Uğur’un İhalesi
Uçaktan/Google Eart’tan
Mezopotamya topraklarına baktığınızda, Fırat ve Dicle’nin bölgenin
atardamarları gibi her tarafa hayat verdiğini göreceksiniz. Bölgenin sol göğsünü temsil edercesine Mardin
şehri kabartı olarak görülmektedir. Sol göğsünün hemen altında bölgenin kalbi
atmaktadır, Kızıltepe.
Kızıltepe; Bağlı olduğu Mardin
ili dâhil olmak üzere Nüfusu ve ekilebilir verimli topraklarıyla Türkiye
illerinin birçoğundan büyüktür. Çalışkan, Zeki ve o oranda da inatçı
insanlarıyla Mezopotamya’nın kalbi olmayı hak etmiştir. Bölgenin hatta
Ortadoğu’nun kalbi hep burada atmıştır. Dünya’ya hâkim olmak isteyenlerin
Ortadoğu’ya, Ortadoğu’ya; hâkim olmak isteyenlerin Mezopotamya’ya hâkim
olmaları gerekmektedir. Bu hâkimiyet mücadelesi sonucu buralar tarih boyunca
savaş sahnesi olmuştur.
2004 yılı, Kızıltepe halkı için
en şanslı yıllarından biri olmuştur. Daha Kasımın başında yağmurlar yağmaya
başlamış, sınır ticareti daha bir düzenli olarak rayına oturmuş, terörün her
çeşidi azalmış hatta son bir yıla yakın kayda değer hiçbir olayı yaşanmamıştır.
Tüm bu olumlu gelişmelerin
üstüne, Kızıltepe’ye tarihte ilk kez resmi hırsızlara asla aman vermeyen, fakir
fukaranın hakkını kimseye yedirtmeyen, bir kaymakam gelmiş, kısa zamanda bütün
resmi kurumları hizaya sokmuş, tüm resmi kurumlarda laşkaleşmeye ve rüşvete son
vermiştir. Özellikle, faturalı
hırsızların tüm hortumlarını kestiği gibi, zengin mengini besleme fonu ilk kez
bu dönemde Sosyal yardımlaşma (fak-fuk) fonu vasfını kazanmıştır. Artık fon
hesabının olduğu banka sıralarında bekleyen ve ellerinde fak-fuk-fonu çeki olan
fakir insanlara rastlamak mümkün olmuştur. Hırsızlar ve görevlerine saat 10.30
başlayıp 15.00 paydos eden memurlar dışında, Kaymakam’a beddua eden tek
Allah’ın kuluna rastlamak imkânsız gibi bir şey olmuştur. Kaymakamdan habersiz neredeyse ilçede kuş
uçurtulmamıştır.
***
Beş-altı aydır Mardin’de görev
yapan dört arkadaş, kendi ekiplerine yeni katılan bir arkadaşlarına, ekibe hoş
geldin yemeği için Mardin Hotel Bilen‘e ait kafeteryada buluştu. Otel sahibi
Ali Bey onlara krallara layık bir sofra donatı.
Dört arkadaş dışarıda birbirlerini lakapları ile çağırıyorlardı.
Lakapları Rambo, İyi, Kötü ve Çirkin’di. Ekibe yeni katılana İyi adı
verilmişti. Ekibin en kıdemlisi Rambo’ydu. Fiziki yapısından dolayı ona bu
lakap verilmişti. Çirkin’e bu lakabın verilmesinin sebebi itirafçı, köy
korucusu ve ağalarla gerçekten çok çirkin planlar hazırlayıp uygulamaya koyduğu
için arkadaşları ona Çirkin lakabını uygun görmüşlerdi. Kötü’ye gelince çok kötü fikirleri olduğu
içindi. Kötü’ye kalırsa Saddam gibi tüm bölgeye kimyasal gazlar serpip işi
toptan temizlemek gibi bir düşüncesi vardı ama iyi ki o silahlar eline
geçmiyordu. Yeni gelene İyi lakabı vermişlerdi bunun bir nedeni yoktu sadece
izledikleri bir filmin kahramanlarını tamamlamak için ona o lakabı vermişlerdi.
İyi, çok düşünceliydi, neredeyse yemek yemiyordu. Bu Kötü’nün dikkatinden hiç
kaçmamış olacak ki:
— Ne o Karadeniz’de gemilerin mi
battı? Rambo’da aynı soruyu tekrarladı.
—Hakikatten Karadeniz’de gemilerin mi battı? İyi:
—Ya arkadaşlar ben buraya tayin isterken büyük
hayaller kurmuştum da? Rambo:
— Eeee, Hayallerine ne oldu ki?
— Boş verin.
Çirkin, söze karıştı.
— Ya oğlum şakayı bırakın da
İyi’nin gerçekten de bir derdi var. Dedi. Rambo:
— Derdini söyle ki derman
bulalım. Çirkin:
— Evet söyle.
İyi, kısa bir tereddütten sonra
üzüntülü ve üzgün bir ses tonu ile konuşmaya başladı.
— Ya ben memleketteyken,
buralarda görev yapıp ta memlekete dönen Vali olsun, Kaymakam olsun veya bizim
meslekten her kim olursa olsun valizle geldikleri bu topraklardan geri
dönerlerken, Evkur’lara sattıklarından arta kalan eşyalarını ancak birkaç kamyona
zar zor sığdırıp dönebilmişlerdi. Aldıkları daire, yazlık ve arabaları keza
Buranın taşı toprağı altın diye geldim. Buralarda para yağdığını söylüyorlardı.
Ben onlara özenerek buraya tayin istedim.
Hepsi birden;
— Eeee ?
—E si şu. Onların anlattıklarına
göre hareket ettim. Kredi kartlarımla bir sürü alış-veriş yaptım. Ancak, kaç
aydır kredi kartı borçlarımı dahi yatıramadım. Altı ay oldu geleli ne bir olay
ne bir çatışma gördüm. Memlekette iken en azından ayda birkaç sefer cartı-curtu
çıkıyordu elimize iyi kötü bir şeyler geçiyordu. Burada onlardan da eser
yok. Bu gidişle bir banka soymam
gerekecek…
Masa da derin bir sessizlik oldu.
Yeni gelen arkadaşlarının durumunu yeni yeni fark ediyorlardı. Sonra Kötü,
Rambo’nun gözlerine baktı.
—Hey Rambo, sana verdiğim İhale
listelerine bir bak arkadaşa uygun bir ihale tutalım.
Rambo, cebinden pos cihazların
rulosu gibi uzun uzadıya bir kâğıt çıkardı,
göz gezdirdi.
—47 milyarlık bir ihale var uygun
mu? Hem de Mardin plakası… Şansa bak Belki İyi’ye uğur getirir.
İyi:
—Ya arkadaşlar ben inşaat işinden
anlamam. Ben buraya bölücüleri/teröristleri avlamaya gelmiştim, beni ihale
işlerine karıştırmayın. Bu işlerden anlasaydım özel hareketçi değil de
müteahhit olurdum.
Masada ki diğer kişiler kahkahayı
bastı.
—İnşaat yapmayacaksın ki!
—Haraç mı toplayacağız. O da bana
uymaz.
—Yoook ya acele etme hele bir
dinle. Kötü:
—Evet, hele bir dinle. İyi:
—Tamam dinliyorum
—Bak arkadaş burada biz
istediğimiz zaman teröristler ortaya çıkar bizde operasyon yaparız.
—Anlamadım?
—Sen anlamazsın.
—Kötü, şu Öztürk’ü arasana?
—Hamza’yı mı?
—Her ne halt ise onu ara işte.
—Arıyorum.
Yarım saat sonra şapkalı ve
şalvarlı bir adam kapıdan içeri girerek masalarına yanaştı. Masaya bir zarf
bıraktı. Rambo, zarfta ki adresi alıp,
içindekilere dokunmadan İyi’nin önüne koydu.
—İhale parası geldi. Al bu senin
işini fazlasıyla görür.
İyi, şaşırıp kalmıştı. Bölücüleri öldürmenin mükâfatını devlet
veriyordu ama burada niye vatandaş veriyordu?
Bunu Rambo’ya sordu. Rambo:
—Buralarda, bu bölücülerin canını
yakmadığı kimse kalmamış. Halk onları bizden daha iyi tanıyor. Bir nevi onlarla
kan davalı olmuşlardır. Bizden bu kan davalılarını temizlememiz için para
veriyorlar.
—Bu bir tür kiralık katil gibi
bir şey, bu bana uymaz.
—Ya oğlum sen hakikatten iyisin,
lakabını hak etmeye başladın. Sen terörist öldürünce ikramiye almıyor musun?
—Alıyorum.
—Eee Bir kişiyi etkisiz hale getirirken
devlet baba bize ikramiye verirken o kişinin zararı dokunduğu kişilerin de bize
ek bir ikramiye daha vermelerinin ne sakıncası var? Bir taşla iki kuş misali…
—Yok, sanki o kişiler için bu işi
yapıyoruz gibime geldi de.
—Yok, oğlum biz sadece hangi
kişinin kime zararı dokunduğunu bildiğimiz için o kişiler için yapmış gibi
gösteriyoruz. Amaç bir taşla iki kuş
—Anladım. Ya bu yeni aldığınız
ihaledekiler?
—Bu bir hücre evi buraya sürekli
milisler gelip gidiyor. Kuzey Irak’a sürekli giriş çıkış yapan birisi. Bizimle
çalışan birçok kişinin ve tanıdıklarının araçları bunun talimatı ile ya yakıldı
ya kaçırıldı. Hala bizden bunu temizlememiz için yardım isteyen ve ondan
korktuğu için Kuzey Irak’a gidemeyen çok kişi var.
—Anladım.
—Öyleyse, Yarın Senle Çirkin’e
görev veriyorum. Sizlerden bu hücre evinin olduğu sokak ve çevresinin detaylı
bir kamera çekimi ve resimlerini istiyorum.
Tamamsa kalkalım.
—Tamam
Yemeklerin çoğu masada kaldı.
Çıkışta ısrarlarına rağmen Ali Bey yemek ücretini almadı. Masayı toplamaya
çalışan personel bir yandan da küçük harflerle Ali Bey’e küfürler
ediyordu. Bu durumu fark eden garson,
arkadaşını uyardı
—Yavaş ol Ali Bey duyacak!
—Duysun yaaa! Altı aydır para yok
diye maaşım içerde. Öte yandan adamların
nerdeyse 100 milyonluk yemek hesaplarını yağcılık olsun diye hiç almıyor.
Küfürleri arka arkaya sıralamaya
devam ettirdi.
***
Ertesi gün Cuma namazı
saatlerinde, İyi ile Çirkin sivil elbiselerini giyerek, inceleme ve kamera
çekimi için kendilerine tarif edilen 2227 Nolu sokaktaydılar. Ancak sokağın iki kenarında akan lağım
suların kokusu çekilecek gibi değildi. Bu yüzden Cuma dağılmadan, görevlerini
biran evvel bitirmeye gayret ediyorlardı. Buralarda yaşamak imkânsızdı. 4
numaralı evin dört taraftan görüntü ve fotoğraflarını aldılar. Tam işler bitti
derken, sokağın başında elinde çantası ile bir öğrenci belirdi. Okul dağılmıştı
saatler Cuma’nın dağılmak üzere olduğunu gösteriyordu. Çocuğun ayağındaki
terlik İyi’nin gözünden kaçmadı. Çocuğu yanlarına çağırdı. Çocuk, kendisini
çağıran yabancılara doğru yaklaştı. İyi:
—Senin adın ne?
—Uğur. İyi, Kötü’ye baktı.
—Rambo demişti. Bu ihale sana
Uğur getirecek. Bak Uğur’a rastladık bile… Uğur:
—Yaşasın siz kanalizasyon
ihalesini mi aldınız?
—Yok, arkadaş şaka yapıyor…
—Başkan kaç yıldır yapacağım
diyor ama bir türlü yapmıyor.
—Siz okuma yazma bilmeyenlere oy
verdiğiniz sürece, böyle pisliğin içinde
yaşarsınız.
—Anladım, siz Deniz Feneri
Derneğinden gelmişsiniz. Size, bizim Mahalledeki yoksulların evini
gösterebilirim.
— Sizde yoksul musunuz?
— Yok, babamın kamyonu var.
— O zaman niye terlikle okula
gidiyorsun.
— Babamın biraz borçları vardı.
Daha yeni kapattı. Iraktan dönerse beraberinde beni de İskenderun’a
götürecek, orada ayakkabılar çok
ucuzmuş. Bana oradan alacak. İyi:
—Güzel, peki sen büyüyünce ne
olacaksın.?
—Aslında ben avukat olmak
isterdim ama öğretmenim doktor olmamı istiyor.
—Niye ki? Avukatlık ta güzel
meslek değil mi?
—Evet, ama sadece hırsızları
hapisten kurtarabiliyormuşuz.
Düşünenleri ve iyi insanları kurtarmak, haklarını savunmak imkânsızmış.
Davaları ve hakları hep büyük mahkemeye kalıyormuş bu yüzden avukat olmaktan
vazgeçtim. Doktor olacağım
—Hangi büyük mahkeme ye,
Yargıtay’a mı?
—Yok, öbür dünyaya?
—Ha anladım. Ama senin böyle
terlikle okula gitmen doğru değil. Gönlüm razı olmuyor. Sana elli milyon
değerinde bir soru soracağım. Bilirsen sana elli milyon vereceğim kendine
ayakkabı alacaksın.
—Sor?
—Atatürk; nerede ne zaman ve saat
kaçta vefat etti.
—Siz benle dalga geçmiyorsunuz,
değil mi?
—Yok, niye ki?
—Bu soruyu ninem bile bilebilir.
Daha geçen hafta, Atatürk’ü Anma Haftasıydı.
—Olsun. Bakalım, Sen yine de cevap verebilecek misin?
—İstanbul Dolmabahçe Sarayı, 10
Kasım 1938 saat dokuzu beş geçe.
—Aferin elli milyonu hak
ettin.
Çocuğa elli milyonluk kâğıt
parayı uzattı. Çocuk parayı almadı.
—Niye almıyorsun?
—Bana para vermek için kolay soru
sordunuz. Ben dilenci değilim. Ben
doktor olacağım.
—Tamam, o zaman sen bize zor bir
soru sor. Bilirsek bu sefer parayı kabul edeceksin. Tamam mı?
Çocuk ikisinin gözlerinin içine baktı.
—Tamam. İşte sorum: Bin doksan
dokuz, bir daha kaç eder. İkisi de gülmeye başladı.
—Tabiî ki iki bin, al parayı şimdi.
Çocuk gülümsedi, uzatılan parayı
almadan yürüdü. Koşarak onlardan uzaklaştı. İkisi donup kaldı. Birbirlerine
baktılar. Doğru cevabı vermişlerdi ama
çocuk paralarını almadan kaçıp gitmişti. Çirkin, İyi’ye baktı gülümsedi.
—Hakikat ’ten sen o lakabı hak
etmeye başladın.
—Ayağındaki terliği görmedin mi?
Bin doksan dokuz bir daha iki bin. Ya doğru cevap verdik niye almadı ki.
—Haydi, bu pis kokudan
uzaklaşalım. Burnumun direği kırıldı nerdeyse. İyi birkaç kez daha soruyu
tekrarladı. Toplama işlemi yaptı ama çocuğun para almamasına bir türlü anlam
veremedi.
***
20 Kasım günü ekip tekrar bir
araya geldi. Operasyon için en uygun zamanın yarın olduğuna karar verildi. Hem
Pazardı, hem de Mardin’in Düşman işgalinden kurtuluş yıl dönümüydü. Kargaşa vardı. Beraberlerinde birkaç tane de
kuş polis alıp öylece operasyona karar verdiler. Kötü Polis ve jandarmaya
ihbarda bulunmaları için bir iki kişiyi aradı. Beş dakika sonra Kötü’ye telefon
açtılar. İşlem tamamdı. Hatta ihbar yerini tutsun diye “Yoldan geçecek bir
askeri servis aracına ve hava alanına saldıracaklarını da eklemişlerdi.” Bu Rambo’nun hiç hoşuna gitmemişti. Bu ihbarın ciddiyetini zedeliyordu. Ama
bereket versin. Yukarıdakiler, bunu çakacak kadar zeki değildiler. Hemen onlara görev verildi. Onlar da dünden
hazırdılar. Ellerinde hazır, matbu arama izinlerin bulunduğu evraktaki mahalle,
sokak ve ev numaralarının boş geçtiği forma Kızıltepe Turgut Özal Mahallesi
2227.Sokak No:4 yazdılar. Savcılık arama iznini de böylece kısa yoldan
halletmişlerdi.
Pazar günü tören dolayısı ile mi
başka bir nedenle mi bilinmez Emniyet Müdürü görevini Yardımcısına, Yardımcısı
da, Rambo’ya devretti. Ancak, operasyondan sonra evrakları kendilerine imza
için götürmelerini istedi. Rambo operasyon parasını alsınlar diye 20 kadar
polisin adını görev kâğıdına yazdı.
Sabah erkenden dört arkadaş evi gözetleyecek şekilde yerleştiler. Pazar
olduğu için öğlene kadar etrafta kimseler görünmedi ortalık çok sakindi. İkindi
ezanı okunmasına rağmen hala eve giren çıkan olmamıştı.
Rambo:
—İyi, sen ve Çirkin gözünüzü dört
açın. Her an gelebilirler. Eve girdiklerini görürseniz, hatta yanınızdan bile
geçseler, benden habersiz tek kurşun atmayacaksınız. Kötü ile on dakikalığına
bir yere gidip geleceğiz.
—Tamam, siz merak etmeyin.
Rambo ile Kötü az ilerdeki
benzinliğin lavabosuna gittiler. Ayrılışlarından on dakika ya geçmiş ya
geçmemişti ki, sokakta ellerinde keleşle iki kişi göründü. İyi’nin dili tutuldu. Çirkin’i eliyle
dürtükledi. Gelenleri ona da gösterdi. Mecburen seyredeceklerdi. Rambo sadece
izlemelerini emretmişti. İki kişi sözü edilen hücre evine girdi.
***
Makbule hanım, kocası ve oğlu
İskenderun’a yük almak için gidecekler diye bu gün akşam yemeğini erkenden
ateşe koymuştu. Arabalarının muayenesi bitmişti. Muayenesini yenileyecek
paraları da yoktu. Bu yüzden ani bir kararla pazar akşamı yola çıkmaya karar
vermişti kocası. Hem hafta sonları yollardaki polis kontrolü daha azdı, hem de
erken dönmeleri gerekiyordu. Zira Uğur’un da öğretmenler gününe yetişmesi
lazımdı.
Ahmet:
—Size bir müjde vereyim mi?
—Ne müjdesi?
—Devletin, 1993 yılında
boşaltılan ve yıkılan köyümüzdeki evimizin zararını 5233 sayılı kanun
çerçevesinde karşılayacakmış bunun için Avukat Hüseyin Cangir’e vekâlet
verdim. Kısa zamanda ödeyeceklermiş.
Uğur’da hemen atıldı.
—Baba, Cuma günü iki kişi bizim
sokağın fotoğraflarını çekiyorlardı. Galiba kanalizasyon ihalesini
almışlar. Ama çok gizli tutuyorlardı.
—Çok iyi, demek ki başkan bu sokakları hatırlayabildi.
Kapı üst üste sertçe çalındı. Uğur, kapıya fırladı ama aynı anda geri döndü:
—Babo Apocular kapıda!
Silahlı iki kişi kapıyı
açmalarını beklemeden içeri girmişlerdi bile. İçerde soğuk bir rüzgâr esti.
Gelenler, kendilerine haksızlık edenlerin isimlerini vermelerini istiyorlardı.
Adam, ise o konuları Allah’a havale ettiğini kimseden şikâyetçi olmadığını
ifade etmeye çalıştı. Bunun üzerine adamlar ceplerinden kocaman iki deste para
çıkarıp, protesto olaylarında çocuğu ölen aileye vermelerini istediler. Adam,
aileyi tanımadığını bundan dolayı da veremeyeceğini söyledi. Uğur:
—Amca ben onları tanıyorum çok
fakirdirler ben onlara veririm.
—Aferin sen akıllı bir çocuğa
benziyorsun. Al bu parayı onlara götür.
—Önce sayayım. Öğretmenim parayı
yerde bulsan bile say diyor.
—Doğru demiş sen de say bakalım.
Çocuk daha birinci destenin
yarısını saymamıştı ki durdu. Elindeki paraları yere attı. Eline mürekkep
bulaşmıştı. Adamlar çocuğa ters ters baktılar.
—Ne oldu?
—Bu paralar sahte. Götüremem.
Adamlardan birisi eğilip yerdeki
paraları aldı. Silahındaki Ay yıldızlı bayrak arması Uğur’un gözünden kaçmadı.
—Sizde mi bizim bayrağı
kullanıyorsunuz? Oysa sizin hep Ay yıldızlı bayrağa karşı olduğunuzu söylerler.
Adamlar silahlarına baktılar.
Gerçekten de çocuğun dediği gibi silahlarında Ay yıldızlı arma vardı. Armaları
sökerken çocuğa cevap yetiştirmeye çalışıyorlardı.
—Geçen birilerini gebertip
silahlarını almıştık. Bu silahlar onlardan kalma, farkına varmamışız
Hemen armayı silahlarından söküp
yere attılar. Biri ayakkabısı ile çiğnemeye kalkışınca, Çocuk eliyle son anda
armaları ayakkabın altından çekip aldı. Parmakları hafifçe ezildi. Ama
çaktırmadı.
—Niye bırakmadın?
—Öğretmenim bize dedi ki:
“Bayraklar asla çiğnenmez Mustafa Kemal Atatürk önüne serilen düşman
bayraklarına asla basmamıştır”. Ki, bu bizim bayrağımızdır.
Çocuğa ne cevap vereceklerine
şaşırıp kaldılar. Hemen geri döndüler. Ancak, beş dakikaya kadar asla dışarı
çıkmamalarını ve gelişlerinden kimseye bahsetmemelerini tehditle emrettiler.
Çocuk yerden aldığı armalardan birini ders kitabına diğerini de televizyonun
kenarına yapıştırdı.
Bir iki dakika sonra çarşaflı iki
kadın evden dışarı çıktı. Kısa bir süre sonra da Rambo ile Kötü petrolün
lavabosundan döndüler. Gözetlemelerdeki İyi ile Çirkin, eve silahlı iki kişinin
girdiğini rapor ettiler. Bunun üzerine dışarı çıkmalarını beklemeye başladılar.
***
Uğur’un çok kez anlatmasına
rağmen, Habib matematikteki kümeleri bir türlü anlamıyordu. Anneleri kitap ve
çantalarını toplamalarını söyledi. Sofrayı serecekti. Ahmet te beraberinde
götüreceği eşyaları toplamış kamyona bırakmak için ayağa kalkmıştı.
Battaniyeleri koltuğunun altına alırken, Uğur da elbise çantasını aldı.
Ayaklarına birer terlik geçirip dışarı çıktılar. Hemen döneceklerdi. Yemekler
soğumamalıydı. Sofra yerde bekliyordu. Evden 50 metre uzaktaki tankere
battaniye ve çantayı yerleştirdiler.
Ahmet, yarın yükleyeceği yük için bir nakliyeci ile cep telefonundan
konuşuyordu. Birden sırtlarına namlular
dayandı.
—Ellerinizi kaldırın ve diz üstü
çökün!
—
Bu ses Uğura hiç yabancı
gelmemişti. Uğur’un arkasında Kötü,
babasının arkasında Rambo duruyordu. Bir dakika kadar öyle kaldılar. Uğur
babasına;
—Babo ez denge vana
nasdikim. (Baba ben bunların sesini
tanıyorum)
Demesi ile beraber ikisi birden
ellerindeki keleşleri havaya doğru seri olarak ateşlediler. Çocuk kulaklarını
parmaklarıyla tıkadı. Şarjörü boşaltılan keleşleri ve birkaç tane şarjörle
birlikte yere attılar. Baba oğul Kaymazlar, göz ucu ile yerdeki silahlara
baktılar.
Uğur:
—Baba, kanalizasyon ihalesi değil
bu bizim ihalemizmiş.
İhale kelimesi duyan Kötü paniğe
kapıldı. Uğur’un arkasındaki Kötü, elindeki silahla, önce Uğur’un sağ eline
sonrada sol eline ikişer atış yaptı. Çocuğun parmakları kulaklarından çıktı,
elleri önüne düştü. Sonra 9 kurşun daha Uğur’un sırtında seri ve hizalı bir şekilde
saplandı. Uğur yüzüstü yere yıkıldı. Baba, silahların yine havaya sıkıldığını
sanmıştı. Ta ki Uğur, yere düşünce korkunç sonu anladı. Ayağa kalkmaya yeltendi
ama tam o sırada sol eline ateş edilmiş elindeki cep telefonu yere düşmüştü.
Cep telefonu hala açıktı ve karşıdaki, tüm konuşmaları ve silah seslerini
duymuştu. Sonra onun da kalbinin hizasından sırtına 4 kurşun daha saplandı. Ama
hala yıkılmamış diz üstü çökük bir vaziyette Uğur’a bakıyordu. Ağzından ve
burnundan kanlar akmaya başlamıştı. Baba için, Güneş tutulmuş her taraf birden
kararmıştı. Uğur’u artık görmüyordu.
Rambo;
—Temiz. Dedi.
İyi ve Çirkin de yanlarına
gelmişti. Kötü, babanın karşısına geçti. Yüzüne namluyu dayadı ama silah ateş
almadı. Namluyu alnına dokundurunca baba sırt üstü düştü. Kötü, birkaç kez daha
silahını denedi ama silah ateş almadı. Sonra Çirkin’nin silahını elinden
kaptı. Babanın bacaklarına doğru ateş
etmeye başladı.
İyi:
—Ya kötü, Lakabın kötü diye o
kadar kötü olmak zorunda değilsin. Adam zaten ölmüş. Boşuna kurşun sıkma.
—Sende İyisin diye hiç mermi
sıkmadın bari gel şu el bombaları uygun bir şekilde bellerine bağla. Biriniz
112’yi arasın biriniz de Valiliği haberdar etsin.
Tüm ajanslara, Valilikçe Mardin
Kızıltepe Hava Alanına saldırı hazırlığında olan iki teröristin dur ihtarına
ateşle karşılık vermeleri üzerine ölü olarak ele geçirildiği haberi verildi.
Olay yerine bir anda yüzlerce polis ve asker yığıldı. Tüm sokaklar tutuldu. 112
acil servisleri geldi ama müdahale etmelerine izin verilmedi. Sadece cenazeleri
almaları için beklemelerini emrettiler.
Hipokrat yemini silahlara sökmüyordu. Bunun için de Savcı Haktanır
Hanımefendiyi bekliyorlardı.
Savcı Özlem Pınar Haktanır Akkoç,
beraberinde birkaç polisle 4 nolu evin bitişiğindeki evin kapısını çaldı.
Yandaki evde arama yapacaklarını, birisinin şahit olarak kendilerine eşlik
etmelerini istedi. Heyecandan mı, yoksa kekeme olduğundan mı bilinmez,
kekeleyerek kendisini öğretmen olarak tanıtan bir genç, onlarla beraber komşu
evi aramaya tanıklık etmek için gitti. Sofra hala yerdeydi. Yemeklere dokunulmamıştı. Neredeyse evin altı
üstüne getirildi. Hiçbir şey bulunmadı. Çok fakir olacaklar ki, Oyuncak bir silahın bile çıkmaması herkesi
hayret içinde bıraktı. Bu ne biçim hücre eviydi? Ancak duvarda öldürülen Mardin
milletvekili Mehmet SİNCAR’ın çerçeveli resmi not edildi. Aramadan sonra az
ilerde öldürülen iki kişinin teşhisi için evden dışarı çıktılar.
Savcı Özlem Pınar Haktanır Akkoç
Hanım;
—Dışarıda iki ceset var. Bak
bakalım teşhis edebilecek misin? Dedi.
Savcı hanım çocuk cesedini göstererek:
—Öğretmen bey, bunu tanıyor
musunuz?
Öğretmenin dili tutuldu
konuşamadı. Savcı hanım sorusunu birkaç kez daha tekrarladı. Öğretmen
ağlayarak;
—Ama bu benim öğrencim.
Savcı dâhil oradaki polislerin çoğu şok oldu,
telaşa kapıldılar. Öğretmenden, bir daha bir daha iyi bakmasını istediler.
Yanılıyor olmalıydı.
—Emin misin?
—Ya ben öğrencimi tanımaz mıyım? Yarım saat
kadar önce sokakta çocuklarla oynuyordu. Bu okulumuzun 5-C sınıfındaki Uğur
Kaymaz. Herkes şok olmuştu. İhaleye katılan Polislerden biri hemen atıldı:
—Ama Karanlıkta kocaman adam gibi gözüküyordu.
Ellindeki silahla bize ateş etti.
Öğretmen silaha baktı. Sonra Uğur’un
ve babasının ayağındaki terliklere baktı. Başını Kızıltepe’nin ufuklarına doğru
kaldırdı, batı ufkunda hala kızıl aydınlık vardı. Güneş yeni batmıştı. Bu polisler hangi karanlıktan söz ediyorlardı
yoksa güneş tutulmuştu da kimsenin haberi mi yoktu? Öğretmen, gündüzün karanlığına İsyan
edercesine bağırdı;
—Bu çocuk, bu silahı kaldırabilir
mi?! Kaldırabilir mi?! Kaldırabilir mi?!
Öğretmen sinir krizi geçiriyordu.
Savcı onu teselli etti. Diğer cesedi de teşhis etmesini istiyordu. Ama
öğretmenin gözünden sağnak şeklinde gözyaşları akıyordu. Yerdeki diğer cesedi
gözyaşlarından dolayı göremiyordu.
—Gözlerim artık görmüyor.
Güçlü bir ışık getirmelerini
emredildi. Kendisine uzatılan mendil ile gözyaşlarını silerken yerde yatanın da
Uğur’un babası olduğunu hemen anladı.
—Tanıyor musunuz?
—Evet, bu da çocuğun babası,
komşumuz Ahmet Kaymaz.
Polisler ve savcı hanım bir daha
şok geçirdiler. Savcı hanım:
—Sağlıkçılar siz müdahale ettiniz
mi?
—Hayır, yaklaşmamız için izin
vermediler, sadece çocuğun nabzına bakabildik. O da EKS olmuştu.
Tankerin içi arandı. Elbise
çantasından başka bir şey bulunulmadığı gibi dış kısmında da çatışma izini
gösterecek tek kurşun izi bile yoktu.
Bu gün 24 Kasım 2004 Çarşamba
öğretmenler günü, Dicle İlköğretim Okulu 5-C sınıfı öğrencileri öğretmenlerine
getirdikleri çiçekleri boş kalan Uğur’un masasına bıraktılar. Çiçekler arasında
bir de ayakkabı kutusu vardı.
Günler sonra sürgündeki Kızıltepe
Kaymakamı vicdan azabına dayanamamış ve kaymakamlar@groups.msn.com sitesine şu
açıklamayı göndermiştir.
—Bir kaymakam, nokta operasyonu
yapmaz. Bir üst kuvvetin emir ve komutasında yürütülen faaliyetlerden, belirli
çalışmalardan haberdar olmaması gibi ben de haberdar değildim. Ama beni
görevden alarak havayı normalleştirmeye çalıştılar. Sanıyorum Kızıltepe Turgut
Özal Mahallesi’ndeki olayla devlete zarar vermek isteyenler sıkı çalıştı.
Olayın üçüncü günü “İlçemi geri istiyorum” demiştim, sevdiğim bir meslektaşıma.
Şimdi Erzurum’da üçüncü günüm, devlet ve mesleğime vereceğim başka bir şey var
mı, bakacağım. Devletin beceriksizlere merhametinin yanıtı, işini iyi
yapanların zarar görmesidir. Herkes kapıma geldi ve sordu. Bildiğimi ve gerçeği
söyledim. Eğer Kızıltepe’de halk, kamu binaları ve devlet birimlerini yakıp
yıkmamış, sokaklar kan gölüne dönmemişse şükürler olsun. Bir muhabirin dediği
gibi sokaklarda çocuklar vardı ve tahrikler had safhadaydı, fakat karşılarında
İsrail askeri yoktu. Kızıltepe yüz binden büyük bir nüfusa sahiptir. Tahriklere
kapılmayan insanlar da teşekküre şayandır.”
Kaymakam’ın Erzurum’a sürülmesine
hırsızlar ve kaymakamın ifade ettiği: “Devlete zarar vermek isteyen” karanlık
güçler dışında Kızıltepe halkından sevinen kimse olmadı.
Tanrı’nın hırsızların duasına bu
denli hızlı karşılık vermesine şaşırıp kaldım. Şimdi fazla söze gerek yok,
çünkü söz bağımsız (!) yargıda.
24.11.2004
KIZILTEPE
Açıklama: Bağımsız yargı İhalede
usulsuzluk/fesat karıştırma emarelerini görmediğine kanaat getirerek, söz
konusu polislerin tahliyesine karar vermiştir. Ancak, aile konuyu AHİM ‘e
götürmeye kararlı Bakalım gâvurun adaleti nasıl karar verecek?
Mahkeme, Türkiye’nin davacıların tümüne toplam 70 bin euro maddi, 70 bin euro da manevi tazminat ile 3 bin euro da mahkeme masrafı ödemesine hükmetti.