Türkiye`de insan hakları sorunlarının ortaya çıkış
nedenleri ve gelişim çizgisini bilmek, kalıcı çözümü açısından son derece
önemlidir. Türkiye`nin insan hakları karnesi, rejimin oluşturmak istediği insan
tipi anlayışından dolayı kaçınılmaz olarak ilerleyen yıllarda kötü notlara
düşecekti. Beklenildiği gibi Türkiye`nin insan hakları düzeyine günümüzde iyi
demek mümkün değildir. Zira 100 yıla yaklaşan cumhuriyet tarihinde başta
bastırılmaya çalışılan pek çok sorun, artık temel yapısal sorunlar olarak
hepimizin önündedir.
.
Baskıcı ve jakoben zihniyetle toplumu zorla
dönüştürücü bir anlayışta olmasından dolayı Türkiye`de uzun müddet tek parti
dönemi egemen olmuştur. Demokrasi denemesi serbest fırka ile yapılmış ancak
rejimin yapısını sarsacağı görüldüğü için hemen vazgeçilmiştir. Dünyadaki
değişime direnemeyip çok partili sisteme geçildiği anda baskıcı anlayış tekrar
güçlenme ihtiyacıyla antidemokratik birçok yola başvurmuştur.
.
10`ar yıllık periyodlar halinde inceleyip
yorumlamaya çalışalım. 1920`li yıllar "devlet toplumu" oluşturma
gayretiyle geçtiği için insan hakları ihlalinin kaynağı ve baş heveslisi devlet
olmuştur. Ulus-devlet, yani egemen etno-dinsel kimlik (üst-kimlik) dışındaki
alt-kimliklere izin vermeyen devlet türü, toplumu kendi tanımladığı
"Türk" tanımıyla belirlemiştir. "Türk milleti" tanımının
bir şemsiye olduğunu iddia etmiş ama Türk soyundan ve İslam dininden olmayanlar
bunun altına girememiştir.
.
George Orwell`in "Hayvan Çiftliği"
(Animal Farm) kitabında adil bir sistem kurduğunu iddia eden ayrıcalıklı
domuzların diğer hayvanları 2. sınıf ilan
etmesinin bir formülü vardır: "Tüm hayvanlar eşittir ama domuzlar
biraz daha eşittir". Kitapta, bu kurala itiraz eden domuzlar esrarengiz
bir şekilde kaybolmaktadır.
.
Türk ulus-devletinin vatandaşlık tanımı ve
uygulamaları da bu kitabın anlattığına benzemiştir. Artık bütün T.C.
vatandaşları eşittir ama kan bağı Türk olanlar ve Türk olmasa da Müslüman
olduğu için kendisini Türk görenler biraz “daha eşittir”, gerçek/makbul
vatandaştır. 2. sınıf vatandaşlar 1. sınıf vatandaşa terfi etmek için uygun
şartları yerine getirmek zorundadır (!).
.
Bu durumda, devletin vatandaşını laik, Sünni,
Hanefi Müslüman bir Türk olarak yetiştirme gayreti, dinî ve etnik ihlallerin
temelini oluşturmuştur. Devlet, “Türk milleti” ile herkesi kucakladığını söylemekte ama Türklük mevzubahis olunca yine
ayrımcılık yapmaktadır. Kemalizm’in üst kimliği «Müslüman Türk»tür, çünkü hem
dönemin birlik-beraberlik ideolojisi dindir (İslam), hem bu yüzden
gayrimüslimleri asimile etmek imkansızdır, hem de Türk soyundan olmadığı halde
Müslüman olan ve kendini Türklüğe asimile etmeye hazır çok insan vardır:
Boşnaklar, Çerkesler, Pomaklar, Arnavutlar, vb.
.
Bu durum, 1924 Anayasasına, «Türkiye ahâlisine din ve ırk farkı
olmaksızın vatandaşlık itibâriyle Türk ıtlak olunur.» biçiminde yansıyarak Türk vatandaşı ile Türk soyunun farklı olduklarının
işaretini vermiştir. 1982 Anayasası Md.
66/1: «Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk’tür» diyerek Türk
milletinin tanımını yaptığını iddia etmiştir. Ancak pratikte Kürtler ve
gayrimüslim azınlıklar bu tanımın içine girememiştir. Kürtlerin "müstakbel Türklük”ten gerçek
vatandaşlığa terfi edemeyecekleri anlaşılınca da adları Genelkurmay başkanınca
konuvermiştir: "Sözde vatandaş"... Türk devleti, vatandaşlık tanımını sadece resmi sıfatlama
için görüntüde kabul edip, asliyette dışlamada kullanmıştır. Kendi rızasıyla
Türk olmayı (gönüllü asimilasyonu) kabul eden Müslüman farklı ırklar dışında
kalan gayrimüslimler etno-dinsel temizliğe uğratılmıştır (1923, 1955, 1964),
Türk olmayı kabul etmeyen Kürtler de bugünkü durumu yaşamaktadır.
.
Aldatılan toplumun baş kaldırmaları, devletin
basamak basamak insan haklarından uzaklaşmasına yol açmıştır. Her hak talebi
çeşitli güç metodlarıyla bastırılmıştır. Tek parti CHP ilk önce "devlet
partisi" daha sonra "parti devleti" haline gelmiştir.
Gayrimüslim azınlıkların imhası ve yurt dışına kovalanması, Türk olmayan Müslümanların
asimile edilmeye çalışılması felsefesi devletin topluma yaptığı en büyük
kötülük oldu. Zira yanan toplum oldu. Devlet ideolojisi uğruna, halkın
çocukları birbirine düşmanlaştırıldı, savaştırıldı. Serbest fıkra girişimiyle
farklı bir ses denemesi yapıldıysa da hemen vazgeçildi. Mustafa Kemal`in
kuvvetler ayrılığı yerine kuvvetler birliğini esas alıcı yaklaşımları insan
hakları ve hukuk talep edecek bir yasal mekanizmayı da yok etti. Kuvvet tek
elde toplanınca da muhalefetin düşünce özgürlüğü elinden alınmış oldu. Düşünce
özgürlüğünün meclisteki diyaloglarda bile ihlal edildiği zabıtlara geçmiştir.
Rejim 1924 anayasasında bir tarafa bırakılan bireysel hak ve özgürlükleri
yazılı olduğu kadar bile önemsememiştir. Takrir-i sükun döneminde anayasa dikkate
alınmamıştır. Dolayısıyla TBMM`de bile insan hakları ihlallerine uygun zemin
oluşmuştur. Günümüzde yaşanan birçok insan hakkı sorununun temelleri bu dönemde
atılmıştır.
.
Ayaklanmaların acımasızca bastırıldığı 30`lu
yıllar ceberrut bir devlet anlayışının iyice katılaşmasını sağladı.
Asimilasyonda veya kan temelli üst kimlikte
ısrar sonucu Cumhuriyetin ilk yıllarında çok yüksek düzeyde olmayan
toplumun devlete gönül bağı ve desteğini gittikçe azalttı. Devlet, yaptığı
ihlali utanılacak, gizlenecek bir hal olmaktan da çıkardı, iyice yasalaştırdı.
Yasalar, insan hakları ihlallerinin baş nedeni olmaya başladı. Kimliklerin
ortaya çıkmasını engellemek suretiyle devlet, insan haklarını ihlal etmeye
başlamıştı. Gayrimüslim azınlıkların bıktırılarak yurtdışına kovalanması bu
yıllarda oldu. Rejim artık kendisini yıllar boyu değiştiremeyecek günahlarını
işlemişti.
.
40`lı yıllar İsmet İnönü`nün hakimiyetinde başladı
ama dünyadaki gelişmeler Türkiye`yi zorluyordu. Buna 1942`de yabancıları
ekonomik hayattan tecride yönelik Varlık vergisi yasası çıkararak karşı
çıkılabileceği düşünüldü. 2. dünya savaşının sonucunda baskıcı, faşizan
iktidarların ne ülkesine ne insanlığa faydasının olmayacağı genel öngörüsüne
paralel imzalanan insan hakları evrensel
bildirgesi ve dünyaya uyum zorunluluğu, sistemi çok partili rejime mecbur
kıldı. İnsan hakları diye bir kavramı devlet işitmeye başladı. Ama bir
refleksle bu kavrama yönelik devlet tedbirlerini ulusal ve uluslararası
anlaşmalarda daha sıkı takibe aldı.
.
50`li yıllarda çok partili sistemle gelen
demokrasi bu sefer sık sık darbe ve muhtıralarla sistemin hizasına getirildi.
Kendisi bunu arzulamasa da sistemin alternatifi olarak görülen Menderes`in sağ
kesimde sahiplenilmesi sistem ve insan hakları talebinin gerçek, sahici anlamda
inşa edilememesine yol açtı. Sağ, muhafazakar kesim, meseleyi lidercilik
tutkusuyla kişiselleştirerek insan haklarını ihlal eden devlet sorununu
göremedi. Devletin 1920`lerdeki ısrarı ve değişimin kaçınılmazlığı insan
hakları alanındaki birçok ihlali doğurdu. Düşünce özgürlüğü alanında ise tek
parti dönemiyle başlayan baskılar, azalma ve artmalarla hep devam etti. 141-142
ve 163. maddeler uzun yıllar düşünen her kişinin korkulu rüyası oldu. 6-7 Eylül
1955 olaylarında bir devlet komplosuyla gayrimüslimlerin malları talan
ettirildi.
.
1950`li yıllarda Menderes ve devlet arasında
cereyan eden çekişme 60`larda darbeyle
sonuçlandı. Menderes ve hükümetinin insan hakları alanındaki ihlallerini
sorgulamaya fırsat kalmadan yapılan darbe, sistemin değil kişilerin
sorgulanması veya popülaritesi eğilimini daha da arttırdı. Bu anlayış da insan
hakları karnesini kötüleştirdi. Zira yeni lider
Süleyman Demirel siyaset yoluyla yöneldiği popülist, antidemokratik
sağcılığıyla ezilen tüm farklı kesimlerin bir anlayış kaosuna sürüklenmesine
neden oldu. Çıkan sol ve sağ ideolojik hareketlerin de katkı verdiği demokrasi
ve hukuk dışı ortam, tüm ortak paydaları bitirdi ve keskin bir kutuplaşma
yaşandı. Sol hareketler, demokrasi, insan hakları alanında nispeten haklı taleplerde
bulunurken ideolojik dili kullanarak siyasi hakimiyet sağlamaya,
tasarladıkları devrim hedeflerine
odaklanmaya yöneldi. Toplumun yapısına uymayan bu talepler tabanda önemli
destek bulamadı. Ayrıca solun toplumun muhafazakar duygularını önemsememesinden
dolayı bu talepler "devlet düşmanlığı", "komünistlik" vb
yaftalarla mahkum edildi. İnsan haklarını kınayan bir anlayıştan ziyade kabaca
sağ ve sol diye iki siyasi grubun hakları kendisine göre yorumlaması
geleneğinin başlamasıyla sonuçlandı bu süreç. Sağcı hareket, sistemin görevini
devraldı ve sistem sözcülüğüne soyunarak insan hakları ihlallerini sorgulayacak
kişileri de şeytanlaştırdı ve yok etti.
.
Solun yükselişte olduğu 60`lı yıllar bir insan
hakları hareketinden ziyade dünyada yükseliş halinde olan ideolojik bir
hareketin izdüşümü şeklindeydi. Sol hareketin de insan hakları gibi bir derdi
yoktu. Daha çok ideolojik çözümlemeler uğraşısı içindeydi. Din kavramını
kendilerine düşmanlaştırarak toplumu kurtaracaklarını düşünüyorlardı. Bu da
onların toplumdan uzaklaşmalarına, elitist Kemalist anlayışla ister istemez
içli dışlı olmalarına yol açtı ve böylece zaten zayıf olan insan hakları perspektiflerinin iyice kaybına
neden oldu. Bu hal, sağcılık, devletçilik ve milliyetçiliği İslam sanan
muhafazakar kesimi daha çok devletçi yaptı, söz konusu kesim dolayısıyla insan
hakları anlayışından daha da uzaklaştı. Bu durum, insan hakları ihlallerini sol
kesim üzerinde yoğunlaştıran devletin işine geldi.
70`ler boyunca devletin artan anarşi mazeretine
sığınarak devam ettirdiği insan haklarını ihlal eden yönetimi toplumdaki
mutsuzluğu daha da arttırdı. Kutuplaşan siyasi faaliyetler ülkeyi bir kan
gölüne çevirdi. "Başkasının hakkı, insan hakları" gibi mefhumlar akla
gelmez oldu. Her grup başkasını imha ederek siyasi bir galibiyet ve hakimiyet
sağlama isteği peşindeydi. İslami kesim yavaş yavaş milliyetçilikten
dolayısıyla devletçilikten kurtulmaya başladı ancak bu kez sarıldığı İslamcılık
akımı onu “Müslüman milliyetçisi” yaptı. Bu anlayış, mağdurun sadece kendisi
olduğunu ve başkasının hakkının çiğnenmesi pahasına İslami bir muktedirliği
öneriyordu. İslamcılık, "demokrasi vb." kavramları dışlamasıyla
birlikte insan hakları kavramına İslamcıların iyice yabancılaşmasına neden
oldu. ABD ve SSCB`nin dünya liderliği için çekişmesinde insan haklarını
umursamayan, araçsallaştıran bakış açısı bu düşünceyi beslemeye devam
etti.
1980 yılındaki darbe, devletin bulduğu mazeret
nedeniyle cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan en büyük insan hakları ihlallerine
neden oldu. Ezilen kesimler sorunun devletin kurucu ilkeleri olduğunu yavaş
yavaş anlamaya başladı. Rejime yeniden şekil vermeye çalışan cunta bu sefer
dini etkin bir şekilde kullanarak birçok insan hakkı ihlaline devam etti.
Oluşturduğu Kürt sorununu uçaklardan ayet yazılı broşür atarak halledeceğini
düşünürken, Diyanet kurumunun devamını sağlayarak laiklik ilkesini de dini bir
kurumla çiğnedi. Kürt sorunu ve dindarlara uygulanan baskı her geçen gün
artıyor, insan hakları ihlalleri daha da artıyor, itirazlar yükselince telaş
içindeki sistem ne yapacağını bilemiyor, olağanüstü hal uygulamaları yaparak
tamamen insan haklarını askıya alıyordu. Kürt meselesinin durumu hakkında şu
örnek hali özetler. Şerafettin Elçi 22 ay bakanlık yaptı
(03.01.1978-12.11.1979), 30 ay hapis yattı (22.10.1980-29.04.1983; tamamı 4 yıl
7 ay; TCK 142/3’den). Çünkü: “Türkiye’de Kürtler vardır, ben de Kürt’üm”
demişti.
.
90`lı yıllara doğru ve 90`lı yıllarda sol ve
İslami kesimler insan hakları dernekleri kurmak suretiyle devletin ihlallerine
karşı durmaya çalıştılar. Kürt sorunu konusunda tüm devlet çareleri tükenmiş
durumdaydı, örtülü ödeneklerden, mafya babalarından, ülkücü liderlerinden
aldığı destekle yargısız infazlar, fail-i meçhuller, köy yakmalar girişimine
başlamıştı. Yaşam hakkı ihlalleri yaşatan devlet bunu çeşitli gayri hukuki
yollarla gözden kaçırmayı bildi. Yargısız infazlar, köy yakmalar vb. Bu uğurda farklı örgütlerin çarpışmasına
zemin hazırlama şeklinde taktik uygulamalarla günahının sonuçlarını, ürününü
toprak altına itmeye çalışıyordu. İnkar tüm hızıyla devam ediyordu. Aziz Nesin
1995’te DGM’de ’Kürt’ kelimesini kullandığı için yargılanıyordu. Bu baskıcı
uygulamalar iktisadi gelişmeyi ve kalkınmayı da olumsuz etkiliyordu. Çok ağır
insan hakları ihlalleriyle uğraşmak zorunda kalan insan hakları örgütleri de
sonunda devletin direk veya dolaylı uygulamaları sonucu mağdurlar sınıfına
katıldı. Dini ve etnik ayrımcılık artık patlama oluşturacak düzeye gelmişti ve
çıkan dini çatlak sesler bu sefer 28 Şubat darbesiyle bastırıldı. Yükselen dini
hareketlere karşı alınan önlemler 28 Şubat MGK`sında meyvesini verdi. Farklı
bir darbe metodu olarak "postmodern darbe" olarak adlandırılan
siyasete yönelik insan haklarını ihlal eden müdahale, dindar gruplara hayatı
cehennem etti. Bu durum muhafazakar toplumun sadece kendisinin mağdur olduğu
düşüncesini besleyerek farklı mağduriyetlere yabancı kalmasını desteklemeye
devam etti. Toplumda halen çok az sayıdaki ilkeli kişi ve aydın "ötekinin
hakkını" insan hakkı olarak görüyordu.
.
2000`li yıllarda askeri yöntemlerle bastırılmaya
çalışılan 2 önemli muhalif hareket Kürt meselesi ve din meselesi en önemli
hukuki sorunlar olarak Türkiye mahkemeleri ve AİHM`de tartışıldı. AİHM`in
başörtüsü kararında yaptığı çifte standart, toplum üzerinde meselenin insan
hakları korumacılığı değil, siyasi kutup meselesi olduğu algısını güçlendirdi.
Bunun yanı sıra azınlıklar ve Alevilerle ilgili insan hakları ihlallerinin
azalması, devletin kendi isteğiyle değil, dış baskılar veya sivil toplum
örgütlerinin güçlenmesi sayesinde oluyordu. Ak Parti iktidarıyla geçen bu
yıllar askeri vesayet ile hükümetin mücadelesine sahne oldu. AB uyum yasaları
patlama noktasına gelen toplumu ve hak gaspından dolayı gerilen ortamı biraz yumuşattı.
AB sürecinde 9 uyum paketi, 70 yeni yasa ve 70 civarında yasada yüzlerce madde
değişikliği oldu. Askeri vesayetin kırılmasına yönelik çabalara yönelik
"misyonerlerin arttığına, azınlıkların sesinin çok yükseldiğine" dair
argümanlar adresi tam belli olmayan yerlerden kamuoyuna yayılıyordu. Ekim
2004`de hazırlanan Azınlık Raporundaki “Üst kimlik Türk değil, Türkiyeli
olmalıdır” ifadesinden dolayı yargı “Halkı kin ve düşmanlığa alenen
tahrik”ten 5 yıl hapis isteminde
bulundu. İktidarın artan gücüne ve demokratikleşme adımlarına karşı karşı yargı defans halindeydi. Yargı
kararlarının Abdullah Gül`ün cumhurbaşkanlığını önlemek için hukuk dışı bir
şekilde uygulanmasına şahitlik edildi.
.
2007 yılı bu 10 yılın en gergin senesiydi ve
siyaset zeminini yok etmeye yönelik saldırılar olarak algılanan Danıştay
cinayeti, Hristiyan din adamlarına yönelik saldırılar ve Hrant Dink`in
katledilmesi tüm dünyanın dikkatini Türkiye`de topladı. Dünya çapında etkileri
olan bu saldırılar arasında olan Hrant Dink cinayeti için cumhurbaşkanı Abdullah Gül, DDK raporu
hazırlatmasına rağmen adil bir hukuki sonuca ulaşılamadı, gerçek faillere
ulaşılamadı. İnsan hakları sorunlarının en büyük etkeni olarak yargı çok
tartışılan kararlarıyla yine hep gündemdeydi. İfade özgürlüğüne karşı
hazırlanan iddianamelerin kabulü "düşünce suçlusu" ilan edilmiş
kişileri hedef haline getirdi. 367 kararı, Ak Parti kapatılma kararı, başörtüsü
kararı en dikkat çeken insan hakları ihlali oluşturan hukuki kararlardı. Yargı
vesayeti, düşüşe geçen askeri vesayetin yerini almaya çalışıyordu. 27 Nisan`da
adeta bir muhtıra gibi algılanan Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt`ın
açıklamasına hükümet sert tepki gösterdi. Güç savaşı hükümetin lehine
sonuçlandı. 2008`de Ergenekon davasının açılması, muvazzaf ve emekli birçok
askerin tutuklanması büyük tartışmalara neden oldu. 2000`li yılların sonuna
doğru hükümet, bir devlet politikası olarak Kürt açılımı vd. önemli insan
hakları sorunlarıyla ilgili açılımlara başladı. 2000`li yılların sonu, 10 yılın
başındaki AB uyum yasalarıyla uğraş gibi umut verici gelişmelere sahne oldu.
İktidar, devletin oluşturduğu insan hakları ihlallerine gücünün yettiğini
düşündüğü alanlarda müdahil oldu. Ancak bu müdahillik, yapısal bir değişimden
ziyade hükümetin pragmatist değişim isteklerine yönelikti.
.
2010`lu yılların başında referandumla sağlanan
insan hakları alanındaki gelişmeleri içeren anayasal değişiklik kabul edildi.
Ancak "yetmez ama evet"çilerin desteğini almasına rağmen daha
sonraları bu değişikliğin yine genel bir yapısal demokratikleştirmeden ziyade
hükümetin hareket alanını güçlendirecek adımlar içerdiği anlaşıldı. İktidarda
pay sahibi olmak isteyen Cemaat`ın hükümetle gittikçe artan gerginliği 17-25
aralıkta önemli bir kavgaya dönüştü. Bu kavganın altından çıkan, muktedir
olmaya çalışanların insan haklarını, güçlenmek için bir payanda olarak
kullanmaya çalıştıkları gerçeği oldu. İnsan haklarını geliştirme iddialarının
her kesimin "kendine Müslüman" olduğuyla sonuçlanması, kavramın ortak
bir payda anlayışı ile değerlendirilme ihtiyacı çok olduğundan hayal kırıcıydı.
Erdoğan`ın “Gezi”, “Cemaat” kavgasıyla artan otoriterleşme eğilimi insan
hakları alanındaki karneyi her geçen gün kötüleştirdi. 2013 yılının başında
Öcalan`ın çağrısıyla başlayan çözüm süreci 2.5 yıl süren devletin kalıcı
anlamda kendisini değiştirmek istememesi ve PKK`nın da buna cevap olarak silaha
dönmesiyle sonuçlandı.
.
24 Temmuz 2016``da tekrar başlayan çatışmalar
siyasetin etkisinin azalmasına, silahın ön plana geçmesine neden oldu ve insan hakları karnemizi inanılmaz boyutlarda
kötüleştirdi. ÖYM’lerin yerine kurulan Sulh Ceza Hakimlikleri hukuksuzluklara
kılıf oldu. Böylece, “paralel yargıyı tasfiye” bahanesiyle, bütün Türkiye’de,
“Hükümet yanlısı yargıç” uygulamasına geçildi. Yargı vesayet altına alındı.
Sosyal medya yasakları kısıtlama ve yorumlar üzerindeki ceza davası baskısı
oluşturuldu. 301. madde düşünenlerin üzerindeki Demokles`in kılıcı olmaya devam
etti. AİHM, “ifade edilen fikirler ne kadar çarpıcı, şoke edici, kışkırtıcı
olursa olsun, korunmaya layıktır, yeter ki şiddeti açıkça övmesin.”demesine
rağmen ifade özgürlüğü mağdurları hızla arttı. Türkiye’de ifade özgürlüğü
konusuna bütüncül bakmak gerektiği, Terörle Mücadele Kanunu ile Türk Ceza
Kanunu’nun birkaç kötü ünlü maddesinin değiştirilmesiyle sınırlı bir konu
olmadığı tekrar anlaşıldı. AİHM cezalandırmalarında Türkiye uzun senelerdir ilk
3 sırayı bırakmamaktadır. Cezasızlık
devlet yöntemleriyle devam ettirilmektedir. Çoğunluk iradesiyle azınlık
haklarının karşı karşıya kalması ifade özgürlüğü sorunlarını daha da artırıyor
ve artıracaktır. İfade özgürlüğü ne zaman genişlemişse devlet yeni bir metod
bulmuştur. Ancak toplum da ısrarlı taleplerinde gittikçe yeni metodlar bulması
yönüyle eskiye göre daha başarılıdır.
.
Çok partili sisteme geçtiğimiz 70 yılda tam 48
hükümet değişti, ama Türkiye’nin dünya çapındaki demokrasi, insan hakları ve
özgürlüklere saygı sıralamalarındaki yeri hemen hemen hiç değişmedi. Türkiye
hâlâ en alt sıralarda.
.
İnsan hakları karnemizi düzeltmek için ilkesel bir
insan hakları mücadelesine ihtiyaç vardır. Bunun için de farklı kesimlerin
insan hakları alanında çalışmaya başlaması kolaylaştırıcı olmaktadır. İnsan
hakları kavramının adil, ayrımsız yaklaşımı konusunda bilgi ve içtenlik olarak
iyi bir yerde olan kişiler, farklı dünya görüşlerinden gelseler de ortak
paydalarda buluşabiliyor ve işbirliğini artırabiliyor.
.
Dindarlar açısından da insan hakları kavramını
değerlendirmek gerekir. Dini düşüncenin yeniden ele alınıp siyaset bilim ve
insan hakları kavramları etrafında yoğunlaşılması, Müslüman sosyal bilimcilerin
ilk işleri olmalıdır. Zira toplumun çoğunluğunu oluşturan dindar kesimde farklı
sorunlara yanlış yaklaşmanın en önemli
nedeni, dinin insan hakları ihlallerini önleyen kavramlara mesafeli olduğu zannıdır.
Müslüman bireyler, dini düşüncelerini yeni siyaset bilimi kavramlarıyla
karşılaştırmayı ve yeni bir ufukla
tartışmayı başarmalıdır.
11 Nisan 2016 Pazartesi Saat: 17:32