“Bu kitap, "dostunun cehaleti" ve
"düşmanının hilesiyle" yaprakları açıldığı günden beri, yaprakları
masraflı olmaya başladı. "Metni" terk edilip "cildi" revaç
bulduğundan beri adı "okumak" anlamına gelen bu kitap, okunmaz oldu.
Kutsama, teberrük ve mal kazanma işleri gördü.
Toplumsal, ruhsal ve düşünsel mesele ve dertlerin cevabı bu kitapta
aranmadığından beri, onda soğuk algınlığı, romatizma türünden bedensel
hastalıkların şifası aranır oldu.
Uyanıkken terkedip, yatarken başlarının üstüne
asarak uyuduklarından beri, görüyorsun ki ölülerin hizmetine sunulmakta, ölüp
gitmişlerin ruhlarına ithaf edilmekte ve sesi yalnızca mezarlıklardan
duyulmaktadır.”
II. Dünya savaşı sonrası kıta halklarının yaşadığı
travmayı bastırmak, insanların kendilerini unutması, acılarından uzaklaşması
için batı kendince bazı yollar bulmuştu ve bunları emperyal menfeatleri için en
acımasız şekillerde uygularken hedef yine kadınlar olmuştur.
Şeriati buna da dikkat çeker.
“1-Sertlik ve şiddet
2- Seks (Cinsellik)
Bunlar hep savaşın hediyesidir. Bir kaç rejisör ve
piyes yazarı bu meselenin peşine tesadüfen düşmüyor. Aksine en derin sosyolog
ve antropologlar bu evrensel güce bağımlıdırlar. Bunlar beşeriyetin
düşüncelerini unutturmak için dünyanın en iyi ve en güçlü tanıtım ve propaganda
gücü olan filmlerden yardım aldılar. Öyleyse bu gücün egemenliği için hem
batının hem de doğunun kurban olması gerekir.”
Şeriati’nin şu cümleleri tam da bugünleri
anlatıyor gibidir.
“…hisli ve şefkatli olan bu genç neslin, kendi
yazgısına dikkat etmemesi, önem vermemesi ve yönelmemesi gerekmektedir. Dikkat
etmemesi ve yönelmemesi için her türlü araç muteberdir; İster ilim şeklinde
olsun, isterse sanat şeklinde olsun, ister spor, ister edebiyat, ister tarih,
ister sünnet ve gelenek, isterse din ve mezheb olsun her türlü vasıta
geçerlidir. Yeter ki meşgul olsun, oyalansın, sahneden kaybolsun, dikkatli ve
uyanık olmasın.”
“…Eğer kadının insani ve İslami haklarını
verirseniz; onu bu hücuma en iyi direniş gücü olması için en güzel unsur
yapmışsınız demektir. İslami emir ve yasalar her alanda, İslam ile ilgisi
olmayan kavmi adet olan ve eski tarihi töreden ibaret olan geleneksel
maddelerle karışmıştır. Hem dinin yerine eski gelenekleri savunan, hem de
geleneklerle mücadele eden kimseler, aynı zamanda İslam’ın canlı değerleriyle
de savaşıyor.
İki taraf da, ne modern ileri aydın ve ne de
gelenekçi, eski dindar aydın, hiç biri gelenekten ayıramıyor. Niçin bu ikisini
birbirinden ayırmak gerektiğini söylüyorum? Çünkü biz Müslümanız ve şu ilkeye
inanıyoruz: İslami hak ve yasalar fıtrattan kaynaklanan yasalardır. Dolayısıyla
bu genel yaratılış yasasına dayanan yasalar da eskiyecek değildir. Bundan
dolayı bu değerler eskimezler.
Fakat sosyal gelenekler, üretim ve tüketim
sisteminden, sosyal sistemin yeni kültürel düzeninden doğmuşlardır. Bu sistem
bir zaman gelir, değişir, dönüşüme uğrar, eskir, alçalır, menfi olur veya
ilerleme ve gelişmeye engel olur. Eğer aydın, ileri, isyancı ve hatta fitneci
görüşler; karşısında cahili, kavmi, ırki ve kalıtımsal geleneklerden uzak halis
İslami değerler sunulursa, herkesten daha çok ve daha çabuk onlar O`nun
karşısında boyun eğer ve teslim olurlar.
Dini değerler gerçekten diridirler. İslam diridir
dediğimiz zaman, hem fikir ve inançları, hem yasaları ve sosyal ilkeleri, hem
yönü ve hem de gösterilen ve ortaya konan örnek insanlar bakımından diri
olduğunu söylemek istiyoruz. Zinde olmak demek, her soy, her kuşak, her dönem
ve her yerdeki beşeriyet yolu için etkili olmak, çözüm yolu göstermek, yönlendirmek,
yani yol işaretleri demektir. Fakat maalesef gelenek ile dini karıştırmışsınız.
O halde davranışlardan hangisinin bölgesel bir gelenek olduğunu, hangisinin
bize has bir gelenek olduğunu birbirinden ayırmamız gerekir. Çünkü başka bir İslam
topluluğuna gittiğimizde bu ilişki ve davranışların başka türlü geliştiğini
görürüz. İslam’da ve peygamber zamanında davranış ve hareket tarzı öyle
insanidir ki, bizim için son derece hayretamizdir.”
Çağımız kadınları; bu satırlarda belirtildiği gibi
vahiyden kopartılan ve sadece nakil ile saptırılan dinsel zihniyet ve katı
gelenek arasında tarihin en dramatik süreçlerinden birini yaşamaktadır.
Kadınlar bugün varlıklarını koruyabilme
mücadelesini yapmak zorunda kalmışlardır.
Batı’da kadınların yaşadığı dramlar daha farklı
iken doğu ve özellikle İslam inancına sahip toplumların içinde yaşamakta olan
Ortadoğu kadınları, yaşadıkları sorunların sebebini, kadınların varlığını yok
sayan, kadını eve kapamak isteyen, sosyal hayattan kopartan, bir günah ve
kötülük sebebi olarak görülmesinin hep dinden kaynaklandığı düşüncesine
savrulmuş ve İslamifobik bir mücadele ve hareketlere yönelmişlerdir.
“Bir grup kız Medine`ye geliyor ve Huneyn savaşına
katılıyor. Henüz yeni ergenlik çağına ermiş 9,10 veya 11 yaşındaki kızlar on
beş kişilik bir grup oluşturarak peygamberimizin huzuruna çıkıp şöyle diyorlar:
"Biz, bu savaşa katılıp hemşirelik yapmamız için bizi de götürmeni
istiyoruz ya rasulallah!" Rasulallah hepsini ata veya deveye bindiriyor ve
bir hemşire grubu olarak savaşa götürüyor. Mescid-i Nebevi tüm sosyal
faaliyetler için bir üstür. Onun her köşesi sosyal bir çalışma köşesidir. Bir
köşesi Hz. Rukiyye’nin çadırıdır. Rukiyye öyle bir kadındır ki, peygamberin
emriyle İslam’ın mabedi olan mescidinde resmi bir çadır kurmuştur. Orada hastaları,
savaş yaralılarını tedavi etmek ve yatırmakla görevlendiriliyor. Durum bu iken
aydınları görüyoruz ki, dünyada hemşireliği ilk o icad etmiştir diye I.dünya
savaşına katılan filan Amerikalı kadını göklere çıkarıyor. Diğer taraftan ise;
sosyal görüş bakımından geleneksel olan bir başka kişiyi görüyoruz ki bu, işe
temelinden her şeyiyle muhalefet ediyor ve yaptığı bu hareketin adını da din
koyuyor. O dini bu şekilde telakki ediyor.”
Ali Şeriati problemin kaynağına dikkat çektikten
sonra çözüm olması gereken modellere işaret eder.
Tahmin edeceğimiz gibi rol modeller ‘Fatıma ve Ali
ailesidir’
“…Bu gün batıdan gelen şey, ne ilimdir, ne de
medeniyettir. Ne özgürlüktür ne de insanlık, ne de kadına saygılıdır. Aksine
burjuvazinin uyuşturduğu sapık ve alçak güçlerin adi hilelerine dayanmaktadır.
İşte o kadın bu arada seçim yapmak istiyor. Neyi hangi tasviri seçmek istiyor?
Ne gerici, gelenekçi kadın tasviri, ne de modern tahmili kadın tasviri. Aksine
müslüman kadın tasviri istiyor. Varolan örnek şahsiyetlerin tamamı, bir ailede
bulunmaktadır.”
Ali Şeriati’nin Hz. Fatıma için ifade ettiği söz
aslında bir kadının kendisi olması olma halidir.
“Fatıma Hz. Muhammed`in kızıdır. Fatıma Hz.
Ali`nin eşidir. Fatıma Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin`in annesidir. Tüm bunların hepsi
gerçektir ve fakat hepsi de yanlıştır: Fatıma Fatıma`dır”
Her birimizin hayatın olmazsa olmazlarından olan
rolleri vardır.
Eş, anne, abla, evlat, komşu, arkadaşızdır. Ama
bizi biz yapan bu rollerimizden önce kendimiz olmamızdır.
Modernizm ve geleneğin yüklediği roller içinde
kendini bilemeyen, kendini bulamayan kadına, kendine gel, kendini bul
çağrısıdır aslında.
Geçtiğimiz günlerde Malatya Kitap Fuarında iken
imza verdiğim standın bir tarafında sadece Ali Şeriati’ye ait eserler
bulunuyordu. Beş gün boyunca sabahtan
akşamlara kadar her kesimden insanın, gencin ve her statüden ve giyimden olan
kadınların hala ona nasıl rağbet ettiklerini görünce ‘Ali Şeriati ölmemiş,
yaşıyor’ dedim.
Ali Şeriati gibi eserleri onlarca dile çevrilerek
insanları, özellikle gençleri ve kadınları etkilemeye uyandırmaya devam eden
çağdaş örneklerimizin var olması en büyük hazinemiz, önemli ve anlamlı
değerlerimizdir.
İnsanların yönelişlerine ve onların ruhen
dirilmelerine sebep oldukça, Ali Şeriati yaşamaya devam edecek.
‘Şeriati’ ismi özellikle kadınlar ve gençler için
neden daha cazibeli olan isimlerdendir?
Onun eserlerinde, hayatında, derslerinde ve
muhataplıklarında asla cinsiyet, statü ve yaş ayırımı göremezsiniz.
Dili; çağdaşı olan insanın en yalın bir sadelik
içinde anlayacağı şekildedir ve şefkat içerir. Muhatabı insandır. Onu dinleyen
ve okuyan her insan, kadın ve genç rahatlıkla kendine hitap edildiğini fark
ederek ya da etmeyerek onu kuşatır.
Öncü şahsiyetleri tanımaya, başladığımda beni
etkileyen en önemli özellikleri, düşünceleri ve inandıkları doğrular için hiç
bir bedelden kaçınmamaları olmuştu. Ya da bedel ödemekten kaçmayanlar, beni en
çok etkileyenler olmuştu. Hasan El Benna, Seyyid Kutup, Beheşti bunlardan
bazıları idi.
Ali Şeriati’de beni sarıp sarmalayan
özelliklerinden biri de inandığı ve savunduğu değerler uğruna gözünü kırpmadan
bedel ödemekten kaçınmaması, bunun için her çeşit sıkıntı, sürgün, hapis, hücre
ve tehditlere maruz kalması idi diyebilirim.
Uluslararası bir kadın konferansı için Tahran’da
bulunduğumuzda ‘Evin’ hapishanesinde şimdiki adı ile ‘İbret Müzesinde’ kaldığı
hücresi ve yıllarca ders verdiği Hüseyniye- i İrşad salonuna gideceğimizi
öğrendiğimizde o sırada beraber olduğumuz Yıldız Ramazanoğlu ile gözlerimiz
yaşararak, heyecanlandığımızı hatırlıyorum.
Şeriati; Fatıma Fatımadır, İnsanın Dört Zindanı,
Dine Karşı Din, Ali Şiası Safevi Şiası, Muhammed’i Tanıyalım, İslam ve Sınıfsal
Yapı, Öze Dönüş ve Hacc gibi geriye bıraktığı eserleri ile toplumsal inkılabi
ve dönüşümü gerçekleştirmeye hala devam etmektedir.
Çağdaş alim ve yazarlar arasında, kadın konusunda
birbirlerine yakın bir çizgide diyebileceğimiz Fazlurrahman, Carullah, Abduh
ile kadını vahye göre yorumlayan Şeriati’yi de birlikte sayabiliriz.
Çağdaş gençler ve kadınların 21 yüzyılın
hareketinin öznesi olmaları ile ilgili Şeriati’nin değerlendirmesi ise dikkat
çekici ve ilginçtir.
“Çok hakir çok normal çok isimsiz bir insan
olarak, yaşamak için mutlu olmak için sandviç yemek için televizyon seyretmek
ve günün kadını olmak için yaratılmış gibi görünen bir kız, aniden beşer
tarihinin en güzel en üstün en yiğit devrimci şahsiyetlerinin yanında yerini alabilir.
Din böyle bir imkana, böyle bir yeteneğe sahiptir”.
Hüda KAYA