“Beni
bombalar değil. Bu sessizlik öldürür”
Roboski vahşetinin üstünden 3 yıl geçmesine
rağmen, Ankara’nın karanlık dehlizlerinde katliam hala aydınlatılmayı bekliyor.
Vicdanlarda ise dalga dalga yankısını bulmaya
devam ediyor Roboski. En son Müge Tuzcuoğlu’nun uzun emek ve fedakarlıklarıyla
henüz yayınlanan ‘Roboski katliamını Hatırlamak ve Hatırlatmak’ alt başlığıyla
“İstenmeyen Çocuklar” (Zaroken Nexwestî) isimli kitabında yayınlanan yazılardan
biri de bana ait. İletişim yayınlarından çıkan kitapta yer alan her bir yazı
Türkçe ve Kürtçe olarak yazılı. Müge Tuzcuoğlu’nu bu vesile ile de Roboski’yi
unutulmazlardan ettiği için tebrik ediyorum.
Kitaptaki yazımın başlığı çok etkilendiğim bir
eserin adı. 1
“Vay daye vay!”
“Bir ara ‘operasyon’ diyorlar.
‘Siviller bombalandı’
‘Türkiye uçakları’
‘Vurulanlar sivil köylüler’
‘Doğru mu?’ diyoruz birbirimize.
Bir devlet kendi halkını, masumları, sivilleri
neden bombalar ki?
Daha yenilerde Başbakan tam da aynı şeyleri
söylememiş miydi?
“Alenen cinayet işleyen, alenen katliam yapan
saldırgan bir devletin pişmanlık dilemeden ve hesap vermeden insanlığa kendini
anlatması uluslararası toplumun yüzüne bakması mümkün değildir.
Masum insanlara silahla saldırmak, kan akıtmak,
katliamda bulunmak ise açıkça devlet terörüdür” diyen bizim Başbakanımız idi.
Birazdan gelecek çocukları için tencereler sürülürken ocaklara kulakları sağır
edercesine üstlerinden geçen bu savaş uçakları ne oluyordu bu saatte?
Birazdan gelen bombalama sesleri ile elleri
yanlarına düşerken, yüreklerine nasıl da bir sızı düşmüştü anaların.
Ekranlara daha vahim satırlar düşüyor ilerleyen
saatlerde. Başbakan ya da bir devlet yetkilisi çıksın da yalanlasın diye bir
umut kıpırtısını yaşatmaya çalışıyoruz hep birlikte ama nafile.
Devlet yok. Bir yetkili yok. Ses yok.
İnsanlık derin uykuda. Sadece Roboski’den gelen
acı bir çığlık ve çaresizlik. Bir de katliamdan yansıyan o ilk görüntüler. Battaniyelerin içinde, ayakları dışarıda,
katırların üzerinde her iki tarafında da sarılı parçalanmış bedenler. Annelerinin
yollarını beklediği oğlanlar. Katırlara yükledikleri şeker ve yağları
annelerine uzatırlarken, ıslanmış lastiklerini çıkartıp kendileri için ısıtılan
sıcacık çoraplarını ayaklarına geçirirlerken, dumanı üstünde tüten çorbalarını
içeceklerdi. Günün ağarmasıyla 15 numaralı sınır taşında yaşanan vahşet
hepimizi sarstı, yüreklerimizi kuşattı.
Acının tarifi yoktu. Bandırma’da yolun alt
tarafında kumlara belenmiş bir halde can paresinin başında acının ve
çaresizliğin diplerinde bir anne gözlerimden gitmiyor.
Can parelerinin parçalanmış bedenlerini toplayan
kaç anne daha vardı şu anda?
***
“Mikrofonlarda konuşanlar ya gerçekleri
saptırıyor, ya örtüyor, ya hafife alıyor ya da müstehzi bir eda ile kibir
abidesi gibi pişkinliklerine devam ediyorlardı.
Roboski’de canlar gitmişti de bu katliamı televizyon
başlarında izleyen, gazetelerde okuyan abdestli namazlı insanlarımızın tavrı
Roboski’nin acısına yeni acılar katmaya devam ediyordu. Zalimlerden hesap
sorulacağına Roboski’lilerden hesap soruluyordu.
Başbakan “keşke konuşmasaydı” dediğimiz nutuklarına
devam ediyordu.
“Bazı medya mensuplarına sesleniyorum.
Yatıyorsunuz kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir
diyorum” derken, Başbakan’ın ne dediğinin belki farkında veya değil, nasıl
vahim bir sözün vebali altında kaldıklarının bile farkında ol(a)madan çılgınca
alkışlayan kitleleri görünce hepten nutkum tutuluyor.
***
Roboski, kendilerini dindar kabul eden çevrelerde
yaşanan en büyük fay kırılmasıydı. Kimlikler artık, dindar olan ya da dindar
olmayanlar diye değil, ‘vicdanlılar’ ve ‘vicdansızlar’ diye ayrışıyordu. Aynı
‘inananlar’ ve ‘inanmayanlar’ gibi. Bir avuç insan olarak yaşanan zulümlere
zulüm diyemeyen, her çeşit adaletsizlik ve mağduriyete karşı hesap sorulacağını
umut ettiğimiz ve yıllardır desteklediğimiz bir iktidarın tavrı, tutumu
yüzünden, yüreklerimiz utancın ve acının yumağı olmuş iken bir de çevremizde
‘Neden hep Roboski, diyorsunuz’ lakaytlığı ve duyarsızlıklarıyla baş etmeye
çalışıyorduk.”