Kur’an, peygamberin gelişinden vefatına kadar
yirmi küsur yıl boyunca peyderpey indirildi. Onun bir defada topluca değil de
bu şekilde indirilmesinin elbette sebepleri vardır. Kur’an’ın korunması,
Peygamberin hayatında ve onun gözetiminde hayata aktarılması, Müslümanların
tedrici bir şekilde hazmedile edilerek uygulanması vs. gibi hususlar bunlar
arasındadır.
Kur’an’ın bazı ayetleri o dönemde gerçekleşmiş
olayları veya Peygambere sorulan sorulara cevap olarak indirilmiştir ki bu olay
ve sorulara nüzul sebebi denilmektedir. Bunların bir kısmı Kur’an’da da
zikredilmiştir. “Sana hilalleri sorarlar… Sana enfali sorarlar…” diye
“yes’elûneke” kelimesiyle başlayan ayetler indirilme/nüzûl sebebi Kurân’da
zikredilmektedir. Diğer nüzûl sebepleri yaşanan olayların kendisidir. Bu
olaylarla indirilen ayetler arasında bağlantı kurup bu olayların o olayların
sebebi olduğunu tespitini yapan sahabedir. Bu yüzden sahabe açısından o tespit
dirayet yani içtihat, bize aktarılması yönüyle de bizim açımızdan rivayettir.
Kur’an’ın büyük bir kısmı belirli bir nüzûl sebebi
olmaksızın indirilmiştir.
Kur’an’ı anlama ve tefsir etme konusunda nüzûl
sebeplerinin değeri konusunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir; kimi,
Kur’an’ı anlamada zorunlu olduğunu söylerken kimi yararlı olabileceğini
söylemekte, kimi de bu iki görüş arasında bir görüş ileri sürmüştür.
Kur’an kendisini “mübin” yani apaçık bir kitap
olarak tanıtmaktadır. Yine o, biri birini açıklayan, tafsil eden bir kitap
olduğunu beyan etmektedir. Anlaşılması için her türlü misali verdiğini ve
anlaşılması için kolaylaştırıldığını belirtmektedir. Ayetleri üzerinde tedebbür
etmemizi isteyen de kendisidir.
Kendisini bu şekilde tanımlayan bir kitabın,
anlaşılması için kendisi dışındaki şeylere zorunlu ihtiyaç olduğunu söylemek,
Kur’an’ın kendisini tanıtma konusundaki nitelemelerine aykırı düşmektedir.
İbnu Teymiye rivayet ehlinden olmasına rağmen
nüzûl sebeplerini bilmenin ayeti anlamada kolaylaştırıcı bir unsur
olabileceğini söylemektedir.
Nüzul sebeplerine dair rivayetlerden
yararlanabilmek için rivayetin sahih olması kuşkusuz önemli bir husustur. Zira
bu konuda epey rivayet uydurulmuştur. Peygamberin dili üzere birçok rivayet
uydurulmuşsa sahabenin dili üzere uydurmaların daha çok olması doğaldır.
Ayrıca bu tür rivayetlere çokça yer veren
müfessirin kastı bu olamasa da okuyucunun zihninde ayetin anlamını indiği
döneme hapsetme gibi bir algı oluşmaktadır. Hatta sebebin has olması hükmün
umum ifade etmesine engel olmaması gerektiğini söyleyen müfessirlerden bir
kısmı bakıyorsunuz ki bir ayeti tefsir ederken “bu ayet Yahudiler hakkında
indirilmiştir, Müslümanlar hakkında kullanılamaz” diyebilmektedir. Müslüman da
aynı duruma düşerse ne diye onun hakkında kullanılmasın ki? Hem bu Kur’anı
Yahudiler mi okuyacak? Hem Müslümanlar farklı bir tür veya başka bir gezegenden
mi geldiler ki diğer insanlara benzemesinler!
Nüzul sebebine fazlaca yer verilmesi okuyucunun
zihninde ayetin o döneme hapsedilmesi algısı uyanması sebebiyledir ki
tarihselci akım, aslında rivayetlere değer vermediği halde nüzul sebeplerine
dair rivayetlere sarılmaktadır.
Bazen nüzul sebebine dair rivayet, ayetin
anlaşılmasını kolaylaştıracağı yerde onu büsbütün anlaşılmaz hale getirir.
Mesela nüzul sebebi bilinmeden ayetin anlamının anlaşılmayacağını ileri
sürenlerden birçoğu Bakara suresinin 189. ayetinin tefsirinde nüzul sebebine
dair bir rivayet naklederler. Ayet şöyle:
“Sana hilalleri soruyorlar. De ki ‘Onlar insanlar
ve hac için vakit ölçüleridir. Erdemlilik, evlere arkalarından girmeniz
değildir. Ma gerçekten erdemli olan, Allah’a karşı gelmekten sakınan kişidir. O
halde evlere kapılarından girin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa
eresiniz.
Soru açık; hilallerin kendilerini soruyorlar:
İncecik başlayan hilal gittikçe kalınlaşıyor ve nihayet dolunay halini alıyor.
Ardından tekrar gittikçe incelen bir hilal şekline tekrar dönüşüyor. Bunun
nedeni Peygambere soruluyor. Ancak verilen cevapta sorunun cevabı yok. Çünkü
soru, hilallerin mahiyetiyle ilgilidir. Hâlbuki cevapta hilallerin dini
ilgilendiren yönleri üzerinde duruluyor ve onların haccın vaktini
belirledikleri, insanlar için diğer hususlarda vakitleri belirleme için ölçüler
oldukları ifade ediliyor. Nitekim oruç ibadetinin ve boşanan kadınların bekleme
müddetlerini de hilaller belirliyor.
Ardından, evlere arkalarından girmenin
yanlışlığından söz ediliyor, evlere kapıdan girmenin gerekliliği anlatılıyor.
Peki, evlere ne diye kapılardan değil de arkadan giriyorlardı? Sözünü ettiğimiz
müfessirler, Medineli Arapların şöyle bir geleneğinden söz ederler: Umre yapmak
üzere ihrama girdikten sonra herhangi bir sebepten dolayı yola koyulmayıp bir
süre oyalanacak olurlarsa evlere kapılarından girmezlerdi. Evin arka tarafında
bir gedik açar ve oradan girerlerdi. Bazı rivayetlerde ise hac dönüşü evlerine
kapıdan girmez, evlerin arkalarından girerlerdi. Niçin kapıları bırakıp evin
arkasından girdiklerine dair başka rivayetler de nakledilmektedir. Fakat bunların
hiçbirinin artık anlamı kalmadığından onları zikretme ihtiyacı duymuyoruz.
Peki, evlere arkalarından girmenin hilallerle ne
ilgisi var ki bu iki mesele aynı ayette yer almaktadır? Cevap olarak hilallerin
hac için vakit bildirmelerinden söz edilmiş olması da, ilgi kurulması için
yeterli görünmemektedir.
Yukarıda dikkat çektiğimiz gibi, soruya verilen
karşılık, sorulan sorunun cevabı değildir. O hâlde soruya verilen evlere
arkalarından girmeyin denirken niçin istenilen cevabın verilmediği anlatılmış oluyor:
Peygambere böyle bir soru sormak, kapı dururken evlere arkalarından girmeye
benzer deniliyor. Nitekim bazı müfessirler evlere arkalarından girmeninbir
deyim olduğunu ve bununla, doğru yoldan ayrılmanın kastedildiğini
söylemişlerdir. Araplar, yanlış yapan birine doğruyu anlatırken: işe kapısından
girmen gerekir derler. (Razi, V.126).
Buna göre Peygamberin görevi, insanlara
astronomiyle ilgili bilgiler vermek değildir. Onun görevi, din konusunda
insanları bilgilendirmektir. O hâlde evlere arkalarından girmek, Türkçe’deki:
yanlış kapıyı çalmak, anlamında kullanılan bir deyimdir. Bunun bu anlamda
deyimleşmesinin temelinde söz konusu edilen Medineli Arapların geleneği
olabilir. Ama artık söz, deyimleşmiştir ve onu deyim anlamında anlamak gerekir.
Nitekim bazı müfessirler bunun, isteğini yanlış yerde aramak anlamında olduğunu
belirtmişlerdir. Müfessir el-Kasimî, Rağıb el-Isfahanî’den özet olarak şunları
nakletmektedir:
“Peygamberden, hilallerin neden kalınlaşıp
inceldikleri sorulmuştu. Evlere
arkalarından girmek erdemlilik değildir, denilerek isteğinizi yanlış yerde
arıyorsunuz denilmektedir. Çünkü bu tür şeylerin bilgisi, peygamberliği
ilgilendirmemektedir. Peygambere bu tür sorular sormak yanlış kapıyı çalmaktır.
İlimler iki çeşittir: İnsanın geçimini ilgilendiren zanaatlar, yıldızların
hareketleri, madenler, bitkiler, hayvanların yapıları gibi konular. Bunları
bilmenin yolu Peygamber’e sormak değildir. Bu gibi konular peygamberliği
ilgilendirmezler de. İkinci çeşit ilimler ise şeriatı yani dini ilgilendiren
ilimlerdir. İşte bunlar Peygambere sorularak öğrenilir.”(Kasimî,
II.472-473).
O hâlde âyet hilallerin durumu gibi astronomi
alanına giren meselelerin, Peygamberin ve dolayısıyla Kur’an’ın alanına
girmediğini anlatmaktadır. Aynı şekilde maddenin işlenişi ve evrenle ilgili
diğer buluşlar da mahiyetleri itibariyle Kur`an-ı Kerim’in alanına giren
konular değildir. (daha geniş bilgi için Hayat Kaynağı Kur’an Tesiri isimli
tefsirimize bakılabilir.)