Abdürrahim Semavi’nin Diyarbakır cezaevi anılarını
anlattığı yeni çıkan "Zindanda çocuk" kitabını okudum. Henüz 16
yaşında, Nusaybin`de lise öğrencisiyken girdiği Diyarbakır cezaevinde
yaşadıkları inanılmaz.
Cezaevine girmeden önce sorguladığı hususlar
aslında başına bunların niye geleceğinin de bir göstergesi maalesef.
Çocukluğunda bir sınır ilçesinde mayınların ötesinde diğer ülkedeki
akrabalarından niye ayrı olduğunu sorguluyor hep. Geceleri yanıp sönen yıldızların
sonsuz karanlıktaki gökyüzünü aydınlatmasını seyretmek, en büyük eğlencesi... "Yıldızlarla hangisi Türk, hangisi Kürt
diye oyunlar oynardım. Bazen de kendime gülerek "acaba yıldızların
arasında da mayın döşenmiş miydi" sorusuna yanıt arardım. Sahi yıldızlarda
da bölünen topraklar var mıydı? Mayın tarlalarıyla bölünen sınırlar..
Bölenler...
Omuzlarımdaki adam "bölücü" diye
tepindikçe kendimi kaybediyordum. Son bir refleksle "Vallahi sınırları ben
koymadım" dedim. "Sınırları kim koydu, bilmiyorum, Mayınları kim
döşedi, bilmiyorum. Akrabaları kim ayırdı, bilmiyorum, bizi kim böldü,
bilmiyorum. Bilmiyorum, görmedim, duymadım."
7 yıllık mahkumiyet süresi boyunca ona ve
cezaevindeki mahkumlara uygulanan inanılmaz işkenceleri anlatmış. İnsan
yüreğinin dayanamayacağı, havsalasının alamayacağı korkunç işkenceler...
Korkunç uygulamalarıyla dünyanın ilk 10 kötü cezaevi arasına girmiş bir yerden
insanın sağ ve sağlıklı çıkması çok zor. Kitap Kürt meselesinin ne olduğu ve
nereden buralara geldiğine dair önemli bir belge… Yazar çocuk yaşta girdiği
cezaevinde gördüğü işkenceler arasında kendisine insan dışkısı ve fare
yedirilmesini de anlatıyor... ve daha inanılmaz nice işkence metodu... Hücrelerde
çırılçıplak bırakıldıkları hallerini anlatıyor. "Utanma duygusu ortadan
kalkmıştı. İnsanlar çırılçıplak halleriyle birer abide olarak görünürdü. Ve
korku.. Korkulacak bir şey yoktu çünkü zindandaydı insan, karanlıktaydı.. Zindanın
ötesinde Cehennemin ortasında bir yerde insan neden korkar ki? Ölmek mi? O
ödüldü. İşkence görmek mi? Zaten bunu yaşıyordun. Hapis mi? Zaten içindeydin.
Daha neyden korkacaksın ki? Onurun beş paralık ediliyor, beyinin, yüreğin, her
şeyin işgal edilmek isteniyor. Orada korkulacak şeylerin ötesi yoktu. zaten
içindeydin"
Kitap niye önemli? Zira Türkiye şu an tedavi
yöntemi olarak vaz geçtiği çözüm sürecinden uzaklaşmayla, eskilere Diyarbakır
cezaevi günlerine doğru gidiyor. Karşılıklı bir akıl tutulmasıyla
"eskidendi" dediğimiz günlere doğru son hızla gidiyoruz. Neyi
yaşadığımızı görürsek, ne yaşayacağımızı ve ateşin üzerine benzin dökmenin
sonuçlarının ne olacağını idrak edebileceğiz. Kendisi ile kitabı okuduktan
sonra görüştüğümde "bu korkunç işkencelerden sonra intihar etmeyi
düşünmedin mi?" diye sordum,
"İntihar bir kurtuluş değildi, yaşamak direnmek demekti, bunun için
yaşadım, bir keresinde vücudumdan akan kanlarla duvara "yaşamak
direnmektir" yazmıştım." dedi. Yüzlerce Cezaevi görevlisinden sadece
biri bu cehennemi uygulamalardan dolayı mahkum olmuş, o da nüfuz sahibi bir
aileden gelmiş olan Altan Tan`ın babası Bedii Tan`ın ölümünden sorumlu tutulan
gardiyan. "İnsan, nasıl bu kadar canavarlaşır?" sorusunu kitabı
okurken sık sık kendime sordum.
"Mahkumlara uzun koridorlar boyunca hatta
koğuşların içleri ve hatta tavanlarına bile yağlı ve plastik boyalarla resimler
çizdiriliyordu. Parası da mahkumdan çıkartılmak üzere... Türk’e ve Türklere
dair motifler, 77 cetlerinin resimleri, Kılıçaslan`dan tutun Osmanlı
padişahlarına kadar ve farklı sloganlar tabii. "Her Türk asker doğar"
dan tutun "Her şey vatan için" sözlerine kadar, istiklal marşının
kıtaları, Türklüğe dair nice sözleri vs.vs. Dehşet verici bir manzara. O
koridorlarda bir tutsağın psikolojisinin tuhaflaşması için çok sebep vardı.
Kendisine ait bir şey bulamazdı çünkü. Her şey ama her şey Türklüğe dairdi... Hatta
çoğu zaman havalandırmadan gökyüzüne bakarken "Acaba bu gök de mi onlara
ait?" diye düşünmekten kendimi alamazdım. Gökyüzü bile parsellenmiş
endişesini taşıyorduk."
Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın köpeği Co`ya tekmil
vermesi istenmiş, bunu nasıl yapacağını
bilemediği için kahkahalar içinde gülen gardiyan ve askerlerin arasında
baldırını yırtmak için kudurmuşçasına üzerine saldıran köpekle boğuşmasını mı,
çekilen işkenceler arasında ellerinin yüzülmesi pahasına adeta tüm insanlığa
sesini duyurmaya çalışarak "zulüm
her yerde zulümdür. Mazlumu görüp de sessiz kalan, zulmü hak eden
zalimlerdir" diye haykıran arkadaşının feryatlarını mı, on bir ay sonra
gelen ve 1 dakikalık ziyaret süresinde kendisini aşırı zayıflaması ve şeklinin
değişmesinden dolayı tanıyamayan annesinin "bu benim oğlum değil, bana
oğlumu getirin" çığlıklarını mı anlatayım? İnsanlık dışı bu işkence
metodlarının bir daha yaşanmaması için ne yapacağımızı çok sıkı bir şekilde
düşünmemizi hatırlatıyor kitap bize.
Bir dönemin unutulmaması ve bir daha yaşanmaması
için yazılmış bu kitabı içiniz kaldırabilecekse okumanızı tavsiye ederim. Çünkü
bunca işkenceyi yaşamış Semavi son tahlilde şu değerlendirmeyi yapıyor. "Kardeşlik hukukunun bu coğrafyalarda
yaşayacağına hep inandım. Gelecek nesillerin kin ve nefret duygusunu değil,
adalet, barış, birlikte yaşama duygusunun, yine birlikte medeniyetler inşa etme
umudunun bu topraklarda can bulacağına inandım. Sabırla umut ettim,
ediyorum." Bu tahlil yaşananların bir daha yaşanmaması için nasıl bir
perspektif ve yapıcı iyi niyet içinde olduğunu gösteriyor. Bu da karşıt her
kesimin, hepimizin ihtiyacı olandır.
16 Mart 2016 Çarşamba Saat: 09:36