Benim ırkçılığa, milliyetçiliğe niye şiddetle
karşı olduğuma dair hatıralarımı anlatayım. Çocuktum, 12-13 yaşlarında. Okumayı
severdim, derslerimde başarılıydım. Daha da erken yaşlarda okuma maceram
başlamıştı. Rahmetli babam, memuriyet hayatı sürgünlerle geçmiş bir devlet
memuruydu.
Bunun nedeni, yani suçu namazını kılması ve
çocuklarını İmam Hatip Okullarında okutmasıydı. Hatta bir keresinde büyük abim
imam hatip okulunda okuduğu için babamın sürgün yeri İmam Hatip Okulu olmayan
bir yer olmuştu. Neyse, böyle bir iklimde büyüdük ve dinimizi erkenden
anlamamız için uygun bir vasat oluştu. İlk okuduğum kitaplardan birisi babamın
kütüphanesinde bulduğum "İslam ırkçılığı meneder" isimli kitaptı.
Buhari mütercimi çok kıymetli bir ilim ve amel adamı ve aynı zamanda şair
Mehmet Akif`in can dostu Babanzade Ahmet Naim`in kitabıydı bu. Bundan 40 yıl
öncesi pek telif eserin olmadığı o yıllarda okuduğum 19. yüzyılın sonlarında
yazılmış bir kitaptı eser. Bu kısa kitabı okuduğum zaman hayatım boyunca
unutamayacağım bir şey öğrendim. Öğrendiğim bu din, ırkçılığı, milliyetçiliği
şiddetle men ediyordu. Bir ırkın, bir başka ırkı aşağılaması, dışlaması,
ötekileştirmesi anlamındaki bir anlayışı bu din kabul etmiyordu.
Daha sonraları öğrenecektim ki Mehmet Âkif’ “ashab`dan sonra en sevdiğim adam” dediği
Naim’le dostluğunu kırk iki sene devam ettirmişti. Örnek bir dindar olan Naim
vefat ettiği gün Âkif, ‘Evim barkım yıkıldı, altında kaldım.’ diyecekti.
Daha o günlerden dinde milliyetçiliğin
olamayacağını anlamıştım. Büyüdükçe okuduğum ayetler ve olaylar bu inancımı
daha da pekiştiriyordu. Kur`anı okuduğumda Rum suresi 22. ayete geldiğimde bir
kez daha ürperdim. Zira Allahü teala bırakın milliyetçiliği yasaklamayı, farklı
ırkları yaratmasını, varlığının ve birliğinin bir delili olarak sunuyordu
insanlara. Allah insanların farklı ırkları görerek, dünyadaki çeşitliliğin
kendisinin bir lütfu ve ona olan inancın bir delili olduğunu görmesini
istiyordu. "Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin
farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz
bunda bilenler için elbette ibretler vardır." (Rum:22) Bu, benim
bu dinin bir başka milliyetin dışlanmasının ne kadar gayrıislami olduğu
yönündeki fikirlerimi pekiştirmişti. Kendime söz verdim şiddetle hep
milliyetçiliğe karşı çıkacaktım.
Ardından bir başka temel Kur`ani olay; Şeytan`ın
Cennet`ten kovuluş sahnesi. Şeytan ateşten yaratıldığını ve çamurdan, topraktan
yaratılan insan`a karşı üstün olduğunu ve emredildiği saygı hiyerarşisine
uymayacağını söylüyordu ve Allah onu Cennet`ten kovuyordu. İlk olarak
yaratılışını ileri sürerek üstünlüğünü iddia eden varlık Şeytan`dı ve ilk büyük
Allah’a karşı çıkış yaratılış özelliğinin, üstünlük vesilesi olduğu iddiasıydı.
İlk milliyetçi, ilk ırkçı Şeytan`dı. Bu Allah ve İslam düşmanının yolundan
gitmek ise benim affedemeyeceğim, kabul edemeyeceğim bir yoldu.
Daha o zamanlardan, çocukluk yaşlarımdan ülkemde
uygulanan ırkçılıklara şiddetle karşı çıkıyor ve sapkınlıkların nedeni
görüyordum. "Ne mutlu, Türk`üm diyene, Bir Türk cihana bedeldir"
sözleri eğitim kurumlarında her gün tepemde zonkluyordu ama ben buna içimden
yüksek bir isyan ile karşı çıkıyordum. Biraz daha büyüyünce sistemin bana
dayattığı bu zulmün büyük bir haksızlığa ve acıya neden olduğunu görmeye
başlamıştım. Bu ülkede tüm ırklar tek bir ırkın potasında eritilmeye
çalışılıyordu. Dayatılan ırkçılığın bir büyük sorunu, Kürt sorununu ortaya
çıkardığını görmem fazla zaman almadı.
İslami bir anlayış içinde şiddetle karşı çıktığım
milliyetçiliğe yeni bir kavramla tanıştığım sırada daha şiddetle karşı çıkmaya
başladım. Bu kavram insan haklarıydı. Bir insan hakları derneği olan
MAZLUMDER’in Kocaeli şube başkanlığını üstlenmiştim ve tarihi, sosyolojik
gelişimiyle insan hakları alanını araştırmaya başlamıştım. İnsan hakları da
tıpkı İslami anlayış gibi ırkçılığın, milliyetçiliğin ne denli yanlış bir
anlayış olduğunu bana tekrar hatırlatıyordu. İnsan hakları konusunun da baş
sorunlarından birisi milliyetini diğerlerinden üstün görme anlayışıydı. Bu
anlayış, bir kısım insana hakların kendisine ait olduğu, diğer milliyetlere hak
vermenin bir ihsan, bahşiş olduğu anlayışını telkin ediyordu. Bu yüzden dünya
üzerinde büyük zulümler yaşatılıyordu, en şerefli mahluk olan insan, insan
kardeşine yapmadığı zulmü bırakmıyordu. Bunun örneği ülkemde Kürt sorunu olarak
açığa çıkıyordu. Yıllarca gasp ettikleri Kürtlerin haklarını T.C devleti hak
üzere vermeye yanaşmıyordu. Ülke ayrımcılık, çatışma, savaş, huzursuzluk,
toplumsal kaos ve nefretin artışından kurtulamıyordu.
T.C devleti kendi yaptığı zulüm yetmezmiş gibi
toplumu, hatta milliyetçilikten en uzak durması gereken dindar topluluğu da
menhus anlayışıyla iğfal ediyordu. Artık milliyetçilik toplumsal bünyeye nüfuz
etmiş, bilinçaltlarına saklanmış, bünyenin zaafiyet gösterdiği her anda ortaya
çıkan bir mikrop hüviyetini almıştı. İnsan hakları alanında faaliyet gösteren,
üyelerinin çoğunun dindar olduğu MAZLUMDER`de hem yönetim planında devletin
uygulamalarıyla kafa kafaya çatışıyor ve maalesef hem de dindar camianın
bünyesine işlemiş milliyetçilik hastalığıyla mücadele ediyorduk. Dini sağa
yaslanarak milliyetçi bir açıdan öğrenen dindarlar bu ilk öğrendikleri
anlayıştan ayrılmayı rijid bir refleksle reddediyorlardı. "Kim bir Müslümandan bir sıkıntıyı
giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini
giderir" peygamber sözünü bilen Müslümanlar, kardeşleri Kürtlerin sıkıntısına
bigâne kalıyorlardı.
Niye milliyetçiliğe karşı olduğumu, ancak bu karşı
oluşun bir o kadar hassaten dindar camiada yankı bulamadığını anlatışımızın
kısa öyküsü bu. Uzun öyküsünü ve uğradığım hayal kırıklıklarını yazmaya kalksam
sayfalar almaz. Son zamanlarda duraksayan çözüm süreci sonrası bunların örneklerini
tekrar yaşadığım ve yıllardır yaşadığım hayal kırıklıklarını hatırladığım için
bunları yazdım. Bir çatışma havasında İnanılmaz derecede milliyetçi refleksler
veren ve sorunun çatışmayla değil sorunu yok etmeyle çözüleceğini yıllarca
anlamayan insanlarımız ah o insanlarımız... Bir sorunun nasıl çözümleneceğini
bilen ama uygulamaya yanaşmayan ve tabiilerini de bu konuda yanıltan bir
sisteme ve camiaya isyanım bundan.
Sorunun temeli buradadır, milliyetçilik
hastalığının sorgulanmamasıdır. Çatışmaların yoğunlaştığı, milliyetçiliklerin
kuvvetlendiği bir günde bunları hatırlatmak şimdi bir naiflik belki. Ancak
sorunların temelinde çatışmalara varmadan sorgulanması ihmal edilen bu anlayış
var maalesef. Ancak yaşadığım hayattan örneklerle hissettiklerimi anlatmak bir
insanlık borcumdur ve selim bir akılla bunları akledecek bir tek insan çıksa
bile bu çabama değer.
@gergerliogluof
8 Ağustos 2015 Cumartesi Saat: 00:25