Sevgili okurlar,
Rudaw’la yaptığım bir söyleşi üç gün kadar önce
gazetenin internet sitesinde yayınlanınca, PKK çevresinden bazıları, yazıyı
doğru dürüst okuyup anlamaya bile gerek duymadan her zaman yaptıkları gibi,
saldırgan bir dille, abuk sabuk şeyler yazmaya koyuldular.
Kimisi diyor ki, “sen ne yaptın?” Kimisi diyor ki
“bir kedisi bile yok!” Kimisi PKK’ye yönelik eleştirilerim nedeniyle beni
devlet yanlılığı yapmakla suçlayacak kadar saçmalıyor. Yıllardır bana karşı
kullandıkları sözde argümanlar bunlar.
Meydanı boş sanmasınlar diye zaman zaman
böylelerine cevap veririm. Gerçi bazı kişilere lafın bir yararı olmadığını nice
deneyimimle biliyorum. “Bazılarının doğru ile yanlışı ayırabilmeleri için, ne
yazık ki 15-20 yıl geçmesi gerekiyor. Bazılarına ise bir ömür bile yetmez!”
“Önyargı, Tutku ve Akıl” başlıklı aşağıdaki yazım
yaklaşık 9 yıl önce yazılmış ve 10 Nisan 2006 tarihli Dema Nû gazetesinde
yayınlanmıştı. Bugün de aynı adamlar, aynı manzara… Ama öylelerine bir yararı
olmasa da yazıyı okurlarıma sunmak istedim. Okumamış dostlarım okusunlar,
geçmişte okumuş olanlar ise bilgilerini tazelesinler diye.
Kemal Burkay
8 Ocak 2015
*************
Önyargı, tutku ve akıl...
Önyargılı insanlara laf anlatmak zordur. Tutkuları
akıllarından birkaç karış yukarda olanlara da...
İyi niyetli aptallara bile laf anlatırsınız da
böylelerine anlatamazsınız!
Ne kadar açık, anlaşılır konuşarsanız konuşun, ne
kadar akla yatkın kanıtlar ileri sürerseniz sürün...
Kimi insan kendi deneyiminden öğrenir, hatasını
bizzat yaşayıp görür. Ama önyargılılar ve tutkuları akıllarından birkaç karış
yukarda olanlar, yanlışı on kez de yaşasalar, yaptıkları yanlış yüzünden
başlarına nice belalar da gelse yine gerçeği göremezler, kabul edemezler..
Çünkü önyargı kişinin gözlerini ve beynini tutsak
eder. O, kararını önceden, “peşin olarak” vermiştir. Bunun için ne yeter
bilgiye, ne kanıta gerek duyar. Kim ne derse desin onu yeniden gözden geçirme
gereğini duymaz, onu tartışmaz, ondan kuşkuya düşmez...
Aklın çok üstündeki tutku ve aklın denetiminden
kopmuş coşku ise kişiyi bir sel gibi önüne katar sürükler...
Bizim Kürtler, kadını erkeğiyle, çocuğu, genci
yaşlısıyla davul-zurna sesine bayılırlar. “Def û zırne” bir kez çaldı mı onları
tutana aşk olsun! Davul-zurna eşliğinde coşku ve kıvraklıkla halay çekmek, bize
özgü olmasa bile, bu alanda üstümüze yoktur.
Silah sesi de, bazı durumlarda buna benzer.
Davulun sesi nasıl uzaktan hoş gelirse silahın sesi de öyle...
PKK 1984 yılında Eruh ve Şemdinli olaylarıyla
silahlı eylemi başlattığı zaman pek çok insanımız, PKK’nın geçmişini, Apo’nun
kişiliğini irdelemeden –ki bu çok önemliydi-, koşulların silahlı mücadeleye
uygun olup olmadığı üzerinde fazla düşünmeden, silahlı mücadelenin bu
koşullarda ne getirip ne götüreceğini hesaplamadan –ki bu da çok önemliydi- bu sesten
büyük umutlara kapıldı. Zamanla bu umut daha da büyüdü. PKK her bahar, her yaz
Kürt devletini kurar oldu!
Ve çokları buna inandılar, büyük bir coşkuya
kapıldılar... PKK’nın geçmişi, Apo’nun kimliği, Suriye-PKK ilişkilerinin
niteliği üzerinde pek düşünmeden...
Ama biz, Kürdistan Sosyalist Partisi olarak bu
eylemleri, başlamasının hemen ardından, yani 1984 Ağustosu’nda yayınladığımız
bildiri ile macera olarak niteledik; koşulların bir silahlı mücadeleye
elverişli olmadığını, ayrıca, koşullar uygun olsa bile PKK’nın bu işe uygun
örgüt olmadığını söyledik. Bu görüşümüz PKK’nın önemli güç topladığı sonraki
yıllarda da değişmedi.
Bu yüzden Apo bizi hainlikle suçladı. Bununla
kalmadı, PKK derneklerimize, Newroz gecelerimize saldırdı, yoldaşlarımızı
katletti.
Sonra olayların nasıl geliştiği belli: Eruh ve
Şemdinli eyleminin patlak vermesinden tam 15 yıl sonra, l998 Ekimi’nde Apo,
Suriye’yi terk etmek zorunda kalıp, uzun zaman sığınacak bir ülke arayıp ve de,
adını teröriste çıkardığı için bulamayıp, ABD tarafından alınıp Türkiye’ye
teslim edildikten sonra silahlı eylemler durdu ve PKK –Kürt devleti şurda
kalsın- Kürtler yararına federasyon, hatta otonomi bile istemez oldu.
Apo mahkemede, yerli yabancı onlarca kameranın
önünde, “yanlış yaptım, pişmanım!” dedi.
Apo ve PKK, bu kez de bir uçtan diğer uca
savruldu. Yalnızca daha önce kutsadığı, mutlaklaştırdığı bağımsızlığı ve
silahlı mücadeleyi reddetmekle kalmadı, Türk üniter devletinin hizmetine girdi
ve Kemalizmi savunur oldu. (Böylece, aslında başlangıçtaki yerine döndü).
Bu aşamada, onu izleyenlerin ve ona dışardan alkış
çalanların bazıları uyandılar, ya köşelerine çekildiler, ya da muhalefet etmeye
çalıştılar. Ama ne ilginçtir ki hala onu izleyen bir hayli insan var. Hala onun
yaptıklarını taktik maktik sananlar var!
Acaba bunların uyanması için ne kadar zaman
geçmesi gerekiyor, 15-20 yıl daha mı?..
* * *
Önyargılı olanları ve heyecanı aklından birkaç
karış yukarda olanları ikna etmek zordur!
1993 yılında, PSK olarak PKK ile bir protokol
imzalamamızın hemen ardından –ki bu protokolde Kürt hareketi için son derece
olumlu görüşler ve istemler üzerinde görüş birliğine varılmıştı- Kürt
kamuoyunda bir umut havası doğdu. Örgütler arası gerilim düştü ve ortak
çalışma, hatta bir ulusal cephe için çabalar başladı. Ne yazık ki bu durum çok
sürmedi. PKK hastalıklarından kurtulamadı, yeni ve önemli yanlışlar yaptı.
Bu yanlışlardan biri Avrupa’da 1993 yazında
giriştiği terör eylemleri oldu. PKK bir yandan Bingöl yolunda, adeta bilerek
kucağına bırakılan 33 silahsız askeri kurşuna dizerken, diğer yandan Avrupa
ülkelerinde çılgınca bir terör dalgası estirdi. Birçok ülkede Türk
elçiliklerini bastılar, Türk işyerlerine bomba attılar, Alman otobanlarını
ateşe verdiler, polisle çatıştılar.
PKK’nin bu terör çılgınlığına karşı birçok Kürt
çevresi ya sustu ya da bu eylemlere hayranlık duydu! Çünkü birçoklarının
duyguları akıllarının birkaç karış üstünde idi. Çokları için bu eylemler
davul-zurna sesi gibiydi, pek cazipti, bir güç gösterisi idi...
Ama biz öyle yapmadık. Daha birkaç ay öncesi PKK
ile protokol imzaladığımız ve o dönem ilişkilerimiz iyi olduğu halde, çeşitli
bildiriler ve demeçlerle ve bizzat Öcalan’la yaptığımız telefon konuşmalarıyla,
bu eylemleri eleştirdik. Bu eylemlerin yanlış olduğunu, yarar değil zarar
vereceğini; yalnız PKK’yı Avrupa ve dış kamuoyunda terörist olarak gösterip
soyutlamakla kalmayacağını, bir bütün olarak Kürt hareketinin imajını
bozacağını söyledik.
Dediğimizin gerçekleşmesi için çok zaman geçmesi
gerekmedi. PKK Avrupa kamuoyunda müthiş sıkıştı. Birçok ülkede terörist ilan
edildi. Bu nedenle Abdullah Öcalan, 1995 yılında bir Alman televizyon kanalında
bu eylemler nedeniyle özür diledi ve”bir daha yapmam” dedi.
Ne var ki, iş işten geçmiş, PKK soyutlanmıştı.
Özre rağmen bu tavır değişmedi. Kürt hareketi de bir bütün olarak önemli yara
aldı.
Acaba o zaman susanlar, hatta PKK’nın çılgınca
eylemlerini hayranlıkla, adeta ağızlarının suyu akarak seyredenler, şimdi ne
düşünüyorlar? Doğru tavrın ne olduğunu anlayabilmişler mi? Hiç sanmam!
Anlamışlarsa bile, dilleri varıp da söyleyemezler.
Bugüne kadar söyleyenini görmedim!
* * *
Evet, sevgili okurlar, eğer Kürt hareketi
bakımından (Kuzey Kürdistan’ı kast ediyorum) işler bugün bu dereceye geldiyse,
manzara hiç de iyi değilse, bu yalnızca PKK’nın veya “Bay Başkan”ın suçu değil.
Onun yaptıklarına ses çıkarmayan, hatta hayran olanların, fırsat bulsalar aynen
onun gibi yapacak olanların da bunda büyük payı var.
Gözleri ve beyinleri önyargılarına esir düşen ve
duyguları akıllarından birkaç karış yukarda olanlarla ilgili olarak söylenecek
çok şey var. Ama bu yazıyı uzatamam ve üstelik öyleleri için bir yararı yoktur.
Çünkü tam da şu günlerde benzer bir öyküyü
yaşıyoruz. Türk devleti, özellikle de başta militarist güçler olmak üzere Türk
derin devleti, Kürt halkını bir kez daha tuzağa çekiyor, şiddet minderine
sürüklüyor ve bu işte de yine bir kez daha Apo’yu ve onu izleyen PKK’yı araç
olarak kullanıyor. Bu gelişmeleri pek çok yazımda ve bu arada son yazılarımda
yeterince dile getirdim.
Bu şiddet minderi bizim değil, rejimin söz konusu
militarist, ırkçı ve şoven güçlerinin işine yarar. Çünkü onlar bu alanda bizden
üstün.
Ama demokratik ortam, AB süreci, Kürt halkı ve bir
bütün olarak bu ülkenin tüm emekçi insanları, barış ve demokrasi güçleri için
–onların bir bölümü bu işin tam bilincinde olmasa bile- çok daha iyidir.
Demokratik bir ortam Kürt halkının haklı mücadelesi için çok daha elverişlidir.
Ne yazık ki Kürt kesiminde bunu hala anlamayanlar
var. Bunların sayıları çok değilse de şamataları birhayli.
Tuzak yeterince açık, şiddetin ne getirip ne
götüreceği de.. Ama şiddetin sesi bir kez daha onları sürüklüyor. Karşı tarafın
tuzağını görüp kitleleri uyaracaklarına, bu danışıklı dövüşe taraf olan PKK’yı
mahkum edeceklerine, onlar da kendilerinden geçerek yanlışa alkış çalıyorlar.
Bir kez daha PKK’nın hınk deyicisi durumuna düşüyorlar.
Rejimin süregelen inkar ve terör politikasına,
halkımızı aşağılamasına karşı kitlelerdeki tepki ve öfkeyi elbette anlıyoruz.
Sokağa dökülen çocukları ve gençleri de. Bunu daha baştan dile getirdik. Öte
yandan siyaset adamlarına, aydınlara düşen kitlelerin ardından sürüklenmek
değil, doğru eylemle yanlış olanını ayırabilmektir.
Tepkilerimizi pekala barışçı gösterilerle
yapabiliriz ve yapılması gereken budur. İşin şiddete dökülmesi, atılan taş ve
molotof kokteyli ise bumerang gibi geri döner ve Kürt halkını, onun haklı
davasını vurur.
Öfkeli, deneyimsiz gençler, çocuklar bunu
kavramayabilirler; ama topluma yol gösterme iddiasındaki siyasetçiler, ya da bu
işte kalem oynatmaya heveslenenler bu kadarını bilmeli.
Ne var ki bazıları yine önyargılarına tutsak ve
bazılarının tutkuları bir kez daha akıllarını, bilgi ve deneyimlerini fersah
fersah aşıyor... Böyleleri, tavrımız yaptıklarına uygun düşmediği için de bize
bir kez daha öfkeleniyorlar.
Ama siyasette gelecek öngörüsü ve bunun yol
gösterdiği sağlıklı bir tutum, ne önyargılarının ve kinlerinin esiri olanlara,
ne de duyguları akıllarının birkaç karış üstünde olanlara göre. Biz tavrımızı
hiçbir zaman böylelerine bakarak belirlemedik. Bazılarını rahatsız edeceğini
bilsek de hep doğru bildiğimizi söyledik. Şimdi de yaptığımız o.
Bazılarının doğru ile yanlışı ayırabilmeleri için,
ne yazık ki 15-20 yıl geçmesi gerekiyor. Bazılarına ise bir ömür bile yetmez!
Dema Nû -10 Nisan 2006