Ayşe Apo Bölüm-IV
Kaçak elektrik
Cumhuriyet İlköğretim Okulundan çarşıya doğru yokuş-aşağı en yakın fotoğraf stüdyosuna ve internet cafeye doğru hızlı adımlarla yürüyoruz. Aklım başımda değil, nasıl yürüdüğümün farkında bile değilim. Daha adını bilmediğim genç ise, sınavda yarım yamalak hatırladığı soruları nasıl çözdüğünü anlata anlata bitiremiyor. Gözlerim gittikçe buğulanmaya başlıyor. Artık etrafı seçemiyorum. Çocuğun sesine göre yürüyorum. Kaldırımdaki elektrik direğine çarpınca işin vahametini daha iyi fark etmeye başladım. Olduğum yerde çullandım. Çocuk az daha ilerledi, yanında olmadığımı fark edince telaşla geri döndü.
— Ne oldu gazteci! Hasta mısın?
— Yok, gözlerim karardı, sanırım tansiyonum düştü.
— Dur, bekle karşıdan sana tuzlu bir ayran alayım.
Kısa bir süre sonra, çocuk elime kocaman oldukça soğuk bir bardak tutuşturuyor. İçiyorum ama nafile. Bir ilerleme yok.
Çocuk:
— Têlî Annemin ayranı kadar güzel olmazsa da bizim ustanın ayranı da çok güzel.
Têlî ismini duyunca gözlerime yavaş yavaş ışık gelmeye başlıyor. Kendi kendime kızıyor/kınıyorum. Çocuk boş bardağı karşı büfeye götürüp dönünceye kadar, görüntüler netleşmiş ayağa kalkmıştım. Çocuk bu halimi görünce tebessüm etti. Bende:
— Sahi adın ne senin? Genç gülümsedi.
— Emrah
— Benim de Ceng, ama sen gene de gazteci de.
Önünde geçtiğimiz beyaz eşya mağazasının vitrinine dalıp duruyorum. Çocuk telaşla gene bana dönüyor. Ürünlere baktığımı görünce, derin bir oh çektiğini görüyorum. Aslında vitrindeki ürünlere baktığım yok sadece bahane, vitrin camından kendi görünüşümü kontrol ediyorum. Bende fazla bir değişiklik olmamasına rağmen Têlî’nin beni tanımamasına hala inanasım gelmiyor. Çocuk, karşıdaki Foto Renk Fotoğraf Stüdyosunu işaret ederek, oraya gidebileceğimizi söyleyince, gözlerimi vitrinden ayırıyorum.
Foto kameramı stüdyodaki gence uzatıyorum. Ondan, makinedeki çekim ve fotoğrafları acilen CD ortamına aktarmasını istiyorum. Zira haberi TV kanalı için sesli ve görüntülü, gazete için de resimli geçmem gerekiyor. Zamanında yetiştirmesem, sonraki güne kalacak. Ama çocuk bu işin uzmanı olan kişinin bir köye düğün çekimine gittiği için birkaç saat sabretmem gerektiğini söyleyince çaresiz sabretmek zorunda kalıyorum.
Haberi yazmak için hemen yan taraftan bir üst kata Dünya WorldNet İnternet cafeye çıkıyoruz. Öğrencilerle tıklım tıklım herkes soruların yayınlanmasını bekliyor. Yabancı olduğumu anlamış olacaklar ki bana pencere kenarında manzaralı bir PC boşaltıyorlar. Haberi yazmak için PC’nin başına oturuyorum.
Hakkâri’de Charlie`s Angels/Çarli’nin Melekleri diye başlık atıktan sonra yazmaya başlıyorum. Haberi yazarken sürenin nasıl geçtiğinin farkında değildim. Ama içerde bağrışmalar başlayınca adeta derin bir uykudan uyanıyorum. Meğer televizyonlar sınav soruları yayına vermeye başlamışlar bile. Televizyonun olduğu bölümde herkes toplanmış, soruların çözümünü sessizce izliyor, doğru ve yanlışlarını da kontrol ediyorlar. Birden Emrah yüksek sesle bana:
— Gazteci! gazteci!
Diye seslenince dönüp ayağa kalkıyorum ne olmuş diye. Hemen boynuma sarılıyor. Ellerimi öpmeye kalkışıyor, bırakmıyorum. Ne olmuş der gibi kendisine bakıyorum.
— Sadece dört yanlışım çıktı, dört!
— Tebrikler, zaten senden bu sonucu bekliyordum.
— Evet, siz haberi bitirebildiniz mi?
— Haber tamam da aşağıdaki fotoğrafçıdan henüz görüntüler gelmedi. Görüntüleri bekliyorum.
— Bir çıktısını alabilir miyim?
— Tamam, yazıcıya gönderiyorum.
Yazıcıdaki çıktıyı aldıktan sonra yanıma geldi:
— Gidip anneme müjdeyi vermeliyim. Rüyamın doğru çıktığını, boşuna su satmadığını öğrensin.
— Bu rüya meselesi de ne?
— Üç gün üst üste rüyamda Zilan teyzemi gördüm
— Zilan Teyzen!?
— Evet, benden yardım istiyordu,
— Ne diye?
— Sınav günü annemin mutlaka su satması gerekliliği konusunda
— İlginç.
— Evet, Yarın mutlaka mezarına gidip bir yasin okumalıyım.
— Niye ölmüş mü ki?
— Evet, Eşi Cengiz’le dağda terörist diye vuruldular.
— Terörist diye?
— Evet, Eşiyle beraber şehitler mezarlığına aynı yere gömüldüler?
Çocuk, annesine müjdeyi vermek için, sevinçle merdivenlerden indi. Bende çaresiz Foto Renk Fotoğraf Stüdyosundan gelecek resim ve görüntüleri beklemeye başladım. Demek ölmüşüm o yüzden Têlî beni tanımadı. Mezarımı çok merak ediyordum. Benim de yarın çocukla beraber mutlaka mezarlığa kadar gitmem gerekir. Ruhuma bir fatiha okumam sanırım fena olmaz. Hata yasin de olabilir. Yasini ezbere bilmiyorum ama iPad’tan da verebilirim
Akşama doğru nihayet haber ile ilgili resim ve görüntüler geldi. Hemen Gazetenin online sistemi üzerinden haber ve görüntüleri acele post ettim. Sanırım ana haber bültenlerine yetişecek.
***
Haberi internet üzerinden gönderdikten sonra çocukta evden geri dönmüş, geri gelmişti. Haberi annesine de okutmuş annesi haberle ilgili benle görüşmek istiyormuş. Hata bu yüzden beni akşam yemeğine beklediğini söylemişti. Ne de olsa ölmüşüm, benden şüphelenmeyecekler diye rahatlıkla tekliflerini kabul ediyorum. Dışarı çıktık güneş batmak üzereydi. Şehrin etrafındaki yüksek dağların doruklarındaki nöbetçi kulübe ve askerlerin gölgeleri yavaş yavaş şehri örtüyordu. Bu yüzden oldum olası Hakkâri’de gün batımını hiç sevmiyorum. Arabaya atlayıp aşağı mahallelere doğru iniyoruz. Bu arada yemek mönüsünü de az çok öğrenmiş oluyorum. Mönüde İran pilavının olmasına çok seviniyorum, yıllardır yemeye hasret kalmıştım. Güzergâh boyunca bütün evlerin camları ya kırık ya da şeffaf naylonla kaplıydı. Bu durumu merak edip soruyorum.
— Newroz hatırası, o gün neredeyse şehirde ki bütün evlerin camlarını kırdılar. Sen görmedin mi televizyonlarda? Çocuğun kolunu bile canlı yayında kırdılar. Camlar ne ki?
Başımla gördüğüme dair onay veriyorum. Gülereş Baba hazretlerinin türbesinin az ilerisinde büyük bir meydanın ışıklarla süslendiğini görüyorum, yaklaştıkça düğün müziğinin sesini yüksek perdeden duymaya başlıyoruz. Hemen yakınlarında bir evin önüne çekip arabayı park ediyoruz. Aynı şekilde bu evin de bütün camları naylonla kaplanmıştı.
Emrah:
— İşte, bu bizim ev.
— Ya önce düğünü izlesek daha iyi olmaz mı?
— Düğün gece 24’de kadar sürecek onu izleyecek bol zamanınız olacak, ama annemin yemeği sofrada kalıp soğursa çok üzülecek. Annemi üzmek istemem.
— O zaman üzmeyelim.
— Zaten annem sizin Zilan Teyzemin eşi Cengiz’e çok benzediğinizi söyledi. Eğer öldüğünü bilmeseydi o olduğunuza iddiaya bile girebilirmiş.
Demek tanımıştı beni, ama ölü bildiği için tepkisiz kalmıştı. Çocuk önde ben arkasında kapıdan içeri giriyoruz. İçerde gaz lambası yanıyor. Anlaşılan elektrikler kesik, ancak düğün alanın o kadar güçlü bir aydınlatması var ki evin içerisini gündüz gibi aydınlatıyor. Ev tek katlı, kare tipi, çatılı klasik Hakkâri evlerindendi. İçerisi çok düzenli ve güzel döşenmişti, her şey yerli yerindeydi. İçeride bir sürü çoluk çocuk beklerken sadece kanepeye uzanmış yetmiş-seksen yaşlarında yaşlı bir dededen başka kimsecikleri gözüm görmedi. O da meraklı gözlerle beni süzüyordu. Selam veriyorum cevap yok, bozuntuya vermiyorum. Karşısındaki duvar kenarına dizilmiş yastıklardan birine sırtımı dayayıp çöküyorum. Kafamla ikinci kez selam veriyorum ama gene tepkisiz ve boş gözlerle beni süzmeye devam ediyor. Ta ki Têlî:
— Eşim, beş yıldır felçli/yatalak. Hapishanede işkenceyle onu bu hale getirdiler. Cumhurbaşkanın özel af yetkisi ile bir yıl önce tahliye edildi.
Bir adama bir Têlî’ye bakıyorum neredeyse arada eli-altmış yaş fark var. Bu durumum gözünden kaçmamış olacak ki:
— Bakıyorum daldınız, karşılaştırma yapıyorsunuz sanırım.
— Affedersiniz…
— O kadar kafanızı yormaya gerek yok ben size özetlerim. Ama önce sofrayı kurmalıyım.
Sofra hazır olunca yemek için yan odaya geçtik. Yerli mallı haftası kutlamalarında sınıfa getirdiği pastaları saymazsak, ilk kez Têlî’nin elinden yemek yiyecektim. Yemek yerken aklım başka yerlerde olduğu için, yemeğin acı mı, tatlı mı, yoksa tuzlu mu olduğuna hiç dikkat etmemiş farkına bile varmamıştım.
Têlî:
— Ekmekler çok tuzlu olmuş değil mi? Galiba ölçüyü fazla kaçırmışım.
— Yo iyi o kadar da tuzlu değil.
Emrah:
— Anne yoksa bu sefer gerçekten beklediğin misafir mi geldi?
— Bilmiyorum. Dedikten sonra ikisi gülümseyerek bakıştılar. Loş ışıkta kıpkırmızı oluyorum.
Sonra Emrah konuştu:
—Annem ara sıra ekmekte tuzun ölçüsünü kaçırır da. Kaçırdığı böylesi günlerde de hep “Evimize Hızır A.S gelmiş olmalı” iddiasında bulunur.
— Benim annem de ekmekte tuzun ölçüsünü kaçırdığı günlerde, babamın hışmından kurtulmak için, bu “Hızır a.s” masalını uydururdu. Paçayı da ancak bu şekilde kurtarırdı.
İkisi gülümsedi. Yine tuhaf tuhaf bana bakmaya devam ettiler. Terledikçe terliyordum.
Emrah:
— Desenize bu akşam evimize uğramıştır.
Têlî:
— Kesinlikle.
— Yo bana öyle garip garip bakmayın, ben o değilim. Günahkâr herifin tekiyim. Sanırım sizin o masala sığınmaya ihtiyacınız da yok.
Kadın yemeği kaşıklarken sessizce mırıldandı.
— Keşke olsaydı…
Aslında Têlî’ye çok kısmet çıkmasına rağmen, o her seferinde hayır demişti. Babası da iznini almadan artık onu kocaya vermekten çekiniyordu. Zira ondan habersiz verdiği ilk ailenin karşısına çıkmış ve bu işin asla olamayacağını onlara haykırmıştı. Babası, bu davranışından dolayı;”Adeta yerin dibine geçmiş gibi oldum” diyerek onu erkek kardeşlerine hedef göstermişti. O da bunun cezası olarak kardeşlerinden okkalı bir dayak yemişti. Buna rağmen uslanmadığını her fırsatta davranışlarıyla beli ediyordu. Bu yüzden babası artık onun adına karar vermekten imtina ediyordu. Bütün pazarlıklar yapılıp bitirildikten sonra en son kızın görüşü soruluyordu. Kız da her seferinde “hayır” diyordu. Ta ki yaşlı adamın geldiği o güne kadar.
Adam 60–65 yaşlarındaydı, yıllarca çocukları olmamıştı. Nihayet eşi yıllar sonra hamile kalmış ancak yaşı doğumu kaldıramamış olacak ki, eşini de doğumda kaybetmişti. Onun deyimiyle; “Bereket versin çocuk kurtulmuştu” ama ona da bakacak bir anne lazımdı. Adam çocuğunun da geleceğini düşünmüş olacak ki, şeyhin kimseyi beğenmez tahsilli evde kalan biricik kızını istemeye karar verir.Bu kararından hemen sonra kucağında birkaç aylık bebekle şeyhin kapısına dayanır. Şeyh onu tanıdığı gibi niyetini de hemen anlamıştır. Hakkâri’de onu tanımayan yok gibi bir şeydir. Halk onu uyuşturucu kralı olarak biliyordur. Şeyh bu ziyareti hiç beklemediği için biraz şaşırmıştır. Evine uğramış olmasını talihsizlik olarak görmesi bir yana, son derece sakıncalı da bulmuştu. Bu yüzden alelacele konuya girmesini isteyerek, adama içmesi için, bir çay dahi teklif etmemişti. Adam da çok seri davranarak oturur oturmaz niyetini kısaca açıklamış ve kıza talip olduğunu ifade etmişti.
Şeyh’in gücü yetseydi onu kovacaktı, ama hem gücü yetmiyordu hem de bunu kendine yakıştıramıyordu. Hayır, da diyemiyordu. Ve bölgenin en klasik kibarca hayır/olamaz formülünü denedi. Astronomik rakamlar ve istekler…
Şeyh karşısındakinin hayır diyeceği rakamları kafasında tasarladı. Hakkâri’nin geçmişinde görülmemiş astronomik bir süt parası talep etti.
Adam:
— Kabulümdür, uygundur. Dedi.
Şeyh; bunun kabul edildiğini görünce sonraki isteklerinin çıtasını daha da yükseltti. Adam da her seferinde hiç itiraz etmeden ve düşünmeden:
— Kabulümdür, uygundur. Diyordu.
Şeyh kendini çıkmaz sokağa girmiş gibi hissetmeye başladı. Pencerenin arka tarafında Têlî ve annesi olanları can kulağı ile dinliyorlardı. Şeyh odada hazır olan oğullarına baktı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Bir hamle daha yaptı ve her oğlu için en lüksünden birer 4x4 jeep istedi. Adam buna da aynı yanıtı verince şeyh pes etti. Elindeki son kozu Têlî’nin “hayır” demesiydi. Şeyh adama anlaştıklarını, kızının kabul etmesi halinde bu işin fatihasını okuyabileceklerini ifade edince. Adam:
— O zaman ne bekliyoruz? Kızın kararını da öğrenelim ve bu iş olsun bitsin.
Şeyh, oğullarına baktı, küçüğü dışında diğerlerinin otuz iki dişi sayılabilecek vaziyetteydi. O güne kadar hiç yapmadığı bir hareketi yaptı. Belki de bu adamdan kökten kurtulmak için bu yola başvuruyordu. Têlî’yi odaya çağırdı. Çarşafına iyice bürünen Têlî, annesiyle beraber içeri girdi. Adamın kabul ettiği şartları bir bir sayarak tekrarladı şeyh ve kararını sordu. Têlî:
— Böyle güzel bir kısmet her zaman nasip olmaz. Siz de münasip gördükten sonra kabulümdür.
Adam ve şeyhin oğulları sevinçten uçacak gibiydiler. Şeyh, kısa süreli bir şok geçirdi. Yanlış anladığını düşünmüş olacak ki, kızına bir kez daha sordu. Ama kız aynı sözleri tekrarladı. Kızın ikinci kez olumlu cevabından sonra adam fatihayı okuması için şeyhin ellerine sarılarak öptü. Şeyh hayatındaki en isteksiz ve uzun fatihayı okudu. Fatihayı uzattıkça uzattı, anlaşılan hala son bir ümitle kızından fatihanın ortasında bir hayır demesini bekliyordu. Ama “hayır” cevabını alamadan herkes âmin diyerek fatihayı bitirmişti bile…
***
Yemekten sonra çaylar geldi. Kadın çok düşünceli olduğumu görünce aklımın hala yaşlı adamda kaldığını düşünmüş olacak ki, konuşmaya başladı.
— Eğer, ailenin bütün işlerini siz yapıyor, bütün yükü siz omuzluyorsanız ve buna rağmen babanız ve erkek kardeşleriniz size bir fiyat biçiyorlarsa, bilmelisiniz ki siz bir malsınız. Özgür değil, kölesinizdir. Her kölenin olmasa da, en azında benim durumumda olan bütün genç kızların en büyük arzusu ve umudu şüphesiz ki özgürlüktür. Özgürlüğümüz için iki yol vardır, yüksek tahsil yapmak ya da evlenmek, ben birinci yolu kaybettiğimden, ikinci yoldan başka bir alternatifim de kalmamıştı. Ama ikinci yolun sonunda da çoğunlukla sizi “köle” olarak gören koca isminde yeni bir efendi beklemektedir. Bu yüzden ikinci tercihimi çok doğru kullanmam gerekiyordu. Yaşıtım ve genç birinin kölesi/cariyesi olmaktansa, yaşlı birinin özgür eşi olmak bana daha mantıklı gelmişti. Hele Emrullah gibi büyüteceğiniz hazır bir çocuğunuz da varsa.
— Emrah değil miydi?
— Yok, nüfus memuru Emrah diye kaydetmiş, ben de ilkokul kaydı için kimliğini çıkarmaya gittiğimde öğrendim. Ama iş işten geçmişti.
— Düşüncelerinize kısmen katılsam da, insan eşine ya da kız kardeşine köle gözü ile bakmaz hele bu bir Müslüman ise.
— Müslümanlarını da gördük, Solcularını da gördük. Aynı kaynaktan beslendikleri için davranışları da aynıdır. Bizim Müslümanlarımız, solcularımız ve hata ateistlerimiz hepsi birbirlerine benzemektedirler. Söyledikleri süslü sözler beni enterese etmez. İcraata bakarım o benim için önemlidir.
— Anlayamadım nasıl birbirlerine benzerler?
— Şöyle ki; her düşüncenin en radikalinden erkek kardeşlerim var. Babam yedisini de özel üniversitelerde okuttu. Hepsi birbirlerine benziyorlar.
— Bence İslami düşünceye sahip olanın biraz farklı olması gerekmiyor mu?
— Hiç fark yok. Düşünebiliyor musunuz? Emrullah’ın sınavının ne kadar güzel geçtiği malumunuz ama benim bu sonuca çok sevinmem gerekirken, üzüldüğüm de bir gerçek. Çünkü onu okutacak gücüm yok, okutamayacağımı biliyorum. Ben o okulun kapısından dönmüştüm o ise kapısını dahi göremeyecek.
Çocuk kafasını önüne eğmiş, sevincinden eser kalmamıştı. Kadın gizlice gözyaşlarını silerek devam etti.
— Düşünebiliyor musunuz? Babamın trilyonluk mirasına rağmen, ben elektrik parasını ödeyemediğim için bu çağda gaz lambası kullanıyorum. Çocuğum kapısından geri çevrildiğim üniversiteyi kazanacak ama ben gönderemeyeceğim. Aslında ben o gün, o kapıdan dönmeyecek, eşarbı çıkaracaktım ama el âlem babam hakkında ne düşünür diye çıkaramadım.
— Babanın mirasından sana bir şey düşmedi mi?
— Dedim ya ne solcusu, ne İslamcısı bu senin hakkın al demedi. Bilakis hissemi onlara devretmem/feragat etmem için avukatla notere gitmemi emrettiler. Sanki onların mallarını gasp eden biriymişim gibi. Ben de notere gittim vekâleti verdim. O imzadan beri yirmi yıl geride kaldı. Hala kapıma ayak basmış değiller. Güya bu yaşlı adamla evlenmeyi kabul ettiğim için, bana küsmüşler/darılmışlardır. Oysa eşimden aldıklarını afiyetle yediler ve hala da yemektedirler. Belki şuan birisi, üniversite konferans salonunda kadın hakları konusunda konferans veriyordur. Belki şuan, bir diğeri sinema salonunda ya da bir kültür merkezinde topladığı yüzlerce insanı haremlik-selamlık oturtarak Allah’ın kadına verdiği hakları anlatıyordur. O hakları gasp eden birileri olarak hem de. Artık süslü kelimelere karnım tok, hele ikiyüzlü davranışlara hiç tahammülüm yok. Kendileri yaz aylarında hata baharda bile bir gömleğin uzun koluna dayanamazlarken, biz kadınlara ağustos ayında çarşafı reva görüyorlar. Hata çarşafta artık kurtarmıyor. Rüzgârda vücuda yapışıyormuş. Bu yüzden yakında hafif alüminyum astarlı çarşaflar üreteceklermiş. Bu alüminyum astarlı çarşaflar da onları artık kesmeyecek gibi, kadının etrafını tuğladan örelim diyecekler.
Bu gün kapıda benden su alan ortanca kardeşimdi ama beni tanımadı. Ya da profluğuna yediremedi de öyle davrandı. Müslümanların Allah’a ve ahiret gününe inandıklarına inanmıyorum artık…
— Sizin çok kızgın ve dolu olduğunuzu görüyorum. Emrah’ı düşünmeyin ben ona yardımcı olurum. İstanbul’da bir sürü yurtlarımız var, onların birinde kalır, kendisine burs ta temin ederim. Siz onu merak etmeyin. Bu yurtlarda göreceği eğitimle inşallah hem dünyasını hem ahretini garanti altına alır.
— Şu cin gibi Emrullah’ı mı? Dört yıl sonra programlanmış bir robot olarak bana geri vermekten bahsediyorsunuz galiba.
— Anlamadım!
— Ben, başkası tarafından programlanmış bir robot olarak cennete giden bir oğul yerine, kendi özgür iradesiyle cehenneme gidebilen bir oğlu, tercih eden biriyim.
— Anladım, sizi ikna etmek zor. Ama biz gerçekten insanlara yardımcı olmak istiyoruz. Bak bunun için ta buralara kadar geldim.
— Doğru, yazınızı okudum, güzeldi. Tabi yayınlanması da önemli ama yayınlanacağını da hiç sanmıyorum.
— Yayınlanır, yirmi yıldır hiçbir yazım ne sansüre uğradı ne de askıya alındı.
— O zaman, şimdiye kadar suya sabuna dokunmayan yazılar yazmışsınızdır.
— Hayır, bilakis hem suya dokundum hem de Arap sabunlusunu da yazdım.
— O zaman yazılarınızın konuları Fırat’ın doğusunu geçmemiş olmalı.
— …
— Siz her ne kadar Müslüman medyadan olursanız olun, söz konusu Kürtler ise netice aynıdır.
— Yanılıyorsunuz! “Müslümanlar kardeştir” şiarıyla hareket ediyoruz. Dünyanın neresinde bir Müslüman’ın ayağına diken batsa biz acısını yüreğimizde hissediyoruz.
— Doğrudur, ne yazık ki bu acı Kürtler söz konusu olunca hissedilmiyor. Bir şehrin bütün canlıları kimyasal gazlarla yok edilirken sizin yüreğiniz acımaz, bir çocuğun canlı yayında kolları kırdırılınca da siz göremezsiniz. Şunu anlamış bulunmaktayım ki, sizin ırkınızdan olan bir Firavunu, Kürtlerin soyundan olan bir Veliye değişmezsiniz. Müslümanların kardeş olmaları bir palavradan ibarettir. Allah, sadece müminlerin kardeş olduğunu söyler, Müslümanların değil.
— Ya ben sadece bir gazeteciyim, haberimi yazar yolarım onlarda yayınlarlar. Ben ne bu ülkenin başbakanıyım ne de gazetenin sahibiyim. Ama şunu kesin bir dille söyleyebilirim ki, bir haberi ben yazmışsam yayınlanır. Neticede haberi beğendiğinizi söylüyorsunuz değil mi? Demek ki doğru işler yapıyoruz.
— Evet, haberinize diyecek sözüm yok ama henüz yayınlanmış da değil.
— Yayınlanırsa şüpheleriniz silinecek mi?
— Kısmen de olsa silinecek…
— İyi o zaman yarına kadar sabredin.
— Zaten en iyi öğrendiğimiz şey, sabretmektir.
— Niye o kadar kesin konuşuyorsunuz ki? Haberi yazan benim, yayınlanıp yayınlanmayacağını da sizden daha iyi bilirim.
— Bu konuda hiç iyimser değilim ama doğrusu yanılmış olmak ta isterim.
— Yarın yanıldığınızı göreceksiniz, bunları boş verin, Emrah için de fazla endişelenme ve karamsarlığa da kapılma. Allah hiçbir kulu için bütün kapıları kapatmaz. Bütün kapılar bize kapalı gibi gözükse de mutlaka göremediğimiz nice açık kapılar vardır. Zamanı geldiğinde gözümüzün önünde olup ta göremediğimiz o açık kapılar kendiliğinden bir bir görünür hale gelir.
Eşinin servetini hiç sormadım. Zira herkes gibi ben de az buçuk bir şeyler tahmin edebiliyordum. Ortaklaşa çalıştığı güvenlikçiler en son partide onu kurban seçmişlerdi. Varını yoğunu elinden almışlardı. Zaten Hakkâri ve ilçelerini dolaşırsanız göreceksiniz ki insanlar ya çok zengin ya da çok fakirdirler. Çok fakir olanların büyük bir kısmı, uyuşturucu pazarında her şeyini aniden kaybeden, kurban seçilmiş ailelerden oluşur. Têlî’nin eşi de o her şeyini kaybedenlerdendi. Ama o, sağlığını da işkenceler sonucunda kaybetmişti. Onu yok edemediklerinden olsa gerek, en azından konuşamayacak duruma getirmeleri gerekiyordu. Getirmişlerdi de. Cumhurbaşkanının özel af yetkisiyle dışarı çıkmasaydı, ölünceye kadar içerde kalacaktı. Zira suçlarına terör örgütlerine finansman desteği sağlamayı da eklemişlerdi. Oysa o güne kadar resmi görevliler dışında hiç kimseyle de çalışmamıştı.
Bütün mahalle gündüzün aydınlığını yaşarken, bu evin elektriksiz ve gaz lambası kullanması canımı sıkmıştı.
— Niye elektrik kullanmıyorsunuz? Gerçekten ödeyecek durumunuz yok mu?
— Yok, ayda bir memur maaşı kadar elektrik parasını nasıl ödeyebilirim ki?
Emrah:
— Ya, annem haram diye bir şey tutturmuş o yüzden kullanmıyor. Kaçak kullanmayınca ödemekte mümkün olmuyor. Oysa elektrik bizim topraklarda üretiliyor. Neticede kendi öz malımızdır. Malımızı gasp eden hırsızdan çalsak ne zararı var? Bak, alnı secdeden kalkmayanlar, bütün mahalleyi aydınlatıyorlar. Sanki bunun parasını veriyorlar mı? Hiç sanmıyorum. Dindarlıklarına gelince senden de benden de daha çok dindardırlar. “Hırsızdan malını alamıyorsan çalmanda bir behis yoktur. O mal bizimse bize ana sütü gibi helal değil mi?” Diyorlar ve kullanıyorlar.
Dışarıya bir daha göz atıyorum. Hakikaten bu aydınlatmanın parasını vermek imkânsızdı, veriyorlar mı acaba, diye düşünüyorum. Demek çocuk haklıydı. Ama bunlar dağdan inmemişler miydi? Hani onların düğünüydü? İyice dikkat ediyorum oynayanların arasında ne bir kadın ne bir kız çocuğu görünmüyordu, tamamı erkekti. Ama gerillanın meşhur “Oramar” parçası eşliğinde halay çekiyorlardı. Şaşırıyorum.
Têlî:
— Ya sevgili oğlum, evet hırsız senin malını çalmış hatta zorla gasp etmiş te olabilir. Doğru olan, senin gidip onun yakasına yapışarak hakkını almandır. Yakasına yapışıp alamıyorsan çalamazsın. Zaten onlar da senin çalmanı istiyorlar, çalman için aleni imkân veriyorlar/sağlıyorlar. Yeter ki sen çalasın diye.
— Anlamadım. Bizden gasp ettiklerini onlardan çalmamızı niye istesinler/imkân versinler ki?
— Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. İnsanların üzerinde ilahlık taslayanların tek korktukları bir insan tipi vardır. “Kirlenmemiş insan tipi”. Kirlenmemiş insanlar onlar için dağa çıkanlardan da daha tehlikelidirler. Kirlenmemiş insanlar onların kirli düzenlerinin korkulu rüyalarıdır. Muhammed’den korkmalarının tek sebebi “Muhammed-ül emin” olmasındandı. Ve kirlenmeleri için ellerinden gelen her türlü tezgâhı/tuzağı sahneye koyarlar. En büyük tezgâh ta/tuzak ta, kirlenmemiş insanlar için günümüzde kaçak elektrik kullanım imkânı sunma tezgâhıdır/tuzağıdır. Sen onu kaçak kullandığın için, kendini tatmin edecek inandıracak ideolojik ve hatta dini sebepler/gerekçeler yaratabilir, bulabilirsin. Bulamazsan, bulman için onlar sana yardım bile edebilirler. Bir zamanlar “memurum işini bilir” diyenler, aslında bu tavırlarıyla “vatandaşım da işini bilir” demeye getirmişlerdir. Özellikle bunu bozulmamış bölgelerde uygulamaya koyarlar. Senin hakkın bile olsa, çalarsan, ruhunu kirletip öldürmüş olursun. Ruhun öldükten sonra senden bir hayır gelmez. Senden yana artık ne korkuları ne de endişeleri kalmayacaktır. Onlar zaten bunu istiyorlar, seni ruhsuzlaştırmak. Ruhun ölünce seni koyun gibi gütmeleri çok daha kolay olacaktır. Kirlenmeni istiyorlar… İşte ben o kirlenmeye karşıyım. Sen anlayamazsın…
Têlî’nin bu bilinç seviyesine gelmesine o kadar çok sevinmiştim ki anlatamam. Ama öte yandan onu elimden kaçırdığım için de, için için kahroluyordum. Dışarıyı seyrederken aklıma takılan soruyu da sordum.
— Bu ne biçim “Dağdan İnenlerin Düğünü”? Aralarında tek bir genç kız bile yok.
— Siz ne bekliyordunuz?
— “Dağdan İnenlerin Düğünü” deyince, ben Dağdan İnen gerillaların düğünü diye hayal etmiştim.
— Hayır, bu “Dağdan İnenler” başka, yani bizimkiler
— Anlayamadım?
— Tam hatırlamıyorum, sanırım İmam Gazali’nin bir kitabında okumuştum. Kitapta iki kardeşin hikâyesi anlatılmaktadır. Bir dergâhta iyice pişen bu iki kardeş, günün birinde hocaları artık onlara verebileceği bir şeyi kalmadığını ifade ederek ikisini mezun eder. Artık ikisi de, Allah’ın birer veli kulu olma mertebesine ulaşmışlardır. Kardeşlerden biri bir dağ köyüne yerleşir ve hayvancılıkla uğraşmaya başlar. Diğeri Hakkâri gibi bir şehre gelir yerleşir. Elinde herhangi bir mesleği olmadığı için, derme çatma küçük bir kulübe yaparak içinde ayakkabı tamiri ile uğraşır geçimini bu yolla temin eder. Aradan uzun yıllar geçer. Dağda yaşayan kardeş öyle bir mertebeye ulaşır ki, Allah’ın izni ile şahsında kerametler zuhur etmeye başlar. Bir gün aklına şehirdeki kardeşi gelir. Acaba imanını koruyabilmiş, eskisi gibi hala hak yolunda yürümeye devam ediyor muydu? Diye merak etmiş. Bu merakı sonucunda şehir onu bir mıknatıs gibi kendine çekmeye başlamış ve sonunda kardeşini ziyaret etmeye karar vermiş. Bu arada ona ulaştığı mertebeyi göstermek için de yünden örülmüş erzak filesini taze sütle doldurarak yola çıkmış. Filede ki süt görünmez camdan bir kavanozda duruyormuş gibi duruyormuş. Dışarıya bir damla süt dahi damlamıyormuş. Süt o görünmez kapta şehre kadar eksiksiz bir şekilde ulaştırmış.
Şehirdeki kardeşi onun geleceğinden hem ilmenyakin, hem de aynelyakin olarak haberdar olur. O da aynı benzer bir fileyi soğuk su ile doldurur. Fileyi baraka duvarında bir çiviye asar. Nihayet yıllardır görmediği kardeşini derme çatma dükkânının kapısında görünce sevinçle yerinden fırlar. Kucaklaşırlar. Kardeşi hediye olarak ona taze süt getirdiğini göstermek için çantayı ona doğru uzatır. O da, çantayı alır birkaç yudum içtikten sonra onu getirdiği çantanın yanına asar ve kendi çantasını soğuk su içmesi için ona uzatır. Dağdan gelen kardeş benzer fileden soğuk su içerken çok sevinir demek ki kardeşi de kendisi gibi bozulmamış hak yolundan sapmamıştır.
İki kardeş barakada oturarak dertleşirken ayakkabısını tamir etmek için içeriye genç ve güzel bir kadın girer. Usta ona yer göstererek oturmasını söyler. Kadın oturur ve ayakkabısının tekini çıkararak tamir için ustaya uzatır. Usta ayakkabıyı tamir etmekle meşgulken diğer kardeşin gözleri kadının o güzelim ayak parmaklarına kilitlenmiştir. Bereket versin ki, usta işinin ehliydi. Beş dakikada kadının ayakkabısını tamir edip kadına uzatmıştır. Kadın ücreti vermek için elini göğüslerinin içine daldırıp para kesesini çıkarır. Ücreti verdikten sonra kesesini yine eski yerine bırakır. Bu arada bizim dağdan gelenin süt çantasından yavaş yavaş damlalar akmaya başlamıştır bile. O gün imtihan için midir bilinmez ama arka arkaya her biri bir öncekinden daha güzel ve çekici kadın müşteriler gelir. Tamirci gelen üçüncü kadının ayakkabısının tamirini de bitirdikten sonra ücreti almaya çalışırken askıda asılı duran fileden süt oluktan boşalırcasına akmaya başlar. Daha kadın dükkândayken filede bir damla dahi süt kalmamıştı. Tamirci kardeşine gülümsedi:
— Demek kısmetim değilmiş.
— Hayır, kardeşim, kısmet meselesi değil. Burası bana göre değil. Ben en iyisi dağıma geri döneyim. Demiş ve dağ köyüne hayvancılık yapmak için geri dönmüştür. Bizim ayakkabıcı da mesleğine.
— Bu hikâyenin alakası?
— Var. Şöyle ki; Bizim zamanımızda da dağdan gelen kardeşlerimiz oldu. Hikâyede olduğu gibi daha ilk dakikalarda bütün sütleri boşaldı. Ama buna rağmen, şehirde kalmak ve dağa geri gitmemek için çok direndiler. Baş göz üstüne, gitmeyin dedik. Ama bunların sütü her neyin karşısında akmaya başladıysa, oraya HARAM’DAN bir duvar ördüler. Sütleri camilerde akmaya başlayınca, camileri kendilerine HARAM kılacaklarına, kadınlara HARAM kıldılar. Çarşıda gördüğü bir bayan yüzünden sütü akınca kadınları poşetlemeye/çarşaflama yoluna gittiler. Hata çarşıyı kadınlara haram kılarak “oturun evinizde”. Dediler. Peygamber eşlerine: “siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz…” gelen özel emirleri kendi kadınlarına da gelmiş gibi hemen uyguladılar. Eşlerini peygamberin eşleriyle bir tutmaya kalkıştılar ama kendileri peygamber gibi olmak bir yana, peygamberin torunlarını şehit etme becerisini gösterdiler. Güzel bir kadının sesi karşısında sütleri akınca bayanın sesini haram kıldılar. Kadınlara tarih boyunca adeta tek taraflı Takrir-i Sükûn yasasını uyguladılar. Anlayacağın, her sütleri akmaya başladığı yerde, haramdan duvarlar inşa edildi. Bugün bu duvarlar o kadar çoğalmış ki, gençliğimizi çepeçevre kuşatmıştır. Adeta nefessiz bırakmıştır. İnsanlarımız dindardır ancak bu duvarlar onları nefessiz bırakmış, boğulma ile karşı karşıya kalmışlardır. Şimdi bir genç boğulmamak için ya da iplerini koparıp, yalnız kaldığı bir anda bütün bu yapay duvarları yıkıyor. Bir süre sonra da bu duvarları yıktığı için kendini dinden/imandan çıkmış sanıyor. Yıktığı duvarların arasına da bir daha dönmek istemediği için, maalesef İslam’dan uzaklaşıyor. Öcü gibi İslam’dan korkuyor. Oysa bilmiyor ki o yıktığı duvarlar İslam dininin duvarları değildir. Bilakis bu dinin özünü perdeleyen en büyük küfür duvarlarıdır. Biz bugün bu dağdan gelenlerin ördükleri duvarları yıkamazsak gençliğimizi ve geleceğimizi kaybederiz. Bu duvarlara verdiğimiz kurbanlar yetmedi mi?
— İlginç, bu düğün kendilerine Müslüman diyenlerin düğünü mü yani?
— Evet, “Dağdan İnenlerin Düğünü”. Size özel bir soru sorabilir miyim?
— Tabi.
Bu cevabı pencereden dışarıyı seyrederken veriyorum. Artık, arkama dönemiyor, dahası korkuyorum. Belki de bir dağlı olduğumun farkına varmaktan korkuyordum.
— Allah’ın bize yasak kıldığı en önemli yasakları sayabilir misiniz? Bu sorunun sizinle bir alakası yok bir araştırmada kullanacağım birçok insana sordum o yüzden size de soruyorum.
— Şimdiye kadar bu sıralamayı hiç düşünmedim ama sanırım aklımdakileri sıralayabilirim.
Allah’a ortak/Şirk koşmak,
Canlı öldürmek/İntihar etmek
Hırsızlık/Gasp yapmak,
İftira ve ihanet etmek
Allah’la kandırmak.
Yetimin malını yemek.
Zulmetmek.
İçki içmek
Domuz eti yemek
Leş yemek
Kan içmek
Allah’ın adı dışında başkaların adına kesilmiş hayvanların etini yemek.
Emanete hıyanet etmek
Zina etmek
Ağaç kesmek
Faiz almak/vermek
İşkence etmek
İnkâr etmek
Rüşvet almak
Masum bir kıza/kadına iftira atmak gibi.
Aklımdakiler bu kadar sanırım top 20 gibi oldu.
— İyi o zaman bir de sizden acilen, öncelikli olarak yapmamız gereken top 20’yi istesem?
- Ya bunları hiç düşünmedim şimdiye kadar, yanlış bir şey söylemekten de korkarım. Söylesem de kusuruma bakmayınız. Sıralasam:
Allah’a iman, kısacası imanın şartları
Sonra İslam’ın şartları kısaca kelimeyi şahadet, oruç, namaz, zekât, hac
Hayat kurtarmak
Akraba ziyareti
Ana ve Babaya iyilik etmek. (of dememek)
İyiliği emr ve Kötülüğü nehy etmek
İlim öğrenmek
Sabır ve şükretmesini bilmek
Abdest/boy abdesti almak
Yoksul ve yolda kalmışlara yardım etmek
Alay etmemek
Yok yere yemin etmemek
Merhametli olmak
Ağaç dikmek
İlim tahsil etmek
Ümitvar olmak
Ya sanırım bunları top 20’ye tamamlamak çok zor bu kadarını hatırlıyorum.
— Sorun değil, bu kadarı da yeterlidir.
Diyerek söylediklerimi bir kâğıda yazıp not ediyor.
— Merakımı bağışlayın da, bu top listelerini niye düzenliyorsunuz/topluyorsunuz?
— Merak ettiğim bir konu vardır bu top listelerine giriyor mu diye ama maalesef şimdiye kadar hiç giremedi.
— Nedir söyler misiniz? Belki ben de unutmuşumdur.
— Türban ya da başörtüsü.
— Onu da inşallah hükümetimiz yakında çözecektir.
— Benim düşündüğüm hükümetin çözüp çözmemesi meselesi değildir. Eğer ikiyüzlü davranmazsak biz bu meseleyi çok kolay çözeriz hükümetlere gerek kalmaz. Bunun içinde Allah’ın açık bıraktığı kapıları görmek lazımdır. Biz görmüyoruz diye bütün kapılar kapalı anlamına gelmez. Bunun kimsenin top listesine girmemiş olması düşündürücü değil midir? Oysa bizde din demek neredeyse türban demektir. Yoksa bir nesli boşuna mı telef ettik?
Durdum, ne cevap vereceğimi bilemedim. Daha doğrusu türbanın niye benim top listeme girmediğini bir türlü çözemedim. Belki hassasiyetimiz dinimizden değil geleneklerimizden kaynaklanıyordu. Çok önemli ama aslında önemsiz bir şeydi. Uzunca suskun kaldığımı görünce kendisi konuştu:
— Oysa herkesin top listesinde olan maddeler erkekler tarafından çiğnenirken, yerine getirilmezken kimse kıyametleri koparmıyor. Niye kimsenin top listesinde olmayan bir madde için bu kadar kıyametler kopartılıyor, kurbanlar veriliyor anlayabilmiş değilim. Müslüman erkekler Müslüman kızların okumalarını istemiyorlar. Bu yüzden kendileri Namaz kılmadıkları, gırtlağa kadar faize bulaştıkları ve ihale almak için seve seve rüşvet verdikleri halde, eşlerini ya da kızlarını türbana kurban vermekten çekinmiyorlar. Bu ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Bu kadının sadece cariye olarak kalmasını istemelerinden başka bir şey değildir. Erkeklerin olduğu topluluklara namahrem diye bizi götürmezlerken, kendileri açık kadın ve kızlara bir kalem, bir elbise, bir eşya satmak için Beyt-ül Haramı tavaf eder gibi etraflarında pervane gibi dolanıyorlar. Bu dinin yasakları sadece kadınları mı bağlıyor? Oysa Allah Nur–31. ayetinde kadınlara seslenmeden önce 30.ayette erkeklere seslenmemiş miydi? Erkekler niye bu ayetleri görmezden geliyor, takmıyorlar? Mazeretleri varsa kadınların mazeretleri daha da geçerli ve daha da makbul değil mi? Zira ilim öğrenmek farzdır. Ama araba için faizli kredi almak farz olmadığı gibi, kadınlara ped ve iç çamaşır satmak da…
Eğer türban, içkiden, faizden, miras gaspından ve rüşvetten daha önemli idiyse niye muallâkta bırakılmıştır? Oysa içkinin haram kılındığını muallâkta bırakmamak için Allah’ın ne kadar titiz davrandığını aşağıdaki ayetlerden anlıyoruz.
Öncelikle, içkinin zararının faydasından çok olduğu vurgulandı(bakara–219). İnsanlar içmeye devam ettiler. İçkili iken namaza yaklaşmamaları emredildi(nisa–43). İnsanlar yine içmeye devam ettiler. En sonunda Allah: (maide–90–91)’de. İçkiye son noktayı koyar: “Artık içkiden vazgeçin” der.
Oysa türban konusunda kadınlardan, dışarı çıkarken dış elbiselerini giymeleri ve başörtülerini göğüslerini kapatacak şekilde sarkıtmaları, yürürken de ziynetleri belli olsun diye ayaklarını yere vurmamaları istenmiştir. Yani doğal bir yürüyüş istenmiştir. Hz. Şuayb’ın kızları Hz. Musa ile konuşmak için ona doğru yürüdükleri (kasas–25) gibi İffetlerini koruyarak yürümeleri istenmiştir. Ayakları yere vurmak günümüzde seksi yürümek olarak tabir edilebilir. Yürürken göğüslerin vs. ziynetlerin doğal halin dışına çıkarılması/gösterilmesi için çaba sarf edilmemesini emreder. Allah başörtüsü ile nerelerin kapatılması gerektiğini açık seçik ifade ederken, bizim bunu dallandırıp budaklandırıp kurbanlar verme derecesine getirmemiz, anlaşılır değildir. Öte yandan bu kurbanlara dayanak olarak gösterilen diğer ayeti kerimede (Azhap–59) kadınların dışarı çıkarken bedenlerini örtecek elbiseler giyinmeleri önerilir. Bu onların özgür ve namuslu kadınlar olarak tanınıp laf atılarak incitilmemeleri için önerilmiş bir önlemdir. Allah’ın kitabı bu kadar apaçıkken ve hiçbir yerinde saçların örtülmesi gibi bir ifadeye rastlanmazken…
— Yani türban takmasınlar mı diyorsunuz?
— Allah her şeyden önce insanın özgürlüğüne önem verir. Eğer siz özgür değilseniz, öncelikle size farz olan özgürlük mücadelesidir. Zira özgür olmadığınız sürece Allah size her hangi bir sorumluluk yüklemez. Eğer bugün TÜRBAN, kızlarımızın özgürlüğü önünde en büyük engel ise, bunu takmaları değil takmamaları kendileri için farzdır. Eğer türbanla kendi ayakları üzerinde durabiliyorlarsa özgürlüklerini koruyabiliyorlarsa taksınlar ama bu dini bir gereklilik değil geleneksel insani bir tercih ve insan hakkıdır. Ama toplum onlara zenci, Müslümanlar bile onlara ikinci sınıf muamelesi yapacaksa, birer esir gibi okul kapılarında, bir kenarda büzüşüp eriyip yok olacaklarsa takmasınlar derim. Hata takmak onlar için büyük günahlardan bile sayılabilir. Eğer TÜRBAN bir insanın özgürlüğüne ya da hayatına mal oluyorsa onu takmaya zorlamak cinayettir. Bu gün saçlarını uzatıp yakasının üzerine sarkıtanlar, türbanlarını arkadan bağlayıp “ördek kafası” idealine ulaşmak için takanlardan daha çok İslam’a uymuş oluyorlardır. Amaç göğüsleri perdelemek olduğu halde onu boğazdan aşağıya sarkıtmamak, göğüslerini kıtalar arası füzeler gibi dikleştirip hedef göstermek için özel çabalar içindeyken o türbanın markası beni hiç enterese etmez. Uzattığım ve yakama doğru aşağılara sarkıttığım ipeksi saçlarım o Türbandan daha makbuldür. İnsanı dine kurban etme düşüncesinde olanlardan uzak duracaksın ki Allah’a yaklaşabilesin. İnsan değil midir ki özgürlüğü kısıtlandığı için cenneti terk etmiştir. Hiçbir toprak, hiçbir ülke cennet kadar olamazken bunlar için insanları kurban etmek asla İslami bir düşünce olamaz. İslam düşüncesinin bütün savaşları insanların özgürlüğü için yapılmıştır.
Têlî’nin evinden ayrılırken, salonun hemen yanındaki odanın yarı açık kapısından gözüme çarpan zengin kitaplığı fark etmekle onun beni hayretler içinde bırakan bilgi dağarcığının kaynağını da öğrenmiş oldum.
Dördüncü Bölüm Sonu
13.10.2008
Kızıltepe