Ayşe Apo-II
Görüyorsunuz kızların kardeş kabul edilmediği yok sayıldığı bir bölgede yaşıyoruz. Erkeklerin böyle görmeleri ve davranmalarını cahilliklerine bağışlıyor ve anlıyorum. Ya kızım Têlî sen, sen niye ablanı yok saydın? Niye yazmadın? Hele bu erkekler eşek! Onları es geçiyorum. Şimdi sana ne demeli? Sen bir kızsın. Sen nasıl kızları yok sayarsın? 29.03.2013 00:00
Ayşe Apo-II.Bölüm
Têlî
Kapı açıldı ve ellerinde sınav evrak poşetleri ile birkaç bayan öğretmen içeri girdi. Ayşe Apo, saatine baktı. Sınavın son dakikalarına girilmişti. Ben de çıkmak için ayağa kalktım. Hikâyenin geri kalan kısmını merak etmiyor, zaten biliyordum. Çıkmak için izin istedim. Nihayet ikinci bir kez saatini kontrol ettikten sonra güvenlik görevlisinin de olur vermesi üzerine dışarı çıkmama izin verdiler.
Koridorda ki 6/A sınıf kapısının karşısında duraksayıp avuçlarımı sol yanağıma götürdüm. Bu benim okuduğum sınıftı…
“Bir sabah okula geldiğimizde herkes Ayşe Apo’dan bahsediyordu. Ne olduğunu bilmiyorduk, ta ki sınıfa girinceye kadar. Öğretmenimiz dün okula gelmeyenler hariç diğer tüm öğrencileri dışarı çıkartı. Bahçede serbestçe oynamaları için de izin verdi. Oysa kendisi velimizi çağırarak okula gelmememizi istemişti. Ama şimdi niye bize ceza vermeye kalkıyordu anlayamadım. Hepimizi tek tek tahtaya çağırdı. Okuma yazmamızı kontrol eden egzersizler yaptırdı. Tembel diye teftiş günü okula gelmelerini istemediği bu öğrencilerin, aslında sınıf ortalamasının da üstünde sayılabilecek kadar iyi öğrenciler olduğunun farkına vardı. Buna çok sevindiği her halinden beli oluyordu. İlk kez bizim de bu sınıfta yüzümüz gülüyordu.”
En son beni tahtaya çağırdı. Okuma yazma kontrolünden sonra çok değişik ve zor sorular sordu, genelde hatasız cevapladım. Son sorduğunun daha cevabını vermeye çalışırken sol yanağımda öyle bir beşkardeş yedim ki, gözümde şimşekler çaktı. Kendi eksenimde kaç tür döndüm bilemem ama sersemleyince yere yuvarlandım. Dört bir yanımdan kuyruklu yıldızlar uçuşmaya başladı. Parlak ve yükseldikçe eriyip yok olan gümüşten yıldızcıklar. Yanağımı avucumun içine alarak acısını azaltmaya çalışırken bir yandan da sendeleyerek ayağa kalkmaya çalışıyordum.
— Ama doğru cevap verdim öğretmenim.
— Eş.. oğlu... ek. Bu güne kadar neredeydin?
— Ama öğretmenim! Hiç tahtaya kaldırıp soru sordun mu ki?
— …
Ben ve birkaç arkadaş daha o yıl ilk kez karne aldık. Apo ve benim karnelerimizde öğretmenimiz tarafından çok önemli bir not düşülmüştü. “Mutlaka Cumhuriyet İlköğretim Okulunun 6/A sınıfına kayıt edilmesi gerekir.” Bu notun önemini pek anlayamadım, ta ki Ortaokula başlayıncaya kadar. Karneme yazılan o not sayesinde işte şimdi önünde durduğum bu 6/A sınıfına yazılmıştım.
6/A sınıfı çok özel bir sınıftı. Hakkâri’ye dışarıdan gelenlerin çocuklarından oluşuyordu. Bu sınıf Serap Hoca’ya verilmişti. O da zaten onlardan birisinin eşiydi. Sınıfa bu yıl ilk kez üç yerli öğrenci alınmıştı. Özel tavsiye sonucu Ben ve Apo bir de şehir eşraflarından birisinin Têlî ismindeki güzel kızı. Eşrafın ne olduğunu bilmiyordum ama onun da gizli bir rütbesi olduğunu söylüyorlardı. Zira o kadar sözü geçerli biriydi ki, bir sözü ile katilleri salıverebiliyor, sevmediğinin tayinini anında çıkarabiliyordu. Zaten şehir çarşısının mülkiyetinin çoğu neredeyse ona aitti. Sülaleden asilzadeymiş. Hala gelip giden müritleri bile varmış.
Her ne kadar parlak ve nazik çocuklar bizimle arkadaşlık kurmasallar da, sınıfa uyum sağlamada pek zorlanmadım. Aslında, bu durum umurumda da değildi. Her gün Têlî’yi görmek bana yetiyor artıyordu. Onu görmediğim gün kendimi boşlukta kalmış hissediyordum. O sınıfta yoksa sanki sınıf karanlığa gömülüyordu. Önümdeki kitap ve defteri göremiyor gözlerim kararıyordu, elektriklerin kesilmesi gibi bir şey yani. Her taraf kararıyordu sanki. Bu bağımlılık ve alışkanlık yüzden olacak ki hiç devamsızlık yapmadım hafta sonu tatilleri benim için en büyük işkenceydi. O kadar uzun geliyordu ki pazartesi sabahlarını iple çekiyordum. Oysa hafta içi göz açıp kapayıncaya kadar akıp gidiyordu.
Bugün sabah büyük bir sevinçle okula koştum. Onu bu gece de rüyamda görmüş rüya ortasında uyanır uyanmaz da yastığımı ters çevirmiştim. Böyle yapılınca aynı rüyayı onun da göreceğine dair bilgiyi istemeden de kulak misafiri olduğum komşu kadınlardan öğrenmiştim. Niye şimdiye kadar bunu kimse bana anlatmamıştı ki? Têlî’de aynı rüyayı gördüğüne göre gözünde ki parıltıyı görmek istiyordum ama nafile sırası boş duruyordu.
Bu gün okula gelmemişti. Öğretmenin anlattıklarını duyamıyor tahtaya yazdıklarını göremiyordum. Kitap ve defterimde aynı şekilde bulanıklaşmış yazılarını ve hatta sınıfta öğrencileri de seçemez olmuştum. Tanrım yoksa kör mü oluyordum? Tam o sırada öğretmen:
— Cengiz parçayı okur musun?
Ne kadar gözlerimi zorlaydıysam da kitaptaki yazıları seçemedim. Görmüyordum işte.
— Öğretmenim bu karanlıkta ben nasıl okuyayım? Elektrikler mi kesik ne?
Herkes gülmeye başladı. Öğretmen kendisiyle dalga geçtiğimi sandı. Hışımla bana doğru yürümeye başladı. Tam o sırada sınıfın kapısı çalındı. Öğretmen ani bir dönüşle kapıya döndü. Kapıdan içeriye Têlî girdi. Onunla beraber kapıdan öyle bir ışık girdi ki sınıfın içi birden aydınlandı. Sanki güneş doğdu. Gözlerime fer geldi. Defter ve kitabımı, sıraları, öğretmeni ve hatta tahtayı da artık net seçebiliyordum. “Gözümün Nuru” dedikleri şey bu olsa gerek. Öğretmen bir daha tekrarladı:
— Cengiz parçayı okur musun?
Parçayı sevinçle okumaya başladım. Parçayı bitirdikten sonra öğretmen bana takıldı.
— Ne o Cengiz çok güzel okudun hani göremiyordun?
— Elektrikler geldi ya öğretmenim.
Herkes gülmeye başladı. Têlî de arkasına dönerek bana baktı. Gözlerindeki parıltıyı görünce dün gece onun da aynı rüyayı gördüğüne yüzde yüz kani oldum.
Bu yastık ters çevirme işini şimdiye kadar neden kimse bana anlatmamıştı ki?
Son derste sınıf hocamız ve İngilizce öğretmenimiz Serap Hoca kucağında bir sürü sarı dosya ile sınıfa girdi. Her birimizin masasının üzerine birer tane bıraktı. Kapağında büyük harflerle “ÖĞRENCİ RUHSAL DOSYASI” yazılıydı. Dosyaların dağıtımı bittikten sonra:
— Bunlar sizin kişisel dosyalarınız. İlkokul öğretmeninizin bunları doldurması gerekirken boş boş bize postalamışlar. Herkes dosyadaki boşlukları incelesin ve doldursun özellikle kardeşlerinizi büyükten küçüğe doğru, doğru bir şekilde ve tükenmez kalemle yazıp doldurunuz.
Dosyaların doldurulması kısa bir sürede tamamlandı. Öğretmen yabancı öğrencilerin dosyalarını tek tek topladı. Sadece, biz yerli üç öğrencinin dosyası masalarında duruyordu. Dosyalarımıza göz ucu ile bir iki kontrol yaptıktan sonra sınıf içinde dolaşmasını sürdürdü. Herkes kötü bir hava sezmiş olacak ki, sınıfta çıt çıkmıyordu. Öğretmenimiz yavaşça gidip masasına oturdu:
— Abdurrahman dosyanı getir.
Apo koşarak dosyayı öğretmenin masasına bıraktı. Sonra Têlî’yi ve en sonunda da beni çağırdı. Bende dosyamı masasına bırakarak bir suçlu gibi kenara çekilip beklemeye başladım. Zira diğer arkadaşlarımın da oturmaları için bir şey söylememişti. Dosyalarımızı tek tek inceledikten sonra hışımla masasından kalktı. Sınıfın arka tarafına doğru yürüdü sonra birden bize döndü:
— Abdurrahman senin annenin hiç mi, kız çocuğu olmadı?
— Var öğretmenim üç tane büyük ablam bir tane de küçük ablam var.
Öğrenciler korkudan gülemediler ama hepsi pis pis sırıtıyorlardı. Kendimi yabancı bir yerdeymişim gibi hissetmeye başladım.
— Ya senin Cengiz hiç mi kardeşin yok burayı boş bırakmışsın?
— Yok öğretmenim.
— Senin de ablaların yok mu?
— Var öğretmenim iki büyük beş tane de küçük ablam var
— Peki, Têlî Hanım maşallah yedi kardeşin varmış?
— Evet öğretmenim.
— Senin ablaların yok mu?
— Var öğretmenim Zîlan ablam var.
Öğretmen sınıfta bir iki tur attıktan sonra, sıralarımıza geçmemizi söyledi. Sevinçle sıralarımıza koştuk. Öğretmen genelde sınıfa, özelde üçümüze hitap ederek konuşmaya başladı:
— Görüyorsunuz kızların kardeş kabul edilmediği yok sayıldığı bir bölgede yaşıyoruz. Erkeklerin böyle görmeleri ve davranmalarını cahilliklerine bağışlıyor ve anlıyorum. Ya kızım Têlî sen, sen niye ablanı yok saydın? Niye yazmadın? Hele bu erkekler eşek! Onları es geçiyorum. Şimdi sana ne demeli? Sen bir kızsın. Sen nasıl kızları yok sayarsın?
Têlî:
— Ama öğretmenim sadece kardeşlerimizi yazmamızı istemiştiniz?
— Evet, öyle yazmanızı istemiştim. Peki, kızlar kardeş değil mi, köle mi? Ne? Söyler missin?
— Onlar abla öğretmenim…
— Otur battıkça batıyorsun, yabani geri zekâlılar.
Têlî yerine otururken sessizce ağlamaya başladı. Bu hali bana öyle dokundu ki içimden, yumsam gözümü açsam ağzımı diyorum ama kendimi frenliyorum. Ancak konuşmasam da patlayacağımı bildiğim için Parmak kaldırdım.
— Evet, Cengiz ne söyleyeceksin?
— Öğretmenim eğer siz bize isteğinizi İngilizce olarak söyleseydiniz biz hata yapmadan bu dosyaları dolduracaktık.
— Nasıl İngilizce olarak anlayamadım?
— Yani siz bizden “my sisters and my brothers” larımızı yazmamızı isteseydiniz. Biz size öğretmenim bunlar my sisters bunlarda my brothers diye dosdoğru yazacaktık. Ama siz bizden sadece “my brothers”ları, yani “biraneme” yani kardeşlerimizi yazmamızı istediniz. Siz bizden “my sisters”ları yani “xwişkeme” yani ablalarımızı bizden yazmamızı istemediniz ki?
— Küstahlık ve laubalilik yapma sırası değildir, kardeşin erkeği kızı olamaz. Kardeş kardeştir.
— Hayır dilimizde aynen İngilizcenizde olduğu gibi Kız kardeşin ismi ayrı erkek kardeşin ismi ayrıdır. Ama dilinizde “my sisters”’ın karşılığı yok diye bize ve özellikle de Têlî arkadaşımıza hakaret edemezsiniz. Biz Kürtçe düşünüp zihnimizde Türkçe’ye tercümesini yaptıktan sonra konuşuyoruz. Her birimizin zihninde Kürtçe’den Türkçe’ye tercüme eden birer mütercim var ve diliniz, anadilimiz karşısında yetersiz kalıyorsa suç bizim değildir. Kısır olan dilinizindir. Biz kızları yok saymıyoruz ama dilinizde karşılığını bilmediğimiz için ya da karşılığı olmadığı için, belki de diliniz onları yok saydığı için bunu ifade edemiyoruz. Karşılığını bulamıyoruz.
Kürt ve Kürtçe kelimeleri duyan Öğretmenin cinleri tepesine çıktı sınıftan çıktığı gibi soluğu Müdürün odasında aldı. Nitekim de daha yeni idareye el koymuşlardı ve öten boru onların borusuydu.
Ağzımdan Kürt kelimesi çıkmış diye, on dakika sonra elimde tasdikname ile kendimi ta okulun dış kapısının dışında buldum. Kayıt için başvurduğum ortaokulların çoğu; Ağzımda birileri tarafından lanetlenmiş ve yasaklanmış kelimeler dökülmüş diye kapıyı yüzüme kapadılar. Bir yüzüme kapıyı kapatmayan İmam Hatip Lisesinin Orta kısmıydı. Belki de ıslah olma umudu ile o kapıyı bilerek açık bırakmışlardı.
Zira din bu fikirlerin en iyi panzehiriydi. Mecburen İmam Hatip Lisesinin Orta kısmına yatılı olarak kayıt yaptırdım. Artık, pansiyonda kalıyordum. Têlî’den ayrılmak ve bir daha görmemek bana öyle ağır geldi ki, Sümbül dağını sırtlasam bana o kadar ağır gelemezdi…
Lise dördüncü sınıfa geçerken Têlî’nin Üniversite sınavında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandığını öğreniyorum. İlk kez İmam Hatip Lisesinin Dört yıllık olmasına çok seviniyorum. Önümde kocaman bir yıl vardı, çalışıp aynı fakülteyi kazanabilirdim ve kazanmalıydım da.
Ancak, ilk ayda Têlî’nin Üniversite kapısından türban yüzünden geri döndürüldüğünü öğrendiğimde bir kere daha kavuşma planlarım altüst oldu. Dersleri bıraktım. Têlî’siz bir Tıp Fakültesini ne yapacaktım?
Sınav sonuçları açıklandığında Marmara Üniversitesi Basın Yayın Fakültesini kazandığımı öğreniyorum. Dört yıl boyunca çok sıkı çalıştım okulu uzatmamak için. Son sınıfı bitirdiğimde sadece bir dersten Eylüle kaldım. Ağustosun sıcağında otobüse atlayıp Hakkâri’ye geldim. Artık Têlî’yi istemeyi kafaya koymuştum. Evin tek erkek çocuğu olmanın avantajını da kullanarak babamı zor bela da olsa ikna edebildik.
Babam haber saldı hayırlı bir iş için geleceğiz diye. Nihayet şeyh efendiden olumlu cevap geldi. Yıllar sonra Têlî’yi göreceğim umuduyla akşamı zar zor ettim. Akşam toplanıp gittik. Adet yerini bulsun diye birkaç tane de yaşlı akraba bize eşlik etti.
Şeyhin odasında bir sürü havadan sudan konuşuldu. Yüzlerce sigara içildi. Duman altı olmuştum. Sabırsızlanmaya başlamıştım ki babam konuya girdi;
— Şeyhim bu gördüğün delikanlı biricik ve tek erkek evladımdır. Cengiz, yeni İstanbul’dan geldi orada Üniversitede okuyor. Hayırlısı ile bu yıl mezun olacak. Bir dersi kalmış yakında gidip onu da verip gelecek. Kısmetse haberiniz olduğu gibi hayırlı bir iş için gelmişiz.
— Bu istediğiniz yük çok ağır bir yük, kaldırabilecek misiniz? Belki bilirsiniz, nice insanlar istedi de ya ben vermedim ya onlar bu yükü omuzlayamadılar.
— Biliyoruz siz cezamızı bir söyleyin de yükümüzü bir tartalım ağırlığını kaldırabilecek miyiz ona göre bir karara varacağız.
— Ben bu tür konularda asla pazarlık yapmam. Sözümü bir kere söylerim. Kaldırabilecekseniz baş göz üstüne kaldıramazsanız da hayırlısı ne ise o olsun.
— Hayırlısı, sizi dinliyoruz.
— Evvela annesi için eli bin dolar süt parası vereceksiniz, kızım için ise yirmi çift burma bilezik, iki metre Halep kordonu, Trabzon seti, altın kemer, altın taç. Diyarbakır hasırı bilezik, Urfa akıtması ve kolyesi...
Liste uzadıkça uzadı. Süt parasından sonra şalterim atığı için neredeyse gerisini hiç duymamıştım. Tüm ümitlerim suya düşmüş tek çarem kalmıştı. O da, Têlî’yi kaçırmak. Evet, onlar konuşurken ben kafamda artık Têlî’yi kaçırma planlarını yapıyordum. Sonra babam Şeyh efendiye döndü:
— Şeyhim yoksa siz Hanım kızınızı bize layık görmediğiniz için mi bütün bu kaba yükleri bir bir sıraladınız?
— Bunun düşüncesi bile hoş değil, çocuğunuz okumuş diye bazı indirimler bile yaptım.
Babam biraz düşündükten sonra tekrar konuşmaya başladı.
— Şeyhim bildiğim kadarıyla senin de yedi oğlun var. Hepsi de bekâr. Benim de bir o kadar ellerinizden öper yetişkin kızım var. Senin kıza karşılık yedi kızımı oğullarına versem ve bu işi böyle kapatsak olmaz mı?
— Sanırım daha baştan da ifade etmiştim. Pazarlık yapmayı sevmem. Zaten bu konu pazarlık yapılacak bir konu da değildir. Ben her kızı da evime rast gele gelin olarak almam. Biz köklü bir aileyiz. Size listeyi takdim ettim. Kaldırabiliyorsanız ne ala.
Babam şeyh efendinin gözlerinin içine bakarak:
— Şeyhim sizinle akraba olmaktan şeref duyarız. Tüm şartlarınız koşulsuz kabulümüzdür.
Babam bu büyük deliliği nasıl yaptı anlayamadım. Ama iş işten geçmişti. Ben de ısrarla babama müstakbel gelinini görmek ve onun evet cevabını duymak istediğimi söyleyince, şeyh küplere bindi. Gözleri fıldır fıldır dönmeye başladı:
— Ben pezevenk miyim, kızımı size göstereyim? Aldığınızda bakarsınız beğenmezseniz geri verirsiniz. Ben kızıma güveniyorum.
Ben görmekte çok ısrar ettim bir bakıma işin bozulmasını istiyordum, babam o kadar parayı nereden bulacaktı ki? Kızı görmede inat ettikçe ettim. Şeyh inadıma dayanamadı. Nihayet evin diğer kısmına haber saldı. Kız ve annesinin gelmesi için. Kapıdan tepeden tırnağa siyah çarşafa bürünmüş iki kişi içeri girdi. Biri peçeli diğeri ise gecenin bu ilerleyen saatinde, peçe kadar büyük bir güneş gözlüğü takmıştı. Bu kızın annesi olmalıydı. Şeyh ona donup sordu:
— Hanım kıza bir sor, bu iş için ne diyor?
Kız cevap vermek için annesinin kulağına eğildi. Annesi kızın kararını aktardı:
— Babam bilir diyor.
Bu cevaptan sonra Şeyh vakit geçirmeden yüksek sesle:
— El Fatiha dedi
Ve Fatihayı okumaya başladı. Fatiha’dan sonra babam beni çimdikledi, şeyhin ellerini öpmem için. İstemeyerek olsa da gidip elini öptüm. Ben Têlî’yi göremedim ama o peçenin altında siyah beyaz da olsa beni görmüştü. Bu beni teselli ediyordu. Köprüyü geçinceye kadar sabretmem gerekiyordu…
Düğün günü bile hemen kararlaştırıldı. Bütünleme sınavımdan sonra ki dönüş sonrasına karar verildi. Babam kapora olarak bir miktar para bırakmak istedi. Babamın uzattığı parayı üzerindeki resimlerden dolayı şeyh hazretleri geri iade etti. Şeyh efendi o paraları ceplerine koymuyorlarmış. Zira o paralarla namaz kılmak caiz olmadığı gibi hatta kılınan namazın kabulü bile şüpheliymiş. Bu yüzden sadece döviz kabul edebileceğini ifade etti. Têlî’ye ve yaşlı insanlara dua etsin. Ben ona neler söyleyebileceğimi çok iyi bilirdim ama bütün bunlar ve şu köprü meselesi beni susturuyordu. Babam kapora olarak takke ve tespihini şeyhe bıraktı. O da onları kabul etti.
Son sınavıma girmek için İstanbul`a gitmeye hazırlanırken babam, orada ki bir askerlik arkadaşına verilmek üzere iki kilo kaçak çay, üç kilo otlu peynir ve askerlik fotoğraflarından bir kaçını kısa bir notla beraber paketleyip çantama koydu. Mektubu açıp bakmadım zira emanette dokunmak olmazdı ama asker arkadaşından düğün için yardım istediğini tahmin etmek için de, sanırım kâhin olmaya gerek yoktu.
Topkapı otogarında iner inmez babamın askerlik arkadaşı beni karşıladı. Emanetlerini ona teslim ettim. Çok sevindi ve bana Beyazıt’taki işyerinin kartını vererek gitmeden önce mutlaka kendisine uğramamı söyledi. Deri işi ile uğraştığını bana da hediye olarak, bir deri ceket ayırdığını söylemeyi de ihmal etmedi.
Sınavdan sonra deri fabrikasına uğradım. Hakikatten bana çok güzel bir deri ceket ayırmıştı. Yoğun işlerinden dolayı düğüne gelemeyeceği için çok üzgünmüş ama hediyesini de şimdiden vermek istediğini söyledi. Ben de kendisine teşekkür ederek hediyesini kabul ettim. Babam için de bir hediye almıştı. Onu da güzelce paketlemiş olmasına rağmen jelâtinin altında görünen Sümer Holding armasından anlaşılıyordu ki babama da Sümerbank’ın botlarından birini hediye almıştı. Hakikatten bu ayakkabılar çok sağlamdı ve bizim vahşi doğayla ancak bunlarla baş edilebiliyordu. Diğer ayakkabılar hiç dayanmıyordu buranın dağlarına, taşlarına…
Babam şeyhin istediği süt parasını verdiği gibi, diğer eşyalarını da fazlasıyla aldı. Anlaşılan askerlik arkadaşı vefalı çıkmıştı. Düğünü de şeyhin koyduğu kurallara göre yapmak zorunda kaldık. Buna düğün de denmez cenaze merasimi gibi bir şey oldu. Ama köprü meselesi bir geçeyim diyorum da sonrasına Allah kerim.
Akşama doğru dini nikâh için beni odaya çağırdılar. Babam ve birkaç yaşlı akrabam dışında tanımadığım seyrek ve uzun sakallı birisi daha vardı. Meğer Têlî’nin yerine o vekâletten gelmiş nikâhımızı onunla kıyacaklarmış. Çıldıracağım, ama kafamda sürekli tekrarlıyorum. Köprü, köprü, köprü…
Akşam akraba ve dostlarımız dağıldıktan sonra, annem artık gidip gelinin peçesini açmam gerektiğini söyledi. Yoksa kızcağızın sıcaktan boğulabileceğini ifade etti. Bunun üzerine beni gelinin odasına göndermek istedi. Kalbim heyecandan duracak gibiydi. Anneme beraberimde gelmesini söyledim zira heyecandan bayılabilirim diye. Annem çocuklar gibi elimden tuttu ve beraberce odaya girdik. Geldiğimizi görünce gelin hanım hemen ayağa kalktı. Annemin daha önceden hazırladığı ve beşibiryerde kolyesini boynuna taktıktan sonra yavaşça peçesini yukarı doğru kaldırdım.
Peçeyi kaldırmamla beraber adeta taş kesildim. Donup kalmıştım. Annem şok geçirdiğimi sanmış olacak ki, öğretmenden yediğim tokattın aynısını hata daha da beterini suratımda patlatıyor. Ama oralı bile olamıyorum. Annem karşıma geçmiş omuzlarımdan tutarak beni sarsıyordu:
— Oğlum Cengiz kendine gel. Kendine gel! Kendine gel!
— Yeter anne sarsma beni bu kız Têlî değil!
Annem gelinine baktı. Gelin:
— Ben Zîlan, Têlî’nin ablasıyım.
İkinci Bölüm Sonu
13.08.2008
Kızıltepe