdığımın üzerinden fazla zaman geçmeden edebiyata yöneldi; sinema, roman, şiir üzerine yazılar yazdı; bir romanı ve şiir kitabı yayınlandı. Kanımca iyi şiirler yazmakta. Ama o genç kuşak yazarların çoğu gibi yeni tarzda yazıyor: soyut ya da post modern denen türden…

 

 

Diğer Yazıları
  • PAYLAŞ
  • İzlenme : 937

YORUMLAR (1)

yeni bir ürünü ya da bir şeyi almak, diğer insanları yok saymaktır. Bu yok sayma diğer insanları harekete geçirir ve böylece bir tüketim çılgınlığı döngüsü oluşur. böylece de kapitalizm amacına ulaşmış oluyor..19.07.2015 02:10

YORUM EKLE

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz. Üye Girişi yapın veya Kayıt olun.
Yasal Uyarı​ Yazarın yazıları, fikir ve düşünceleri tamamen kendi kişisel görüşüdür ve sadece kendisini bağlar. Haber ve Köşe yazılarına yapılacak yorumlarda yorum yapan kişi yasal sorumludur. Sitemiz yorumlardan yasal sorumlu değildir.