— Hakkâriliydin değil mi?
— Evet, ama terk edeli çeyrek asra yaklaşıyor
— ÖSS sınavlarında niye hep sonuncu olduğunuzu biliyor musun?
— Sanırım Anadilde Eğitim olmadığındandır.
— Sen oraları karıştırma,
— Tamam
— Sınavlarda en çok kopya çekildiği söylenen illerin başında da Hakkâri geliyor değil mi?
— Bilmem ki?
— Bir ilde sınavlarda alenen kopya çekiliyor ve o il sınavlarda hep sonuncu oluyorsa bu işte bir yanlışlık olmalı değil mi?
— Haklısınız
— Bu işin aslını öğrenmek için sana ÖSS sınav başvuru formu getirdim. Hakkâri de sınava girmeli bu işin aslını öğrenmelisin?
— Nasıl uygun görüyorsanız
Bu şehri terk ettiğim o karanlık gece 30 yıl geride kalmış. İyi ki adımı ve soyadımı değiştirmişim. Zira herkes beni ölü biliyor. Şimdi, onca yıldan sonra oraya gitmekten ve tanıdık birilerine rastlamaktan korkuyorum. Ama işte patron beni eski anılarımın içine gönderiyor.
Sınavdan bir gün önce şehir merkezine varıyorum. Uğradığım otel resepsiyonunda ki astronomik oda fiyatları beni korkutuyor ama müdüre de ceza olsun diye Otel Şenler’de kalmaya karar veriyorum. Valizimi odaya yerleştirdikten sonra lobiye iniyorum. Bakıyorum yalnız değilmişim sınav için dışarıdan gelenler otel kapasitesini neredeyse doldurmuşlar. Açıkta kalmadığıma seviniyorum.
İstemeden kulak misafiri olduğum konuşmalardan anlıyorum ki, tavşanın suyunun suyu bir yakını burada güvenlik görevlisi olanlar sınava girmek için burayı tercih etmişler. Çoğunun daha önce burada aynı şekilde sürücü belgesini de aldıklarını öğrenince tecrübeli olduklarını anlıyorum. Zaten dışarıdan sürekli ellerinde telsiz olan birileri gelip gelen öğrencilere sarılıyor, memleketten taze haberler dinleyerek hasret gideriyorlardı. Sadece kimsenin benim ziyaretime gelmemesine üzülüyorum. Zaten, bende de öğrenci tipi yok. Bekâr olmama rağmen kazık kadar adam olduğumu ancak bu öğrencileri görünce anlıyorum. Bu arada patron arıyor kulak ve gözlerimi dört açmamı öğütlüyor. Buna gerek kalmayacağını söylüyorum.
Bu arada gelenlerden İl Milli Eğitim Sınav Komisyonun kopyanın önüne geçmek için sürpriz bir karar aldığını öğreniyorum. Sınavda erkek öğretmenlere görev verilmemiş sadece bayan öğretmenler görevlendirilmişti. Bu iyi bir gelişmeydi. Hata sınavdan sonra ki ilk gazete baskımıza manşet bile bulmuştum. “Kopyaya karşı Çarli’nin Melekleri ya da Çarli’nin Melekleri Kopyaya aman vermedi” gibi manşetler…
Saat 08.00’da erkenden okul bahçesine varıyorum. Bahçe ana baba günü. Çoğunluk dışarıdan gelen öğrenci ve aileleriydi. Bir de bunların buradaki görevli olan tavşanlarının suları. Yakalarında ÖSYM Sınav kartı ile yavaş yavaş gelen sınav görevlilerine dikkatli bakınca dün akşam otelde öğrendiğim haberin doğru olduğu görüyorum. Sınavda sadece bayanlara görev verilmiş. Merdivenlerde duran bir erkek öğretmenin yakasında ÖSYM kartı görünce şaşırıyorum. Hani erkeklere görev verilmemişti. İşin aslını öğrenmek için merdivenlere doğru ilerliyorum. Epeyce yaklaştıktan sonra bina sorumlusunu olduğunu öğreniyorum. Okulun Müdür yardımcısıymış. İsmi ve cismi bana hiç yabancı gelmiyor ama soyadını ilk kez duyuyorum. Beni tanır diye ödüm kopuyor. Kontrol noktasına doğru kayıyorum.
Kapıdaki güvenlikçiler içeri gireceğimi sanıp beni arama noktasına yönlendirdiler. Bende merdivenleri çıkmışken dönmenin doğru olmadığını düşünerek güvenlik noktasına yürüdüm. Gerekli evrakların kontrolünden sonra beni içeri aldılar. Ancak, birisi arkadan tekrar beni çağırdı.
— Dershane Hocası mısın?
— Yok
— Yeme bizi hoca, o zaman bu yaşta sınava girmenin ne manası var?
— Eğitimin yaşı olmaz ama haklısınız da görev işte
— Tahmin etmiştik, salon numaranı alalım bize lazımsın.
— Anlamadım.
— Sonra anlarsın, biriniz hocaya salonunu göstersin.
Adamlar beni hoca yapıp gittiler. 1 nolu salonun 13 nolu sırasına oturuyorum. Sınavın başlamasına daha yarım saat var. Polisler beni parmakla birbirlerine gösteriyorlar. Salon başkanımızın yanına gelip ona da bir şeyler söylüyorlar. Benimle ilgili olduğu kesin ama duymuyorum. Salondaki öğrencilere göz atıyorum. En az yarısı uzak şehirlerden gelmiş. Salon başkanı yüksek sesle sınavın katı kurallarını bize hatırlatmak için kitaptan okurken gözetmende artık cevap anahtarlarını dağıtmaya başlıyor.
Soruları inceliyorum o kadar zor değiller çözebiliyorum. Ama aniden aklıma bir fikir geliyor. Bu il sınavda sonuncu olacaksa ilinde en sonuncusu ben olmalıyım. Belki gelip benimle röportaj bile yaparlar diye düşünürken. Şıklarda kesin yanlış olanı özenle işaretlemeye çalışıyorum. Benim cevap anahtarımda doğru cevap çıkmamalı. Bazı sorularda epey zorlanıyorum, yanlışlıkla doğru şıkkı işaretlemekten korkuyorum. Bütün bunları düşünürken bazen kendi kendime gülümsüyorum. Salon Başkanı bunu soruların çok kolay gördüğüme yoruyor. Sınava bir saat kala neredeyse tüm soruları cevapladım. Dışarı çıkıp dışarıda olanları gözlemlemek istiyorum. Zira içerde sınav gayet güzel ve güvenli bir şekilde geçiyordu. Ancak, dışarı çıkmama izin verilmiyor. ÖSYM yetkilileri beni soruları dışarı çıkartmak için sınava giren bir dershane hocası zannetmişler. Bu yüzden son dakikaya kadar içeride kalmam gerekiyormuş.
Sınav salonumuza sessizce iki polis girdi. Salon başkanımıza beni işaret ederek Salon Başkanına boş bir kâğıt verip çıktılar. Salon başkanı topuklu ayakkabısının ses çıkarmamasına dikkat ederek yanıma kadar geldi. Cevap anahtarımı elindeki kâğıda temize çekmeye çalıştı. Neler oluyor der gibi kendisine baktım. Sessizce:
— Güvenlik görevlisi arkadaşın bir akrabası yan salonda ona verilmek üzere sizin cevaplarınızı istedi de?
Gülümsüyor başımla onay veriyorum. Az sonra salon başkanından verdikleri kâğıdı geri alırlarken. Sessizce yanıma yaklaşıp teşekkür etmeyi de unutmuyorlar. On dakika geçmeden cevap anahtarım fotokopi ile çoğaltılmış olacak ki, sınavın güvenliğinden sorumlu olan güvenlikçiler havalı bir şekilde salona üniforma ve silahları ile girdiler başkana gülümsedikten sonra sınıfta ki 7–8 kişiye aynı cevap anahtarını verdiler. Onlardan birkaç soru da değişiklik yapmalarını tembih etmeyi de ihmal etmediler. Salon başkanımız ise kafasını pencereden dışarıya uzatıp dış kapı güvenlikçilerine bahçedeki vatandaşların kopya verme ihtimallerine karşı onları pencere kenarından uzaklaştırılmalarını istiyor.
Soru ve cevaplarımı son bir kere kontrol ediyorum. Evet, doğru cevabım neredeyse yok. Bu sınavın sonuncusu ben olmalıyım. Salon başkanına dışarı çıkma isteğimi bir kere daha tekrarlıyorum. Saatine bakıyor. Sonra güvenlikçileri bir kere daha çağırıyor. Onlara da ısrarla dışarı çıkmak istediğimi söylüyorum. Sınavın güvenliği için beni sınıftan çıkarıyorlar ve bina sorumlusu olan Müdür Yardımcısının odasına götürüyorlar. Zil çalıncaya kadar orada kalmamı istiyorlar. Kabul ediyorum.
Bina sorumlusunun odasındaki yetkiliyi görünce şok oldum. Müdür Yardımcısı yerinden kalkıp boynuma sarılıyor. Dile kolay, tam 30 yıl geçmiş.
— Seni Allah mı gönderdi, sen ve buralar?
— Anlamadım ben sizi tanımıyorum. Galiba birisiyle karıştırdınız?
— Mümkün mü ya sen şimdi beni tanımadın mı? Ben Ayşe! Ayşe Apo!
Müdür yardımcısı kendini Ayşe diye tanıtınca beni getiren güvenlik görevlisi de şaşırıp kaldı. O da benim yanımdaki boş sandalyeye çöktü. Aslında Okulun Müdür Yardımcısını tanıdım. Beraber bu okulda aynı sırada beş yıl geçirmiştik. Yani onun deyimi ile Ayşe’yi çok iyi tanıyordum ama tanımamazlıktan geldim. O kadar kendisinden emindi ki, kimliğimi istedi. Kimliğimi uzattım baktı, sonra şok olmuşçasına tekrar yerine oturdu ve konuştu:
— Demek insanlar çift yaratılmış
— Niye ki?
— Uzun yıllar önce kaybolmuş bir arkadaşımıza o kadar benziyorsunuz ki tıpkı fotokopisi gibisiniz. Hala inanamıyorum.
— Anladım. Siz niye kendinize Ayşe dediniz?
— Arkadaşım olsaydınız o zaman hemen anlardınız ne demek istediğimi. Zira Ayşe’yi unutmak imkânsız gibi bir şeydir.
— Anladım o zaman bize şu Ayşe hikâyesini anlatmanız gerekir.
Sınavın bitmesine on beş dakika vardı. Ben ve güvenlik görevlisi yerimize oturup sessizce dinlemeye hazırlandık…
***
Okulların açılışından bu yana, ikinci haftayı da geride bırakırken. Nihayet on yaşımda okula gitme konusunda babamı ikna edebilmiştik. Aslında, en büyük pay, askerden yeni gelen ağabeyime aitti. O bana sayıları saymayı ve öğretmenin ilk günkü soracağı sorulara ne cevap vereceğimi öğretmeseydi, ben de okula gitmeye o kadar heveslenmezdim. Evimizin dış cephesini kireçle badana etmeyi de bitirdikten sonra kayda değer pek bir işimiz kalmamıştı. Yarın okula başlamam için de babamdan onay çıkmıştı.
Aldığımız kalem ve defterlerin içinde olduğu naylon poşeti başucuma koyup yatağa girdim. Gece epey ilerlemesine rağmen gözlerime bir türlü uyku girmiyordu. Uykuya dalmam için ağabeyimin bana öğrettiği, çitten atlayan koyunları sayma formülü de pek işe yaramıyordu. Zira bir türlü koyunları sayamıyordum. Koyunları sayarken birden kendimi okulda ve sınıfın içinde buluyordum. Öğretmenin;
— Senin ismin ne? Sorularına gururla ayağa kalkıp:
— Apo Na! Na! Abdurrahman.
Diye cevap veriyordum. Abdurrahman ismi ilk başlarda bana çok tuhaf geliyordu. Zira şimdiye kadar beni hep “Apo” diye çağırmışlardı. Ama ağabeyimin dediğine göre kimliğimde Abdurrahman yazıldığı için okulda ismimin sorulması durumunda Apo değil de Abdurrahman olarak cevap vermem gerekiyordu. Hata ezberlettirmişti bana. Her seferinde bunu bana öğrettiği için de ağabeyime içimden çok teşekkür ederek yerime oturuyordum. Öğretmenin sabaha kadar beni kaç kez ayağa kaldırdığını saymak için öğrendiğim sayılar yetersiz kamıştı. Bu yüzden bilmem kaçıncı kezdir yeniden baştan saymaya başlamıştım, ayağa kalkışlarımı. Son kalkışlarımda ismimi artık hatasız ve gururla söyleyebiliyordum. Benim ismim artık Abdurrahman’dı, bu bile okul hayatını bana heyecanlı kılmaya yetiyor artıyordu da. Abdurrahman Apo’dan hem daha uzundu hem de sonundaki "man" hecesi bana öyle bir güç veriyordu ki, kendimi yollardaki bütün Man kamyonlarının sahibi gibi görüyordum.
Gece boyunca kendimi Abdurrahman’a o kadar yoğunlaştırmışım ki, beni sabah erkenden “Apo” diye çağırıp, uyandırmaya çağıran anneme bile tepki vermemiştim. Ta ki annem beni dürtünce o zaman uyanabilmiştim.
Okul bahçesi çok kalabalıktı. Kendimi çok yabancı hissettim. Biran okulla geldiğime pişman bile oldum. Tam eve dönmeye karar verirken biri ellerimden tuttu. Müdür yardımcısıymış. Beni birinci sınıfların okuduğu sınıfa götürüp, yaşımdan dolayı olacak ki beni en arka sıraya oturttu.
Kısa bir süre sonra herkes birden ayağa kalkınca. Bende kalktım. Gelen öğretmendi. Eliyle oturmamızı işaret edince herkes gibi bende oturdum. Sınıftaki tüm öğrencilerden büyük olduğum için hemen öğretmenin dikkatini çektim. Oturduğu yerden kalkarak bana doğru gelmeye başladı. Eliyle ayağa kalkmamı söyledi. Ayağa kalktım. Bana sorulacak tarihi soruya cevabım dünden hazırdı. Bana iyice yaklaşınca konuşmaya başladı:
— Senin adın ne?
Ne sorduğunu bir türlü anlayamadım. Ben: “İsmin ne? Diye bir soru beklerken öğretmen bana başka bir soru sormuştu ve şimdiye kadar da bunu hiç duymamıştım. Sorduğu şeyin ismim olmadığına göre mutlaka başka birisinin ismini soruyordu. Babamın ismini sormuş olamazdı zira ağabeyim bir ara baba kelimesinin Türkçe ve Kürtçe de aynı olduğunu söylemişti. O zaman öğretmenin büyük ihtimalle annemin ismini soruyordu. Evet, evet mutlaka annemin ismini soruyordu. Biraz utangaçlıktan olacak kısık bir sesle annemin adını yavaşça fısıldadım:
— Ayşe
Öğretmen verdiğim cevaba gülümsedi ama sınıftaki tüm öğrenciler gülmeye hatta kahkaha atmaya başladılar. Öğretmen, çatık kaşlarını gösterince herkes birden sus pus oldu. Heyecandan tir tir titriyorum buna rağmen soruyu bir daha bana sorması için içimden dualar ediyorum. Öğrenciler mutlaka sesimin kısık çıkmasına gülmüşlerdi. Tam bunları düşünürken öğretmen soruyu bir daha tekrarladı. Bana gülenlere hadlerini bildirme zamanı gelmişti. Yumdum gözlerimi açtım ağzımı avazım çıktığı kadar yüksek sesle cevap verdim.
— Ayşeee!
Sesim neredeyse Cumhuriyet İlköğretim Okulunun bütün sınıflarında yankılandı. Buna rağmen yine herkes gülmeye hata kahkahalar atmaya başladı. İşin kötüsü öğretmende bu sefer kahkahalarla gülüyordu. İçim içim ağlamaya gözyaşlarım sel gibi akmaya başladı. Nihayet içeriye komşumuz bir Kürt öğretmen geldi. Öğretmenimizle bir şeyler konuştuktan sonra bana döndü. Kürtçe ile;
— Apo tu çawa nave xwe nizanî? (Apo sen nasıl ismini bilmiyorsun?)
— Navemin ne pirsiye. (İsmimi sormadı ki?)
Öğretmen bana: “İsmin ne? İle Adın ne?” soruların aynı olduğunu her iki soruya da ismimi söylemem gerektiğini söyledi. Yeni yeni anladım herkesin niye bana güldüğünü. Öğretmen beni teselli etmek için yanaklarımdan öptü. Ama nafile. İçime gömüldükçe gömüldüm Her gören dalga geçmek için beni Ayşe diye çağırıyordu. Bu yüzden teneffüslere bile artık çıkamaz olmuştum. Benim ismim Ayşe Apo olarak tüm okulda yayıldı. Ayşe, ismi o okulda ağzımdan çıkan ilk ve son kelime oldu. Bir daha asla hiç kimse ile konuşamadım. Sustum, sustum, sustum…
Artık sınıfta fazlalık gibi duruyordum. En arka sırada oturup sadece öğretmen ve öğrencileri seyrediyordum. Elim kalem tutmuyor dilim dönmüyordu. Yavaş yavaş Ayşe Apo olan lakabım Laloya/Dilsize dönüşüverdi. Ama hiçte umurumda değildi. Evde de artık neredeyse konuşamaz olmuştum. Bana söylenenleri yapıyor ama asla konuşmuyordum. Beni birkaç kez doktora götürdüler ama nafile kahkahalar konuşma yeteneğimi benden alıp götürmüştü.
Öğretmenin beni sınıfta bırakıp bırakmadığını da bilmiyorum. Zira bana hiç karne verilmedi. Yalnız her sene aynı arkadaşlarımın okudukları sınıfa gidip oturuyorum kimse de bana bir şey demiyordu. Beş yılı geride bırakmış son sınıfa gelmişim. Okulun en büyük öğrencilerindenim. Hala konuşmuyorum. Arkadaşlarımın okuduğu hikâye kitaplarını dinliyor anlıyorum. Hatta göz ucu ile kitaplarına bakarak içimden okudukları parçayı onlardan önce okuyup bitiriyorum. Basit sorulara verdikleri cevaplarına karşılık öğretmenin aferin demesi beni gülümsetiyor. Ama bir türlü konuşturamıyor.
Matematik derslerinde sorulan bütün problemleri onlar, daha tahtaya kalkmadan zihnimden çözüyor, onların cevaplarını beklemeye başlıyorum. Defalarca öğretmenin problemleri tahtada yanlış çözdüğünü tespit ediyor ama söyleyemiyorum.
Öğleden sonra ağabeyim okula geldi daha doğrusu öğretmen çağırtmış. Öğretmen ve ağabeyimin konuşmasından yarın okula müfettişlerin geleceğini öğreniyorum. Öğretmen bu yüzden ağabeyimden beni yarın okula göndermemelerini rica ediyor. Beni beş yıl idare etmiş buna karşılık kendilerini bir günlük idare etmelerini istiyor. Ağabeyim bu isteği seve seve kabul ediyor. Tembel olan birkaç öğrencinin velilerine de aynı teklif yapılıyor. Tüm veliler aynı şekilde kabul ediyor. Hata veliler yarını beklemeden çocuklarını beraberlerinde eve götürüyorlar. Tabi ben de ağabeyimle beraber eve dönüyorum. Sınıfta sadece çalışkan öğrenciler kalmış oluyor.
Evde bu durumu öğrenen annem çok üzüldü. Hemen elimde tuttuğu gibi beni “Gülereş Baba” hazretlerinin türbesine götürdü. Annemin yanında heykel gibi duruyorum. Annem öyle acıklı dualar ediyor ki, İçim acıyor, gözlerimden yaşlar akmaya başlıyor. Ağladığımı gören annem leçeğiyle gözyaşlarımı silmeye çalışıyor. Birden sağa sola hızlıca bakıyor kimseciklerin olmadığını anlayınca hızlıca yanaklarımdan öpüp beni sıkıca kucaklıyor. Annem hayatımda ilk kez, beni öpüyordu. Dünyalar benim olmuştu. Annemin öpücüğünün hakkını vermeliydim. Karar verdim yarın mutlaka okula gitmeliydim.
Gecenin geç saatlerinde yataktan kalktım. Neredeyse hafta sonları da üzerimden çıkarmadığım önlüğümü çıkardım. Soğuk su ile yıkamaya çalıştım. Az da olsa lekeler kaybolmuştu. Belki de ıslandığı için lekeler gözükmüyordu. Ama gene de kuruması için onu kapıya astım. Az bir süre uyuduktan sonra tekrar uyandım. Gözlerime uyku girmiyordu. Gidip kontrol ettim. Neredeyse kurumuştu. Yatağımı köşesinden tutup kaldırdım. Önlüğümü güzelce yere serdim. Sonra yatağı üzerine bıraktım. Bütün ağırlığımla yatağa uzandım. Önlüğüm sabaha kadar yatağın altında jilet gibi olmalıydı.
Sabah yatakta üzerimde önlüğümü görmeyen ağabeyim şaşırmış olmasına rağmen, bunu okula gitmeyeceğime yormuş olmalı ki bana okula gitmeme konusunda son bir nasihat etmeden tarlaya gitmişti.
Uyanınca ağabeyimin evde olmamasına çok sevindim. Önlüğümü yatağımın altından çıkarıp kontrol ettim. Fena yıkamamışım o karanlıkta ancak o kadar olur. Yoğurt lekelerinin çoğu çıkmıştı. Çıkmayanlar da dağılmıştı. Sevinçle önlüğümü giyip okulun yolunu tuttum. Okula başladığım ilk gün dışında beş yıldır okula defter kalem götürmemiştim. Bugün de öyle yaptım.
Bugün benim dışımda sınıfın tembellerinden kimse gelmemişti. Bu yüzden arka sırada yalnız başına beni gören öğretmenim çılgına döndü. Öyle bir süzdü ki beni yiyecek sandım. Bereket versin daha yoklamayı bitirmeden içeriye elinde çanta olan birisi girdi. Öğretmenimiz hemen masadan kalkıp önünü ilikledi. Gelen müfettişti.
Müfettiş, sınıf defterini incelemek üzere öğretmenimizden alarak dersine devam etmesini istedi. Ve en arka sırayı seçip, boş olan Cengiz’in yerine yanıma oturdu. Öğretmenim ders anlatırken yanımdaki de ha bire ajandasına notlar alıyordu. Bugün sınıf yoklama listesinde gelmeyen öğrencilerin karne notlarını idareden aldığı listeyle karşılaştırıyordu. Tüm dersleri zayıf olan sadece bir öğrenci gelmişti. Diğerleri sınıfta yoktu. O gelen öğrencinin ismini yoklama listesinden işaret ederek sessizce vücut dili ile kim olduğunu bana sordu. Bende aynı şekilde vücut dili ile kendimi işaret ederek, o kişinin ben olduğumu ifade ettim. Bir tebessümle teşekkür etti.
Öğretmenden ara vermesini, öğrencilerle biraz ders işlemesi için kendisine izin vermesini istedi. Epey terleyen öğretmen bu isteğe çok sevindi. Hemen ayağa kalkan müfettişin yerine yani yanıma oturdu. Müfettiş kısa bir sohbetten sonra söyleyeceği sözlü cümleyi kimin tahtada yazmak istediğini sordu. Basit bir cümle olacağını düşündükleri için herkes parmak kaldırdı. Ancak, sınıfın çoğu tahtaya çıkmasına rağmen cümleyi doğru yazan çıkmadı. Öğretmenim de bir kâğıda cümleyi karaladı göz ucuyla baktım. O da yanlış yazmıştı. Parmak kaldırmamama rağmen müfettiş cümleyi yazmam için beni tahtaya çağırdı. Sınıfta öğrenciler gülmeye başladı. Öğretmen benden hızlı davrandı. Müfettişin kulağına eğilip “O konuşma özürlüsü ve geri zekâlıdır.”dedi. Sonra müfettişe döndü;
— Ben Abdurrahman’ın yerine doğrusunu yazarsam olur mu?
Müfettiş kafasıyla bu isteğini onayladı. Öğretmen kendince cümleyi doğru olarak tahtaya yazdı ama o da yanlış yazmıştı. Müfettiş, öğretmenin de yanlış yazdığını söyleyemedi. İlk kez parmak kaldırdım. Müfettiş beni tahtaya çağırdı. Bu arada yine herkes gülmeye başladı. Öğretmenin yazdığının altına aynı cümleyi yazdım. “Otobüs şoförü, yanlışlıkla yalnız bana iki kez, bisküvi verdi.” Müfettiş, cümlenin sadece benim tarafımdan doğru yazıldığını ifade ederek beni tebrik etti. Öğretmen donup kalmıştı. Sessizce gidip yerime oturdum.
İkinci derste de müfettiş yine sınıfımızdaydı. Matematikten havuz ve faiz problemleri ile ilgili çok karmaşık sorular sordu. Aynı sahneler tekrar yaşandı. İkinci kez bir daha tahtaya kalktım. Sorulan soruların çoğunu zihnimden çözerek cevap verdim sadece birkaç tanesi için tahta ve tebeşiri kullandım. Okulu teftiş etmeye gelen tüm müfettişler sınıfımıza doluşmuşlardı. Her biri kendince en zor sorusunu sorarak beni sınıyordu. Hepsini hatasız cevapladım. Bana sorulan son soruyu da cevapladıktan sonra yerime geçtim. Başkanları olduğu anlaşılan şişman ve gözlüklü olanı yanıma gelip;
— Senin adın ne? Diye bir soru sordu. Hiç tereddüt etmeden
— Ayşe.
Diye cevap verdim. Anlamamış ya da yanlış duymuş olabileceğini düşünmüş olacak ki sorusunu bir daha tekrarladı. Bir daha aynı cevabı verdim.
— Ayşeee!..
Birinci Bölüm Sonu
25.06.2008
Kızıltepe