Popüler ifadesi ile “post modern darbe” denilen süreç, elbette MGK’nın 28 Şubat 1997 tarihli tavsiye kararları ile başlamış değildir. Bu tarih, zaten hayatiyeti devam eden derin yapının yumruğunu masaya vurmasıdır ve 90’lardan itibaren başlayan faili meçhuller ve kaos ortamı ile gelinen sürecin bir sonucudur.
Yirmi yılı aşkın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, bu süreçlerin mağduriyet ve mahkûmiyetlerinin bedellerini insanlarımız hala ağır bir şekilde ödemeye devam etmektedir.
Dışarıda ailelerin, hapiste yatan evlatların ve eşlerin telafisi zor acılarına, arşı kaplayan ahlarına, binlerce faili meçhul kurbanlarının, yakınlarının ve Cumartesi analarının hala Galatasaray meydanında devam eden sessiz çığlıklarına bir çarenin bulunmadığı ülkemizde “artık darbe şartları kalmamıştır”, “hani 28 Şubat bin yıl sürecekti”, “biz geldik şeffaflığı getirdik” ifadelerinin pratik bir karşılığı olamayacaktır.
28 Şubat ve öncesinden, haksız yere mahkûm olan ve kamuoyu tarafından bilinmedikleri ve tanınmadıkları için yirmi yıldan fazladır duvarlar arasında hayattan kopartılan ve farkında olunmayan nice mahkûmlar vardır.
İslami çevrelerden olduğu gibi, bu çevrelerin dışındaki davalar sebebi ile çokça örnekleri mevcut olan davalardan dolayı nice gençlerimiz okullarından, hayattan uzaklaştırılmaya devam edilmektedir.
Bunlardan bazıları var ki, hayatı henüz tanımaya başladığı on yedili yaşlarda, suçları sadece namaz kılmak ve Kur’an okumak olan Ahmet Şat, Abdusselam Durmaz, Hasan Gezer, Beşir Toprak ve arkadaşları gibi daha pek çok mahkûm, çevreleri olmadığından ve masumiyetleri ifade edilmediğinden mağduriyetleri giderilemediği gibi, bir umut ışığı bile onlara çok görülmektedir.
Tevhid- Selam/ Kudüs Ordusu gibi adları daha önce hiç duyulmamış örgütler ortaya atılmış, 90- 93 yılları arasındaki bütün faili meçhuller bu örgüte mal edilerek yüzlerce insan mağdur edilmiştir.
Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu cinayetleri ve hatta Madımak katliamı bu süreçlerin sembolik komplolarıdır.
Sadece Uğur Mumcu davası kapsamında ki operasyonlarda şimdiye kadar 625 kişi suçlu bulunmuş; 25 kişi ise mahkûm edilmiştir.
Güldal Mumcu’nun yayınladığı kitapta “Cinayet 24 Ocak’ta işlendi. Savcı 18 Şubat’ta benimle konuştu.’ Üzerime gelmeyin, bu işi Devlet yapmıştır. İstese siyasi iktidar çözer’ diyor ve “Ben umutsuzum, Meclis’te bu konuların çözülmesi ile ilgili bir gayret görmüyorum. Faili Meçhuller ve siyasetin karanlık yüzünün değiştiğine inanmıyorum. Bu karanlık nokta hala devam ediyor. Çünkü bunlarla yüzleşip ortaya çıkarmadıkça bunlar devam edecektir” denilmekte.
Güldal Mumcu’nun bu yazmış olduklarına rağmen, Uğur Mumcu cinayeti davasından dolayı hapsedilenler, yirmi yıl gibi bir ömrün önemli bir zaman dilimini masum olarak, haksız yere hala içerilerde geçirmektedirler.
Madımak yangını bu ülkenin en yüz karası derin katliamlarından biridir. Pek çok dava’da olduğu gibi burada da devletin derin yanılsatmaları vardır. Bu dava sebebi ile, bu vahşi katliam ile hiçbir alakası olmayan insanlar da yıllardır mahkûmiyet yaşamaya devam etmektedirler.
Medya ahlaksız bir rol üstlendi
97 kararları ile yargı, siyaset, sermaye ve medya güçleri işbirliği yaparak dindar insanlar, özellikle başörtülü kadınlar hedef alınmış ve en basit insani haklarından bile mahrum bırakılmışlardır.
28 Şubat, dindar kadınlar üzerinden toplumsal bir huzursuzluk, kaos ve bunalım oluşturulması ile gerçekleştirilmiştir. Medya bu konularda derin planın en acımasız ve en ahlaksız rolünü üstlenmiştir.
12 Haziran 1999, Cumartesi günkü Hürriyet gazetesinin “Türban eylemcilerinden 51’ine idam istendi’” başlıklı haberinde en basit bir şekilde psikolojik savaşın aşağılayıcı dilini görmek mümkün. İdamla yargılanan başörtülü bir kadın gazeteci ve liseli üç genç kızını kamuoyu nezdinde karalamak, daha doğrusu linç etmek için “imam nikâhlı eşinden” diyerek kullandığı dili, hakaret ve aşağılamaya çalıştığı örneklerden sadece bir tanesidir.
“Malatya’da geçen ay cuma namazı çıkışında türban gösterisi yaparak, kenti savaş alanına çeviren 75 kişi hakkında DGM’de açılan davanın ilk duruşması 21 Haziran’da yapılacak. Malatya DGM’de haklarında Anayasal düzeni zorla değiştirip yerine şeriat devleti kurmaya kalkışmak suçlamasıyla dava açılan 75 sanıktan 51’i için idam, 24’ü için de 5 yıl ile 15 yıl arasında değişen çeşitli hapis cezası istendi. Sanıklardan 43’ü tutuklu, 27’si tutuksuz yargılanırken, 5 sanık halen aranıyor. Firari sanıklar arasında, cuma eylemlerinin organizatörü olduğu ileri sürülen imam Ramazan Keskin de bulunuyor. İdam istenenler arasında 39 yaşındaki Hüda Kaya ile, imam nikahıyla evliliğinden dünyaya gelen kızları 19 yaşındaki Zehra Nurulhak Saatçioğlu, 18 yaşındaki Gülan İntisar Saatçioğlu ve 17 yaşındaki N.C.S. de bulunuyor.”
Baskılar bugün de sürmekte
Dün Kemalist ulusalcılar eliyle, dindarların üzerine gidilmişti. Bugün ise yine insanca bir yaşamı, özgürlük ve eşitlik haklarını savunanların, acımasızca üzerine gidilmektedir.
Siyasi iradeye muhalif konuşanlara, neredeyse “vatan haini” damgası yapıştırılmakta ve özellikle kendilerini muhafazakâr olarak tanımlayan medya tarafından sosyal linçe maruz kalmaktadırlar. Dün olduğu gibi bugün de sistem ve iktidar muhaliflerinin iş yerleri ve evleri basılmakta, insanlar haksızca suçlanmaktadırlar.
Başörtülü kadınlar 28 Şubat’ın sonuçlarını yaşamaya devam ediyor
Başörtülü kadınlar, o dönemlerde mahkumiyet yaşayanlar ve yakınları, hala sistem nezdinde sabıkalı olmanın sonuçlarını ve bedellerini, muhafazakâr çevreler de dahil olmak üzere, yaşamaya devam ediyorlar. 28 Şubat kararlarına, operasyonlarına bilfiil dahil olan yetkililer, terfi ederek Adliye’de, Yargı’da, Siyaset’te, hatta TBMM’de görevlerine devam etmektedirler ve hala TBMM, Merve Kavakçı’ya yaşattığı utanç gününü temizlememiştir.
TBMM’de 28 Şubat’ta, başörtülü kadınların acıları, gözyaşları ve ödedikleri bedeller üzerinden ve yine çoğunlukla o başörtülülerin destekleri ile ustalık dönemini yaşayan bir siyasi iradeye rağmen, hem Merve Kavakçı hem başörtülü kadınlar nezdinde bu acı ve utanç ile hala yüzleşilmemiştir.
Merve Kavakçı hayatını kendi vatanında değil, gurbetlerde idame ettirmeye çalışmaktadır ve başörtülü kadınlar ise on iki yıllık ustalık dönemini yaşayan muhafazakâr bir partiyi iktidar yapmış olmalarına rağmen TBMM kapıları kendilerine hala kapalıdır.
Başörtülü kadınlar hala sosyal, kamusal alanlarda statü ve ekonomik açıdan negatif ayırımcılığa tabi kalmaktadırlar. Karakollarda, hapishanelerde insanlık dışı işkence ve uygulamalar devam ediyor. Mahkumlara yaşatılanlar bir insan vicdanının kaldıramayacağı şeyler olmasına rağmen bunları yapanlar taltif ve terfi ile ödüllendirilmeye devam ediliyor.
Başörtüsü, kayıtsız şartsız her yerde, sivil ve kamusal alanda, hizmet alan veya veren, eğitim alan veya veren ayırımı yapılmaksızın hala özgür olamamıştır.
28 Şubat’ların bin yıl sürmemesi, ayırımsız bir şekilde hepimiz için gereklidir ve önce dindarların vicdanlarını yoklaması gerekir.
Ancak adaleti hepimiz için istersek ‘barış’ gerçekleşecektir.