Zergan Aşkına
Kız çocuğu, merdivenleri ikişer ikişer atlayarak zemin kattaki mini markette indi. Her sabah olduğu gibi gene gazete başlıklarına önce bir göz attı. Bir köşe yazarın yazdıkları dikkatini çekmiş olacak ki o gazeteyi de ekmek sepetine koydu. Ödeme için kasiyere yanaştı. Paranın üstünü iade eden kasiyer küçüğün aldığı gazeteye görünce:
-Senin baban o gazeteyi okumaz ki! Onun gazetesi daha gelmedi.
Çocuk cevap vermeden indiği basamakları hızlı adımlarla tekrar çıkmaya başladı. Ekmekleri mutfağa bırakırken, heyecanla babasının yanına, oturma odasına geçti. Gazeteyi babasına uzattı. Babası kızının kendisine hiç okumadığı bir gazeteyi uzatmasına bir anlam veremedi. Ama kız köşe yazısı başlığını babasına gösterince baba konuyu kavradığı gibi yazıyı da hemen okumaya başladı.“Kürt siyasetinin Zergan sorunu” adam yazıyı bir solukta okudu. Ardından bir daha okudu ve derin düşüncelere daldı, neredeyse dakikalarca hareketsiz kaldı. Kızı hala ayaktaydı. Kafasını gazeteden kaldıran baba kızına baktı.
-Gazete için çok teşekkür ederim kızım.
Teşekkürün ardından cep telefonunu eline aldı numaralarını tuşladı. Kız babasının, Zergan yazısı dolayısıyla gazeteyi aradığını tahmininde bulundu. Karşı taraftan cevap gelince..
-Kızım Kızıltepe’ye uçacak ilk uçakta bana ve Sultan kızım için iki bilet ayarla dönüşleri açık olsun.
Anlaşılan işyerindeki sekreterini aramıştı. Kızı sevinçle kahvaltı hazırlayan annesinin yanına mutfağa koştu. Müjdeli haberi annesine verdi. Annesinin yüzü birden değişti, kanı çekildi kireç kesildi. Ellerinin artık bir şey tutacak takatleri kalmamıştı. Elinde ki işi bıraktı. Yavaşça mutfaktan çıktı. Kocasının oturduğu odaya sessizce girdi. Kocası hala gazeteyi karıştırmaktaydı. Öylece boş gözlerle onu bir süre izledi. Ta ki eşi başını kaldırıp onu fark edinceye kadar, o zaman konuşmaya başladı.
-Kızıltepe’ye gideceğin doğru mu?
-Evet
-Ne yapıp etsem de seni vazgeçirtmeyeceğimi biliyorum. Kurbanın olayım, Sultanıma ve O heriflere çok dikkat et...
***
Uçakta özellikle pencere kenarını tercih eden Sultan her gördüğü ırmağı babasına “Zergan bu mu?” diye gösteriyordu. Babası da coğrafya bilgisi çerçevesinde tahminlerde bulunarak o ırmağın ismini söylemeye çalışıyordu. En son ZERGAN diye babasına gösterdiği ırmağa, bakan babası gülümseyerek cevap verdi.
-Keşke Zergan olsaydı ama bu Atatürk barajı olsa gerek. Sultan Zergan hikâyeleriyle büyümüştü. Kesintisiz bütün rüyalarında Zergan gürül gürül akmaktaydı. Kaç kez gittiği tatil beldelerinde yüzme bilmediği için denize giremeyen Sultan, rüyalarında hep GolaRekko, GolaKendal, GolaGirmeleva, GolaCınna, GolaAbdi, GolaŞerte, GolaBıremiye, GolaSükür, GolaPıre, GolaQermita, GolaGund ve GolaAşıka’yı Neredeyse baştan sona kesintisiz yüzerek geçiyordu. Suriye sınırına varıncaya kadar her gece rüyasında delice yüzüyordu. Bir keresinde sınırı geçtiğinin farkına bile varmamıştı. Kendini Arapça konuşan çocukların arasında görünceye sınırı geçtiğinin farkına vardı ve tekrar geriye doğru yüzmeye başladı. İşte heyecanı bu gölleri gözleriyle ilk kez göreceğinden kaynaklanıyordu.
Oysa babasına aldığı gazetede de, köşe yazarı Zergan’ın kuruduğundan bahsediyordu. Babasının aniden Zergan’ı görme isteği Zergan’ın kurumuş olmasındandı. Ama Sultan bunun farkında değildi.
Uçak iniş için alçalmaya başlayınca koskocaman bir şehrin üstündeydiler. Sultan babasına:
-Aşağıda ki Kızıltepe mi?
Baba aşağıya baktı gözlerine inanamadı. Yıllarca hayalinde büyüttüğü sevgiyle beslediği Kızıltepe’den yüzlerce kat daha da büyük bir şehir... Açık kalan ağzı neredeyse cama yapıştı. Sonra kendine gelir gibi oldu.
-Hayır, sanırım Diyarbakır!
Bu olsa olsa Diyarbakır olabilirdi. Demek Diyarbakır havaalanına iniyorlardı. Uçağın merdivenlerinden inerken karşı ki dağlarda hiç değişmeyen Mardin şehrinin görünmesine rağmen, Kızıltepe Hava alanına indiğine bir türlü inanamıyordu. Aman tanrım o gördüğü büyük şehir demek Kızıltepe’ydi. Heyecanı Sultanınkini kat be kat katladı. Valizleri yoktu Sultan sırt çantasını alıp hemen güvenlikten geçip dışarı fırladılar.
“HAVA ALANI TAKSİ”den Sırada bekleyen bir Fiat Doblo’ya atladılar. Çıkış kapısından çıkarken Sultanın babası Şoföre: “Kızıltepe’ye Lütfen!” diye seslendi. Bu direktif üzerine şoförün suratı asıldı, simsiyah kesildi. Birden sanki Cehennem zebanilerine dönüşüverdi. Arapça ile küfürler etmeye, lanetler okumaya başladı. Meğer Mardin’e yolcu beklerken kendine Kızıltepe yolcuları düşmüştü. Bu az ücret alacağı gibi dönünceye kadar da havaalanında yolcu kalmayacağı anlamına geliyordu. Bu yüzden yol boyunca şansına lanetler okuyup durdu. Sultan şoförün kendi kendine Arapça konuşmasından hiçbir şey anlamamıştı. Ama babası konuşmalarını anlıyor ancak anlayamamazlıktan gelerek yol kenarındaki Toki konutlarına, İnşa edilen yeni Hastaneye binasına, Sol tarafta Otomotiv sektöründeki devlerin sıralanan plazalarına bakarak oyalanıyordu. Çevrenin bu kadar hızlı değişmesine hayret ve hayranlıkla izliyordu. Şoförün söylediklerini pek takmıyordu bu yüzden de şoförde kendilerini anlamadıklarını düşünerek özgürce çirkinleşebildiği kadar çirkinleşebiliyordu.
Uğur kaymaz heykelinin bulunduğu bulvara varınca şoför ani bir U dönüşü yapıp Vakıfbank önünde durdu. “sizin için inecek en uygun yer burası” dedi. Taksimetre görünürlerde yoktu bu yüzden adam “Borcumuz?” diye seslendi. “Elli kâğıt vermeniz yeterlidir.” Adam şoföre bir eli kâğıt uzattı. İner inmez de araba tekrar hava alanına doğru süratle uzaklaştı. Dikkatlice baktıklarında havaalanın aslında o kadar uzakta olmadığını fark ettiler. Kız cebinde ki uçak biletlerine baktı. “Baba biz İstanbul’dan buraya elli kâğıda gelmedik mi?” Adam “boş ver kızım” deyip yürümeye başladılar.
Kaldırımda yürürlerken, sevinçten neredeyse ayakları yere basmıyordu. Önlerinde ki bir işyerinin kapısından mermi misali buruşturulmuş bir boş sigara paketi caddeye fırlatıldı. Birkaç saniye gecikmeyle paçayı kurtarmışlardı yoksa suratlarının tam ortasına isabet etmesi kaçınılmazdı. Neyse ki az önlerinde annesinin elini tutan 5-6 yaşlarında bir çocuk eğildi boş kartonu aldı ilerdeki çöp kutusuna bırakıverdi.
İkisi hızlı adımlarla yürürken bir yandan da adam her taraftan yükselen binaları hayranlıkla izliyordu. Adım başı devam eden gökdelen inşaatları vardı. Burada kiriz miriz dinlemeyen çok canlı bir inşaat sektörü var gibi gözüküyordu. Öte yandan her noktada Belediyenin Hümalı bir çalışması göze çarpıyordu. Ancak çalışmalara bakılırsa önceki dönemlerde de hiçbir taşın yerinde oynatılmadığı gerçeği ortaya çıkıyordu. Sağda ve solda bütün kaldırımlar, yollar kazınmış işyerlerinin merdivenleri kaldırımla beraber silinip süpürülmüştü. İşyeri sahipleri kapılarına koydukları tahta kasalardan yaptıkları yapay basamaklardan ancak işyerlerine girebiliyorlardı. Anlaşılan Belediye yol ve kaldırımları kökten esaslı bir şekilde yeniliyordu. Bunun sonucunda ilginç bir durum ortaya çıkmıştı. Göğe doğru yükselen trilyonluk binaların hiçbirisi için merdiven payı düşünülmemişti. Hepsinin de daha önce giriş basamakları kaldırımın üzerinde inşa etmiş olacaklar ki, Belediye onları da yıkıp silip süpürmüştü. Koskoca sabancının CarrefourSA’sı bile basamaksız kalmıştı. İçeri girmek için yüksek atlama şampiyonu olmak gerekiyordu. Ama bu projeler daha önce nasıl belediyeden geçmiş ya da bunu çizen mühendisler hiç mi büyük şehir görmemişlerdi. Niye projelerinde basamakları/merdivenleri hiç hesaba katmamışlardı.
Az ilerlemişlerdi ki kız bir su almak için Şahgroos isminde bir mini markette girdi. Baba büyük bir iştahla hala etrafa göz atıyordu. Dile kolay buraları görmeyeli otuz yıldan fazla oluyordu. Kızı dışarı çıkınca:
-Biliyor musun kızım? Ben buralarda okurken buranın en yüksek ve lüks binası işte bu binaydı.
Kız markettin bitişiğindeki iki katlı yeşil boyalı tipik bir gecekonduyu andıran binaya baktı. Ama onunda karşısında bir gökdelen yükselmekteydi. Acaba mühendisler bu sefer onun basamaklarını hesaba katmışlar mıydı? Yoksa onlarda daha sonra kaldırıma mı basamaklarını dayayacaklardı.
Az bir şey ilerlemişlerdi ki Sultan kendi isminde bir Lokantayla karşılaştı. Heyecanla camdaki yazıyı babasına gösterdi. Bunu gören şef onları içeri davet etti Adam o kadar güzel ve içten konuşmuştu ki onu kıramadılar. Aslında aç değildiler ancak lokantanın ismi kızının ki ile aynı olmasından dolayı hatıra olsun diye içeri girip yemek yemeye karar vermişlerdi. Lokantadan çıkarken personelin içten ve samimi davranışı ve fiyatları Taksinin onlarda oluşturduğu kötü izlenimi azda olsa silip süpürmüştü. Sultan Lokantanın kapısında babasıyla beraber hatıra olsun diye bir iki poz fotoğraf çekti.
Hemen karşı cephede, kendisi tekstil devlerinden olmasına rağmen yeni bir markayı Kızıltepe’de ilk kez görüyordu. HODİ MARKASI. Çevreden sorup soruşturdu. Meğer bu Kızıltepe’nin kendi öz markasıymış. Girişimcinin Hogır ve Diyar isimlerdeki çocuklarının isminin ilk hecelerin birleşmesinden meydana geliyormuş. Adamın hoşuna gitti. Sultan için oradan bir gömlek aldılar. Alışverişin amacı ürünlerin kalitesini kontrol etmek ve incelemek içindi... Adam malı ve işçiliği çok beğendi. Kızıltepe’nin kendi adına böyle güzel bir markayı üretmesi piyasaya sürmesine çok sevindi. İlerde beraber iş yapma ihtimalini de düşünerek bir kartvizitlerini aldı.
Şehirde ilerlerken ilk başlarda insanların kaldırımda değil de caddenin ortasında yürümeleri Sultanın çok tuhafına gitmiş, içinden onlara sürekli “Ayılar” demişti.
Ancak kısa bir süre sonra kaldırımın bittiğini kendileri de gördü. Aslında kaldırımın bittiği filan yoktu ancak açık kahvehanelere dönüştüğü için kaldırımda yürümek/geçmek imkânsızdı. Onlar da mecburen Caddenin ortasına atlayıverdiler. Daha önce içinde geçirdiği ayı kelimesi için gizlice insanlardan özür diledi. Meğer asıl ayı başkalarıymış. Buna rağmen başkaları yanlışlıkla da olsa kendilerine de ayı dememeleri için hemen karşı kaldırıma geçtiler. Ancak karşı kaldırımın da diğerinden kalır yanı yoktu. Yürümek bir yana geçmek imkânsızdı. Sebze-meyve kasaları, bakliyat çuvalları, canlı hayvan kafesleri ve dönerciler kaldırımda yürümeyi imkânsızlaştırmışlardı. Bütün bunlara rağmen kaldırımın ortasına sandalyesini koyup ayağını özgürce uzatan yarım tonluk bir adam, gelip geçenlerden haraç ister gibi bakıyordu. Sultan geçmeye cesaret edemedi. Kaldırımdan caddeye bir kedi çevikliği ile atladı. Evet, insanların niye cadde ortasında yürüdüklerini ve asıl ayıların kaldırımları işgal edenler olduğunu kısa sürede anlayıvermişti. Ama belediyenin hiçbir şey yapmamasına da çok şaşırmıştı. Zaten billboardların çoğunluğu “Başkanımızı geri istiyoruz!” diye siyah afişlerle kaplıydı.
Tekrar karşı kaldırıma geçtiler. Kaldırımda boşaltılmış bir işyerinin kapısında Karl Marxla karşılaştılar. İş yerinin akıbetini sorduklarında Vakıfbank’ın eski yeri olduğunu öğrendiler. Artık giriş merdivenleri Karl Marx’ın sabit mekânlarındandı. Oturduğu yerde elindeki kuru ekmeği kemiriyordu. İnsanların onu gördüğü yoktu ya da görmemezlikten geliyorlardı. Birkaç fotoğrafını çektiler. Bir şeyler vermeye çalıştılar. Kabul etmedi. Zorla verdiklerini onlara geri fırlattı ve “Ben dilenci değilim” dedi. Hayata ve insanlara küsmüş bir hali vardı…
Atatürk Heykelinin arkasında ki parka geçip biraz soluklandıktan sonra bir taksi tutmak için karşıdaki KAMPÜS kırtasiyeden bilgi aldılar. Taksi Durağı arka caddeymiş baba kız Ofis Ciğercisinin olduğu sokağa girip, sola dönerek ilerlemeye başladılar. Uzakta YÜCELİ TAKSİ tabelası gözükmeye başlayınca doğru yolda olduklarına sevindiler. Burada da kaldırımlar vardı ama yoktu. Hata kaldırıma ek olarak ta yolun bir kısmını işgal eden manav amcayı geçmek imkânsızdı. Yolun ortasına verip taksi durağına kadar yürüdüler.
Şansları vardı bindikleri taksi şoförü eski kulakları kesiklerdendi. Milli Eğitimin şoför kadrosundan emekli olmuştu. Her yeri çok iyi biliyordu. En güzeli de onun Sultan’ın babasıyla adaş olmasıydı. Şeyhmus. Önce uzak yerlerden başlamak istiyorlardı bu yüzden rotalarını GolaSükür’a çevirdiler. Şoför bu isteklerini tuhaf bulmakla beraber direksiyonu o tarafa kırdı. Kız gidecekleri yeri merak ederek babasına sordu:
- Baba bu GolaSükür dediğin nasıl bir yer.
- Bu göl Abdulimam Köyündeki su değirmenine su taşımak amacıyla XINESEK ile ZERGAN’ın birleştiği noktada Zergan üzerinde inşa edilen mini bir baraj gölüdür. O gölde çok yüzmüş çok balık tutmuşluğum var. Etrafı sığ ağaçlarla çevrilidir. Bu gölden aşağıya doğru akan harika bir şelalesi vardır. Hele piknik alanı anlatılamaz. Xinesek’le Zergan arasında kalan topraklar adeta Mezopotamya’nın küçültülmüş bir minyatürü gibi çok verimli ve güzel topraklardır. Ancak orada da görünmeyen ancak herkesin inandığı büyük bir Cin şehrin var olduğudur. Bu yüzden geceleri o bölgeden geçmek ya da çalışmak imkânsız, buna kimse cesaret edemez ama gündüzleri sakin ve güzeldir. O yüzden ilk önce buradan başlamak istedim. Şoför konuşulanları bıyık altında gülerek dinliyordu.
Adam gözlerine inanmadı. Ağaçlardan, şelaleden, barajdan, gölden ve sudan eser kalmamıştı. Kendilerini adeta çölün ortasındaki bir çukuru ziyaret etmiş gibi buldular. Ne ağaçlar ne cıvıl cıvıl öten kuşlar vardı. Adam 360 derece etrafını döndü. Köyler yerli yerinde duruyorlardı. Hata tepedeki Haci Hasso Musikinin iki katlı kerpiç evi de yerinde duruyordu. Ama Zergan yoktu, şelale yoktu, barajın taşları bile yok olmuştu. Her taraf kupkuru çöl olmuştu. Adam ağlamaya başladı. Kızının zihnindeki Zergan hayallerini yerle bir etmişti. İşin kötü tarafı kendini kızının karşısında çok kötü hissediyordu. Sanki yıllar boyunca kızına yalandan hikâyeler uydurmuş ve söylemişti. Şoför:
- Gidelim mi artık?
- Ben 5-6 yaşlarındayken bir sefer gene buraya pikniğe gelmiştik. O yıl ilk kez Zergan kurumuştu. Biz susuzluktan kıvranan balıkları torbalara doldururken, adamın biri gölün dibine ceketini sermiş namaz kılıyordu. Oysa vakit namaz vakti değildi. Meraktan yanına yanaşıp sordum:
- Amca hangi vaktin namazını kıldın? Gülümsemişti bana.
- Hiçbirinin.
- O zaman?
-Bak çocuk eğer ölmezsek bir gün torunlarımla beraber yine buraya piknik yapmaya gelirsek onlara; “Çocuklar bu gördüğünüz/yüzdüğünüz gölün dibinde ben zamanında namaz kılmışım.” diyeceğim. Bir daha bu gölün dibini görmek bize nasip olmayabilir. Anlayacağın Zergan bir daha böyle kurumayabilir bu güneşin ve gezegenlerin aynı hizaya gelmesi gibi bir şey, yüzyıllar boyunca ancak bir kez meydana gelebilecek bir hadise, her zaman görmek nasip olmaz. Yani anlayacağın hatıra olsun diye kıldım.”
Bunu bana yıllar önce Hacı Haso Musiki (Şimdi), şu tepedeki evin sahihi söylemişti. Acaba hala yaşıyor mu? Sanmıyorum. Şimdi buranın halini görse acaba ne diyecekti çok merak ediyorum. Şoför bir daha seslendi.
-Dönelim mi?
-Evet, Dünaysır Köprüsünü ve gölünü görmeye gidelim.
***
Adam büyük bir hayal kırıklığını burada da yaşadı. Gölün yerinde yeler esmekteydi. Tarihi Köprüye yanaşmak imkânsızdı kanalizasyon akıntısından dolayı etraf lağım suların altındaydı, her yer son derece kötü kokuyordu. Göl çöplük haline getirilmişti. Herkes çöplerini oraya boşaltıyordu. Adam dere içindeki çöplükte bir sağa bir sola bir yukarı bir aşağı gidip gelmeye başladı. Gözlerine inanamıyordu, Zergan’ın bu kadar kurumasına yok olmasına. Bundan sonra muhakkak haritalardan da sileceklerdi. Eski haritaları hatıra olarak saklamak gerekecek diye düşündü. Oysa şimdi yürüdüğü yerde/gölde kaç kişi boğulmuştu. Aklı almıyordu. Kızına mahcup mahcup baktı. Birden utancından kıpkırmızı oldu.
Köprüye yakın bir evin kapısında yaşlı bir kadın adamı dört gözle izliyordu. İzlemeye doyamamış olacak ki kalın mercekli gözlüklerini taktı. Bir daha bir daha baktı. Sonra Pitikarefistanın cebinden takoz gibi bir cep telefonu çıkardı. Kısa yol tuşlarından birini tuşladı:
-Oğlum çabuk ol kanlımızın yeğeni gelmiş köprüyü inceliyor tez gel öcümüzü al.
-Nene bırak Allah aşkına, deneme sınavım var. Sonra onlar amcamı öldürmediler ki amcan onları takip ederken kayalıklardan düşerek ölmüştür. Onlar birbirini sevip kaçmışlar ne diye onların ardına düştü ki.
-Tüh suratına ben Haso oğlumu çağırayım.
Haso dediği çocuk, torunuydu. Daha yeni on beşine giriyordu. Sebze pazarlarında boş tabla çalıştırıyordu. O birkaç aylıkken babası meçhul bir şekilde ortadan kaybolmuştu. Hala da kendisinden haber alınmış değildi. Onun gibi kaybolanlar çok olunca onlarda umutlarını kesmişlerdi. Kadın Haso’nun numarası kayıtlı olduğu kısa yolu tuşladı. Karşıdan olumlu cevap almış olacak ki hemen heyecanla içeriye girdi. Elinde bir silahla geri döndü ve kapıda heyecanla Haso’yu beklemeye başladı.
Adam hala çöp halindeki gölün dibinde dolanıp duruyordu. Şoförle köprü kenarında bekleyen Sultan’ın sabrı tükenmiş olacak ki:
-Baba artık gidelim mi?
-Kızım nasıl gidelim burada arkadaşım boğulmuştur. Bu köprünün altından Zergan akıyordu. Sen burada yüzmediğin için beni anlayamazsın. Sana arkadaşım burada boğuldu diyorum. Aha bura da. Annesi geldi senin durduğun yerde durdu. Yüzünü parçaladı, intihar için doğruca bahçedeki kuyuya atlamak için koştu onu zor durdurdular…
-Baba birazdan gitmezsek bizde boğulacağız ama bu sefer sudan değil pis kokudan.
Adam üzüntülü ve o oranda da mahcup bir şekilde yavaş yavaş arabanın yanına geldi.
-Biliyorum inanmamakta haklısınız. Belki bütün bunları uydurduğumu sanıyorsunuz ama sana anlattıklarımın hiçbiri uydurma değildi. Hepsi gerçek..
-Baba, hani beraber gidelim diye, sınıf arkadaşlarım benim için sizden izin istemeye gelmişlerdi ya o gün 2012 diye sinemada bir filmi izlemiştik.
- Evet hatırlıyorum
- İşte o filimde aynen sizin gibi baba çocuklarını toplayıp gençliğindeki muhteşem gölün kenarına pikniğe götürüyor. Götürüyor götürmesine de, ancak bugün benim karşılaştığım manzaranın aynısıyla karşılaşıyorlar. Ortalıkta ne gölden, ne balıklardan ve ne de harika çimenliklerden eser kalmamıştır. Her taraf çöl ve fokur fokur kaynamaktadır. Bunun üstüne bir de yasak bölgeye girmişler diye, silahlı adamlar onları rehin almasınlar mı? Çok şükür bizim ki de en azında silahlı adamlar yok. Size inanıyorum.
- Haydi, gidelim buradan.
Arabaya yaklaştıklarında elinde silahla birisinin kendilerine hızla yaklaştığını gören kız. İster istemez irkildi. Kalbini tutaraktan yüksek sesle
-Bismillahırrahmanırrahim, dedi.
-Hey Şeyho son duanı et, buraları sizin sülaleye yasaklanmamış mıydık? Senin amcan benim halamı kaçırdığı gibi amcamı da öldürmüştü bugün onun bedelini ödeyeceksin. Çocuk yaşta birisi titreyen elleriyle onlara silahı doğrultmuş, elleri tetikteydi. Araç sahibi çocuğu ikna edeyim derken az kala canından oluyordu. Adam şoför ve kızına arabaya binmelerini söyleyerek çocuğu ikna etmeye çalıştı. İkisi şok bir vaziyete arabaya bindiler. Aslında kız işin gerçek olduğunu bilse asla arabaya binmeyecekti. O olayı ya bir rüya ya da kamara şakası sanıyordu. Tesadüfün bu kadarı da olamazdı. Ama araç sahibinin benzi atmıştı, işin çok ciddi olduğunun farkındaydı. Daha doğrusu kan davasını zar zor da olsa hatırlamış ve çocuğu da tanımıştı. İşin şakası da yoktu. Çocuğun eline ilk kez silah aldığı her halinden beliydi..
Adam ne kadar dil döktüyse çocuğu ikna edemedi. Çocuğun gözlerini kan bürümüştü. Her an tetiğe basabilirdi. Adam yüksek sesle bağırdı.
- İçinizdeki kin ve nefret bu Zergan’ın lağım sularlından daha pis ve daha fazla bulaşıcı hastalık taşıyor. İçinizde ki Sevgi Zerganları kuruduğu için Allah size Zergan’ı çok görmüş ve suyunu çekerek kurutmuştur. İçinizdeki sevgi ve şefkat Zerganları yeniden akmadıkça bu Zergan asla akmayacaktır. Haydi vur! Vur ki içindeki kin ve nefretin bitsin. Vur ki Zergan’ın yeniden akışına kanım pahasına da olsa ben sebep olayım. Zergan Aşkına vur beni. Vur beni…
Çocuk titreyen elleriyle tetiğe bastı. Adam sendelendi ama düşmemek için kendini tuttu. Çocuk, tetiğe bir daha bastı. Sonra yüzünü çevirdi silahı peş peşe ateşledi, mermiler tükeninceye kadar. Silah sustuktan sonra çocuk dönüp adama baktı. Adam “ayakta kalma” mücadelesine son vererek kendini yüzüstü yere bıraktı. Yere düşen adama silahı tekrar doğrultu tetiğe bastı silah ateş almadı şarjör boşalmıştı. Çocuk oradan uzaklaşmaya kaçmaya başladı. Kapıda ki yaşlı kadına silahı geri verdikten sonra bitişikteki sokağa girdi gözden kayboluncaya kadar koştu, koştu, koştu
Kadın bir zılgıt çektikten sonra silahı saklamaya gitti. Havanın aşırı derecede sıcak olması yüzünden ortalıkta kimseler yoktu, bu yüzden kadının sesini de pek kimse duymadı. Şoförle kız arabada donup kalmışlardı. Çocuk sokaktan kaybolduktan sonra adam yavaş yavaş uzandığı yerden kalktı. Neredeyse arabadakilerin gözleri yuvalarından fırlayacaktı. Adam kızının yanına arka koltuğa geçip oturdu:
-Kaptan bizi acilen Diyarbakır havaalanına götür? Kaptan Adama cevap veremedi. Hala bön bön bakıyordu kız da öyle..
-Ne öyle bön bön bakıyorsunuz çocuğun elindeki kurusıkı olduğunu siz fark etmediniz mi? Eğer gitmezsek işin farkına varırlarsa bu sefer essahtan gelip bizi öldürecekler. Şoförün yüzüne yavaş yavaş kan geldi. Öyle bir kalkış yaptı ki lastiklerin ömürleri yarılandı nerdeyse.
- Sevgili kızım arkada olduğumuza bakmayalım, biz yinede kemerlerimizi bağlayalım bu kaptan bizi uçuracak galiba. Kız kafasını babasının omzuna koydu.
- Aynen filimde ki gibi.
Selametle
Mahmut semen
Kızıltepe
20/07/2010
Yasal Uyarı
Yazarın yazıları, fikir ve düşünceleri tamamen kendi kişisel görüşüdür ve sadece kendisini bağlar.
Haber ve Köşe yazılarına yapılacak yorumlarda yorum yapan kişi yasal sorumludur. Sitemiz yorumlardan yasal sorumlu değildir.