Qoser Ker’and Prix
Kızıltepe Belediyesi, halkımıza yaşanabilir trafikten arındırılmış güzel bir meydan oluşturma çabası, azim ve kararlılığı sonucunda; şehrin ana caddesini trafiğe kapatma, Atatürk Heykelini taşıma ve bunun için yeni bir tören alanını oluşturma, parktaki gece kondu ve belediye binasını yıkma kararları basit kararlar olmadığı gibi takdire şayan radikal karar ve adımlarındandı.
Her ne kadar bu kararlarından kısa bir süre önce, Parkın Yeniden düzenlenmesi, Belediye binasının dış cephe izolasyon ve onarımı için yüz milyarlarca lira harcanmış olsa da, o emeklerin yerle bir edilmesine hiç üzülmedim tek üzüldüğüm o dut ağaçlarına uygulanan jenosidiydi…
Meydanın yapımına başlamasıyla beraber isim tartışmaları da yoğunlaşmış, parkın yapımında emekleri olmayanlar isim babalığını yapmaya kalkışmışlardı. Neticede Belediye formalite icabı da olsa isim için meydanın tam ortasına bir anket/seçim sandığı koydurtmuş, halktan belirlediği on tane isimden birisi için oy vermelerini istemişti. Oylama neticesinde Halk “Meydana Azadi” Türkçesiyle “Özgürlük Meydanı” isminden karar kılmıştı.
Özgürlük Meydanı'na ait toprak alanların çimlendirme çalışmasını yapan Kızıltepe Belediyesi, yeni oluşturduğu Atatürk Heykelinin içinde bulunduğu tören alanın Kuzey ve Güneyinde yer alan birkaç metrelik toprak alanını çimlendirme cimriliğini göstermesi, anlaşılır bir durum olmadığı gibi doğrusunu isterseniz bir türlü de anlamlandıramadım.
Parkta çimlerin yeşermesi ile beraber, korunmaları için Kürtçe ve Türkçe (Ji kerema xwere pêl şinkayê nekin –Lütfen çimlere basmayınız) uyarı levhaları yerleştirildi
Çimlerin ilk tıraşından sonra geçen iki haftalık süre zarfında kazasız belasız tekrar eski boylarına erişmesi sevindiriciydi. Kızıltepe Halkı bu özgürlük Meydanı ve Parkın Çimlerine sahip çıkmıştı. Tepeden bakınca harika bir manzarası vardı. Akşam internetten bu harika manzarayı uzun yıllardır yurt dışında sürgün hayatı yaşayan bir dostumla paylaştım. Çok sevindi, meydan ve parkın birkaç fotoğrafını kendisiyle paylaşmamı istedi.
Elimde Meydan ve Parkın, hazır resimleri olmadığı için, yarın sabah erkenden, güneşin ilk ışıklarıyla beraber, bizim apartman damından Meydan ve parkın çok güzel fotoğraflarını çekip kendisiyle paylaşacağıma dair söz verdim. Yarının hafta sonu tatili olması resimleri çekmem için, uzunca bir zamanım olacaktı.
Sabah namazından sonra bir daha uyanmama korkusuyla yatmadım. Biraz kitap karıştırdım. Ta ki araç ve tatlıcı çocukların “Taze Bal Datlııı!...” sesleri yükselmeye başlayınca vakit tamamdır diyerek dama çıkmak için kapıdan fırladım. Her zaman ki, gibi asansör yine bozuktu. Basamakları ikişer ikişer atlayarak yedinci kata doğru merdivenlerden hızla ilerledim.
Yolu tam yarılamıştım ki korkunç bir gerçeğin farkına vardım heyecandan olsa gerek üzerime hiç bir şey almadan çıkmışım, bereket versin daha uyanan yoktu. Hızlı adımlarla geri döndüm. Üzerime bir tişört bir pantolon geçirip tekrar ayını heyecanla basamakları ikişer ikişer atlayarak hedefe doğru bir ok gibi ilerlemeye başladım.
Yolun yarısında tekrar durmak zorunda kaldım. Her şey güzelde Fotoğraf Makinesini almadan ne diye dama çıkıyordum ki, bu seferde makineyi unuttuğum için geri dönmek zorunda kaldım.
Bilgisayar masasında fotoğraf makinesini alırken bir daha geri gelmemek için bu sefer, Makinenin yedek pillini dahi aldım. Yorulduğum için biraz soluklandıktan sonra tekrar merdivenleri tırmanmaya başladım. Eski aşkım ve heyecanım sekteye uğramasına rağmen yine basamakları ikişer atlamaya gayret ettim.
İki kere yolun yarısından dönmek beni epey yormuştu. Nihayet bu sefer şans benden yanaydı ve çatı kapısı bile apaçıktı.
Yukarıda harika çok temiz bir hava vardı, sabahın bu erken saatlerinde ciğerlerim bayram etti. Daha güneş ışınları yeni yeni Kızıltepe’nin sokaklarına dalıyor, ağaçların yaprak ve dalları arasından yerlere süzüyordu. Parkın manzarası müthişti. Sabah erkenden sulandığı için çimlerdeki su damlaları güneş ışınlarıyla buluşması sonucunda inci inci parlıyorlardı. Fotoğraf çekmeye başlamadan önce Çatıda parkı gören bütün köşelerinden doyasıya Kızıltepe manzarasını seyrettim. Fotoğraf çekimi için en uygun noktayı tespit ettikten sonra Makinemi açtım. Netlik ve Zom ayarlarını yaptım. İlk fotoğrafı çekmek için deklanşöre bastım. Klik yerine dut diye bir ses geldi. LCD ekranına baktım. “No Memory Card” uyarısı yanıp sönüyordu.
Gel de çıldırma, dün çektiğim resimleri bilgisayara aktarırken hafıza kartını kart okuyucuda unutmuşum. Sanki gizli bir el bu sabah, Parkın fotoğraflarını çekmemem için sürekli engel çıkartıyordu. İyice sağıma soluma baktım. Ani bir hareketle arkama döndüm kimseler yoktu. Sabahın erken saatlerinde sekiz katlı Güneş Apartmanın çatısında “Ulan ben bugün, bu resimleri çekeceğim, ne engel çıkartırsanız çıkarın. Çekeceğim işte…”
Nerdeyse delirecek gibiyim çatıda kendi kendimle konuşarak bir sağa bir sola yürüyorum. Görenler olmuşsa, kesinlikle çoktan bana deli teşhisi koymuşlardır. Etrafı iyice gözlemledim, bereket versin görünürde kimsecikler yoktu, unuttuğum, Fotoğraf Makinesinin hafıza kartını almak için yavaş yavaş aşağıya inmeye başladım.
Hafıza kartını alırken bilgisayarıma da hayatındaki ilk tekmeyi yapıştırdım. Merdivenleri bitkin bir ruh haliyle tekrar çıkmaya başladım. Bu sefer çatıya ulaşmam epeyce uzun sürdü. Daha önce tespit ettiğim noktaya yerleştim ve fotoğraf çekimi için makinemi yeniden ayarladım. En güzel pozu yakaladım. Tam deklanşöre basacaktım ki,
“Dıressss!… Dıressss!… ” diye acayip bir ses dalga dalga yükseldi. Tüylerim diken diken oldu. Bir süreliğine sağıma soluma, arkama bakmadan taş misali hareketsiz kaldım. Az önce ki ses bu sefer daha yakından ve daha yüksek perdeden geldi.
“Dıressss!… Dıressss!…”
Aniden arkama döndüm yine kimsecikler yoktu. Ama ses beli periyotlarla habire tekrar ediyordu. Apartman çatısında aşağıya doğru eğildim, parkı boydan boya iyice bir süzdüm. Aman Tanrım olacak gibi değildi. Özgürlük Meydanın girişinde ben desem 100-200 siz deyin 400-500’lük bir koyun sürüsü, 5-6 çoban eşliğinde parka doğru ilerliyorlardı. Bu sürüyü, hayvan pazarına götürecek başka yol mu bulamadılar da ne? Çarşının tam ortasından geçmeye çalışıyorlar. Eşeğe yan binen çobanlardan biri bir daha Yüksek sesle: “Dıressss!… Dıressss!…” deyince koyunlar Meydandaki havuza su içmek için yarışırcasına üşüştüler, ama havuzda su yoktu. Belediye bir türlü bu havuzu bitirmediği için meydanın açılışı da o yüzden gecikiyordu. Çobanın birisi Havuzun boş olduğunu görünce, Belediye Başkanına okkalı bir selam gönderdikten sonra, koyunları parkın çimenlerine doğru saldı. Hayvanlar çim biçme makinesi gibi çimleri yolmaya başladılar. Koyunlar çimlerde otlanırken çobanlar eşeklerin sırtında ağır ağır mobese direğinin altında bir araya gelip toplanmaya başladılar. Ceplerinden tütün tabakalarını çıkarıp kalınca birer kaçak sigara sararak tüttürmeye başladılar. Keyiflerine diyecek yoktu.
Damda çıldıracak gibiydim. Onlara bağırıyor çağırıyorum yedinci kattan sesimi onlara ulaştıramıyordum. Hızlı adımlarla ve öfkeyle aşağıya inmeye karar verdim. Çekmeye tasarladığım fotoğraflarımın içine etmişlerdi. Sokaktan tam parka çıkarken, kaymakamlık tarafından da kalabalık bir koyun sürüsünün çobanları eşliğinde parka girdiklerini görünce şaşırıp kalıyorum. Bunlar hayvan pazarına gitmek için buradan geçmiyorlardı resmen hayvanlarını Özgürlük meydanına otlatmaya getirmişlerdi..
Kızgın bir o kadarda şaşkın bir halde etrafı gözlüyorum. Koyunlar Parkın çimlerinde otlanırken çobanlar eşekleriyle özgürlük meydanın çevresinde eşeklerin sırtında “Ço Mirat” diyerek eşek yarışı yapıyorlardı. Kızıltepe Özgürlük Meydanı Qosar Ker’and Prix yarış pistine dönmüştü…
Nihayet Belediyeden bir yetkili geldi. Koyunları buradan götürmelerini kibarca rica etti. Zira Çimleri sulayacakmış. Çobanların her biri köpeklerine “Hırçiçi” diyerek saldırı komutu verince köpekler personelin etrafında halka şeklinde keskin dişlerini göstere göstere dönmeye başladılar. Çobanların da her biri hemen çimleri korumak için dikilen çitlerden birini yerinden sökerek saldırı pozisyonunda personelin üzerine yürüyünce personel birkaç darbe aldıktan sonra kaçmak zorunda kaldı. Çobanlar söktükleri çitlerin sopalarıyla kılıç kalkan oyunu oynamaya başlamışlardı…
Telefonla Belediyeyi arıyorum cevap veren yok. 155 ise sürekli meşgul. Çobanların ise laftan anlayacakları yok. Koyunlarını en kısa zamanda buradan uzaklaştırmadıkları takdirde zabıtanın gelip koyunlara el koyacağını söyleyerek onları korkutmaya çalışıyorum. Bana gülüyorlar…
“Koyunlar zaten bizim değil” diyorlar. Çoğunluğun Belediyenin sermayesi olduğunu söylüyorlar. Belediyeden her birim 10-15 küçükbaş almış, bunlara teslim etmiş. Bunlarda ücret karşılığında çobanlık yapıyorlarmış. Belediyenin süt ve süt ürünlerinin tamamı bu sürülerden karşılanıyormuş. Yeni yeni anlamaya başlamıştım zabıtanın niye gelip müdahale etmediğine.
Koyunlar keçiler parkın çimlerini kısa sürede yolup bitirdiler. Yer yer kırmızı toprak gözükmeye başladı. Çoban köpekleri parka gelmeye çalışan çocukları kovalamaya başlamış, İnsanlar Özgürlük Meydanından geçerken artık yollar bir yana, kaldırımlarım işyeri tarafından ve neredeyse duvarlara sürtünerek geçmeye çalışıyorlardı. Hayvanlar yürürken arkalarından habire “Bışkül” dökülüyordu. Yol ve parkın zemini artık bışküllerden görünmüyordu...
Korkutmayla bu işin olmayacağını anlayınca Parkı hayvanların “Bışkül ve Serkül”leriyle kirlendiğini bunu temizlemek zorunda kalan kadın personele eziyet ve haksızlık olduğunu söyleyince. Söylediklerime güldüler: “Biz bunu köyde parayla satıyoruz. Bu en kaliteli gübreden daha iyidir. Kirletmek ne demek biz çimleri bedava gübreliyoruz daha ne istiyorsunuz!” diye bilgi vermeye kalkışmaları beni çıldırtıyor. Her birisi yanlarından geçen birer keçiyi kafasından yakalıyor. Arkasını silah misali bana çevirerek arka bacaklarından birini otomatik bir silahın tetiğini çeker gibi çekmeye başlayınca üzerime binlerce “Bışkül”den mermi yağıyor. Bereket versin plastik mermi kadar bile zarar vermiyorlar, sadece tam olgunlaşmayanlar elbiselerimi kirletiyor. Yanlarından hızla koşarcasına uzaklaşarak epey ileride ki bir banka oturuyorum…
Kafam ağrıyor beynim zonkluyor. Yanlarından uzaklaştığım çobanlar bu sefer tuttukları keçileri birbirlerine doğrultarak, birbirlerine mermi yağdırıyorlar. Mermileri bitince bir başka keçiyi yakalıyorlar. Bışkül Savaşları dakikalarca sürdü. Meydan ve parkın zemini birkaç santimlik Bışküllerle kaplandı. Oturduğum bankta, olanları anlamlandırmaya çalışırken omzuma bir el dokundu:
“Hocam, bir çay alır mısınız?” Başımı kaldırdığımda karşı kaldırımdaki Kampüs Kırtasiye’nin sahibiAbdulcelil Karaaslan’ı görüyorum. Sanki uzayın derinliklerinde bir yerlerde tek başına kalmış/kaybolmuş birinin bir insana rastlaması kadar, hata ondan da daha fazla sevindiğimi söylesem, abarttı yapmış sayılmam. İnanın ki, utanmazsam sevincimden boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlayacağım…
“Hocam, hiç iyi görünmüyorsunuz, hasta filan mısınız?” dedi.
Ayağa kalkarak olanlar hakkında ne düşündüğünü tam soracaktım ki? Parkta ne çoban ve eşeklerinden, nede koyun ve keçilerden eser kalmamıştı. Şaşkınlıkla etrafımda 360 derece döndüm, bir daha döndüm. Hayvanlar yoktular, yoktular…
Tam aksine park insanlarla doluydu iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Sağdan ve soldan bisiklet ve motosikletli gençler tur atıyorlardı. Kuru havuzların içi oynayan ufak çocuklarla doluydu. Banklar tıklım tıklımdı. Çim alanlarında bile oturacak boş alan yoktu. Herkes sanki çekirdek çıtlatma yarışına girmişçesine çekirdek çıtlatıyordu. Yerlere baktım “Bışküller” yoktu ama bir o kadar çekirdek kabuğu ve çöp vardı. İnsanların ardından ve ağızlarından yerlere sürekli çekirdek kabuğu gibi bir şeyler dökülüyordu. Parke taşları ve çim alanları çekirdek kabuğundan neredeyse görünmez bir hale gelmişti.
İkram edilen çayı içerken telefonum çaldı. Açmama rağmen çalmaya devam ediyordu. “Alo Alooo” dememe rağmen kimse konuşmuyordu. Çıldıracağım, son çare olarak pilini çıkardım hala çalıyordu. Galiba gerçekten de hastaydım, hem de çok...
“Baba sabahtan telefonun çalıyor, uyan artık işe geç kalmışsın!..”
Gözlerimi açtım saat sekizi çoktan geçmişti. Telefon bilmem kaçıncı kezdir, bir daha çalmaya başladı. Sabah namazından sonra okumak için elime aldığım kitabı yerine bırakırken telefonu açtım. Karşı tarafın kim olduğuna bakmadan ve konuşmasına da fırsat vermeden “Hastayım!” dedim ve kapadım…
Selametle
Mahmut Semen
Kızıltepe
26/11/2011
***
Yazıda Geçen Yabancı Kelime Ve Deyimler:
1-Ço Mirat: Ço: At’taki “Deh” komutunun eşekteki karşılığıdır. Mirat: jenosidiye uğrayanların geride bıraktıkları her şeye Mirat denir. Eşeğe Ço komutuyla beraber eklenen Mirat kelimesi, aslında eşeğin hızlı gitmesi için eşeğe hakaret ederek onun hızlı gitmesini tahrik etmeye yönelik bir deyimdir…
2-Dıres: Küçükbaş hayvanların su içmeleri için çaya/dereye götürülürken su içmeleri için verilen komuttur. Küçükbaş hayvanlar sahiplerine karşı çok saygılıdırlar. Dıres denmeyinceye kadar çoğunluğu su içmez. Dıres kelimesi hem emir hem de izin verme anlamlarını beraber içinde barındırır.
3-Bışkül: Küçükbaş hayvanların misket şeklindeki dışkılarına denir.
4-Serkül: At ve eşek gibi binek hayvanların dışkılarına denir.
5-Hırçiçi: Köpeği düşmana saldırma komutudur.
6-Ker'an: Eşekler, Ker:Eşek, Kerand: Büyük eşekler (bu kelimeyi ben türettim, Kürtçeye katkım olsun diye)
7-Qoser: Kızıltepe
*******
Yasal Uyarı
Yazarın yazıları, fikir ve düşünceleri tamamen kendi kişisel görüşüdür ve sadece kendisini bağlar.
Haber ve Köşe yazılarına yapılacak yorumlarda yorum yapan kişi yasal sorumludur. Sitemiz yorumlardan yasal sorumlu değildir.