Ayşe Apo-III.Bölüm
Zîlân
Têlî’nin yerine Zîlân’ın gönderilmesine öyle isyan ettim ki, bütün aile efradımız odanın içine doluştu. Olayı daha anlamayanlar “Ne o yoksa bakire değil mi?” sorusunu birbirlerine sormaya başlamışlardı. Beni apar topar gelin odasında dışarı çıkartılar. Herkes ardımdan merakla geliyordu. Zîlân Gelin, oda da bir başına kalmıştı. Koridorda da itirazlarımı yüksek sesle sürdürüyorum. Evin salonuna, namı diğer bizde ki ismi ile misafir ağırlama odasına geçiyoruz. Babam:
— Oğlum sen bize şeyh efendinin kızını iste dedin, istedik. Şimdi de istediğim kız bu değil diyorsun. Nerede görülmüş büyük kızı bırakıp küçük kızın verildiği? Madem küçük kızı istiyordun; ablasının evlenip gitmesini bekleyecektin.
— Hayır, baba bu kız benim istediğim kız değil. Kendisi demedi mi? Beğenmezseniz geri verin. Beğenmiyorum işteee!.. Beğenmiyorummm!..
— Oğlum! Bu domates, biber mi ki iade edeceksin olur mu öyle şey?
— Olur, bal gibi de olur. Görmek istediğimizde niye göstermedi peki? Hile yaptı, hile!
— Bu işin şakası olmaz. Bu kız hiçbir yere gitmeyecek. Bizi el âleme rezil mi etmek istiyorsun?
— İyi o zaman ben giderim! Ben giderim!
Hızla dış kapıya doğru yürüyorum. Annem paçalarımdan yakalamış “gitme” diye yalvarıyor. Ama gitmekte kararlıyım. Annem çok kararlı olduğumu görünce, gitmemem için son bir hamle daha yapıyor.
— Bu yaştan sonra baban sen mutlu olasın diye uyuşturucuya bile bulaşmayı göze alsın ve bulaşsın, sen de buna rağmen bizi yüzüstü bırakıp gideceksin ha? Hadi öyleyse durma git!
Uyuşturucu lafını duyunca beynimden vurulmuşa döndüm! Birden dünyam karardı. Düşmemek için koridorun duvarlarına tutundum, yavaşça yere çöktüm. ..
Artık Zîlân mı olsun yoksa Têlî mi hiç umurumda değildi. Annemin gözlerine baktım ama konuşamadım. Annem işi garantiye almak için konuşmasını sürdürdü:
— A benim saf oğlum sen dört yıldır oralarda okuyorsun sana beleş bir bardak çay ikram eden oldu mu? İstemeden de olsa dilimden kısacık bir kelime döküldü:
— Yok, be ana…
— O zaman nasıl inanırsın? Babanın askerlik arkadaşı bir koli gâvur parasını karşılıksız yardım gönderdiğine? Eğer o götürdüğün kaçak çay ve otlu peynir kutularında ki uyuşturucu olmasaydı, metelik bile göndermezlerdi. Metelik!
Aman Allah’ım söylenenler beni kandırmak için söylenen cinsten sözler değildi. Babam daha önce kapora olarak takke ve tespihini şeyhe bırakmıştı.
Yeni yeni anlıyordum bırakılan “takke ve tespih” değildi. Dini ve imanıydı. Demek o an karar vermişti, Şeytana uymaya!
Nasıl bir günaha/suça bulaştıklarının farkında bile değildiler. Artık, gelecek kuşaklarımız bile bunun vebalinden nasiplerini alacaklardı. Bu suçun cezası diğer suçlarınkine benzemezdi. Allah kolay kolay da affetmez ve cezasını da asla öbür dünyaya bırakmazdı. Burnumuzdan fitil fitil geleceği muhakkaktı. Belki Têlî’nin yerine Zîlân’ın gelmesi bu cezaların başladığının ilk göstergesiydi. Annem öylece donup sessiz kaldığımı görünce;
— Oğlum üzülme, onu bizim ülkemizde satmıyorlar, gâvur memleketlere götürüp satıyorlarmış. Zaten İstanbul’da bile satsalar onu zengin çocuklardan başkası da alamaz ki. Zaten onlar da yıllardır bunu satarak zengin olmuşlardır. Ya da çalıp çırpmışlardır. Yoksa alın teri ile şimdiye kadar zengin olanı gördün mü? O zıkkım alın teri ile alınacak kadar ucuz değil ki?
Herkesi boş gözlerle süzüyorum. Anlatamazdım çocukların masumiyetini ya da kimin çocukları olduklarının önemli olmadığını…
Bütün aile etrafıma toplanmış işi konu komşu duymadan sessizce kapatma derdine düşmüşlerdi. Zîlân gelin gözyaşlarına boğulmuş ve bu arada ne derece doğru olduğunu da bilmiyorum ama onu teselli etmeye çalışan ablama; “Geri gönderilmektense öldürülmeye razıyım” demiş.
Gözlerimin önünde zehirlenen binlerce çoluk/çocuk geçiyor. Kendimi suçlu görüyorum. İmam Hatip Lisesinde okuduğum onca dini kitabı hatırladıkça cezam daha da ağırlaşıyor/artıyor. Bu yükü kaldırmam imkânsız. Keşke dinden imandan, İslam’dan bihaber olsaydım. Keşke, Müslüman olmasaydım. Şimdi bütün bunlar benim için sorun teşkil etmeyecekti. Şeytanın beynime girip kurcaladığı/vesveselendirdiği hissine kapılıyorum. E`ûzü besmele okuyorum. Elimde olmadan sesim etraftakilerin de duyacağı tonda çıkıyor.
Annem İstanbul’dan getirdiğim koli ile yanıma çöküyor. Karton koliyi önüme bırakıyor. Kutu hala dövizlerle dopdoluydu. Beli ki çok az kısmı harcanmıştı.
— Memlekette Têlî’den daha güzel kızlar var. Yeter ki sen beğen gidip isteyelim. Bak burada yeterince para var. Yeter ki bizi ele güne rezil etme, kızı geri göndermekten vazgeç.
Paraların üzerindeki adam dikkatimi çekiyor. Ne kadarda Têlî’nin babasına benziyordu. Hepsi binlik banknotlar. Kenara sıkışmış bir yüzlük banknot gözüme ilişiyor. Onu alıp çekiyorum. Aman Allah’ım üzerinde Têlî’nin fotoğrafı var. Bir daha bir daha bakıyorum. Yok, bu Têlî’den başkası değildi. Küpeleri, saçları ve yüzündeki ifadesi ile tıpa tıp Têlî’nin kendisi. Resminin gâvur parasının üzerinde ne işi vardı? Yoksa ben keçileri mi kaçırıyordum? Sol elimle gözlerimi kapattım. Yüzlük banknotu rasgele diğer paraların arasına sıkıştırdım. Kimse farkında değildi ama keçileri kaçırdığımı hissetmeye başlamıştım. Tam o sırada en küçük kardeşim heyecanla içeri girdi:
— Zîlân Gelin, kapıyı üzerine kapatmış elinde de kocaman bir silah var.
— Saçmalama kız!
— Anahtar deliğinden gördüm yemin ederim…
Herkes odaya doğru fırlıyor. Kapı kilitli. Açması için çok yalvarıyorlar/dil döküyorlar ama nafile, kapıyı açmadığı gibi cevapta vermiyor. Son çare olarak herkes kapıya yükleniyor. Kapı zaten portatif dandik bir şey, kilidi bu yüke dayanamıyor ve ardına kadar açılıyor. Kapı açılmasına açılıyor ama kimse de içeriye girmeye cesaret edemiyor.
Seslerin birden bıçak gibi kesilmesi, üzerimde soğuk duş etkisi yaptı. Yoksa kız intihar mı etmişti? Önümdeki para kartonunu alıp odaya doğru fırlıyorum. Herkes ardına kadar açık kapının önünde taş kesilmiş gibi, içeriye gözlerini dikmiş öylece/sessizce bekliyorlar. İçeriyi görecek şekilde iyice kapıya yaklaşıyorum.
Zîlân, gelin karyolada oturmuş, öne doğru eğilmişti. Giymeye çalıştığı ayakkabı bağcıklarını bağlamakla meşguldü.
Sol tarafında çeyizliğinde çıkardığı ve fermuarı açık olan bir çanta duruyordu. Sağında da bu çantadan çıktığı beli olan ve namlusu kapıya doğrultmuş uzun namlulu bir silah duruyordu. Üzerine yeni kıyafetler giymiş saçlarını da arkada toplamıştı. Şeyhin o çarşaflı kızına hiç benzemiyordu. Kendinden emin, azimli ve kararlı gözüküyordu. Giydiği gri renkli spor ayakkabının bağcıklarını bağladıktan sonra başını kaldırabildi. Hiç konuşmadan hepimizi tek tek süzdü. Tam küçük sırt çantasının fermuarını kapatmak üzereyken içeriye daldım. Elimdeki kartonu olduğu gibi çantasının içine boşalttım.
— Bunlar senin hakkın.
Yüzlük banknot nasıl olduysa en üste kaldı. Gözüm yine küpeli kıza takıldı. Kolyesi tam gözükmüyordu. Ama keşke kolyesi de gözükseydi ona verdiğim kolye olduğundan şüphem yoktu. Zîlân o yüzlük banknotu çantadan aldı. Sağ ve solundaki boşlukları yırtıp/kesip yere attı. Elinde sadece küpeli kız kaldı. Onu kalbinin üzerindeki sol gömlek cebine koydu.
Çantayı sol omzuna silahı sağ omzuna attı. Hiç konuşmadan aramızdan süzüldü, annemin önünde durdu ellerinden öptü. Ve ardına bakmadan dış kapıya doğru yürüdü. Herkes donup kalmıştı. Kimse ona tek bir soru bile sormaya cesaret edememişti. Bahçe kapısından tam çıkarken koşup ardından yetiştim. Hava kararmış. Sokak lambaları ışımaya başlamıştı. Dolunay yeni yeni Sümbül Dağı’nın ardından sıyrılmış birkaç karış ancak yükselmişti. Kocaman olmasına rağmen daha etrafı aydınlatmıyordu. Sararmış soluk bir yüzü vardı. Etrafı aydınlatması için daha da yükselmesi dağdan epeyce uzaklaşması özgürleşmesi gerekiyordu. Ama şimdilik hüzünlü bir hali vardı.
— Zîlân, gitme desem kalır mısın?
Dönüp baktı. Ağlıyordu. Gözyaşlarını sildi. Gömleğin cebinden kestiği küpeli kızın resmini bana uzattı. Uzatılan resmi aldım. Demek keçileri kaçırmamıştım. Buna az da olsa sevinmiştim. Ben sokak lambasının altında resme bakarken, o karanlıkta sokağın rampasında Berçelan`a doğru epey yol kat etmişti. Sokakta öyle bir başıma kalakalmıştım. İçeri girmek içimden gelmiyordu. Uyuşturucu intikamını acımasızca almaya başlamıştı bile. Her türlü cezaya/belaya razıydım. Kendimi cezalandırmak için aşağıya/Depin’e doğru yürümeye başladım.
Bu şehri terk ediyordum…
***
Têlî’nin oturduğu sıra ve masayı görmek için sınıfın kapısına biraz daha yaklaşıyorum. Evet, işte kapıya en yakın masanın sağ üst köşesinde bıçakla kazınmış, bir kalp ve onu delen bir ok. Kalbin ortasında da kabartma şeklinde ve birbirlerinden nokta ile ayrılmış iki büyük harf. T.C.
O yazıyı yaklaşık çeyrek asır önce 6.sınıf öğrencisi iken Têlî’nin masasına tırnak makası çakısıyla kazımıştım. Bunu benim yaptığımı bilen sınıf arkadaşlarım ve kimi öğretmenler o küçük yaşıma rağmen anlamını dahi bilmediğim sıfatlarla beni suçlamışlardı. Oysa ben sadece Têlî’ye olan aşkımı ifade etmek için o kalbin içine T.C harflerini kazımıştım. Ama herkes onu Türkiye Cumhuriyeti diye okuyordu, o da fena değildi. Ama asıl amacım Têlî ve Cengiz’in baş harfleriydi. Beni tek doğru anlayan Mardin Midyatlı Hüseyin arkadaşımdı. Durumumu Telkari sanatı ile uğraşan Hıristiyan/Süryani birine anlatmış. Adamcağız hem çok etkilenmiş hem de yeni bir ürün için ilham kaynağı olduğum için oturmuş göz nuru dökmüş, masaya kazıdığımın aynısını hata daha güzelini, iki gümüş kolye yapmış Hüseyin’le bana göndermişti. Sömestri tatili dönüşünde bu kolyeler bana verilince hayatımda aldığım en güzel hediyeleri tanımadığım Süryani birinden almış oldum. Hüseyin şakacı biriydi.
— Bak bunların arkasında “Midyat 950” yazıyor, yani sahte değil hakki ki Telkari işlemeciliği tezgâhından çıkmıştır.
— Ya tenekeden bile yapılmış olsa benim için çok değerlidir. Adamcağız düşünüp yapmış ya sen ona bak.
— Ne tenekesi ya inancın olsun adam altından yapacaktı ama siz Müslümanlar altın takmıyorsunuz diye gümüşten yaptı.
Diyerek bir kahkaha patlattı…
Hala hatırladıkça gülümsüyorum. İki kolyeden birini doğum gününde Têlî’ye hediye etmiştim, diğeri hala bende duruyor. Ama gözlerim 6/A sınıfındaki o masaya odaklanmış bir türlü ayırıp da yürüyemiyorum. Bunlar hala okuduğumuz sıra ve masalardı. Bu doğuda eğitime verilen önemi çok iyi gösteriyordu. Yarım asırda yeni bir sıra masa verilmediği gibi yerleri bile değişmemişti. Sınıfın kapısında ne kadar durduğumu bilmiyorum. Ama derinden sesler duymaya başlamıştım.
— Hey duymuyor musun? Sana söylüyorum. Burada sınav yapılıyor kapıda bekleme.
Hala yerimde duruyorum, Ta ki biri kolumdan tutuncaya kadar.
— Sapık mısın ne? Ne öyle durmuş saatlerce bize bakıyorsun?
— Pardon dalmışım ama inan sizi görmemiştim.
— Neee? Bir de görmemişmiş. Bir saattir kimi süzüyordun sapık!
Al başına belayı, kadın çıldıracak gibi. İlk kez bayan öğretmene bakıyorum. Hakikatten körmüşüm, nasıl da görmemişim onu? Melekler gibi bembeyaz giyinmişti. Giydikleri o kadar inceydi ki iç çamaşırları bile uzaktan seçilebiliyordu. Gerçekten de onu görmemek büyük bir haksızlık hatta suç sayılmalıydı. Kör olası gözlerim, İşte onu görmeyerek bu büyük suçu işlemişti. Gel de şimdi ayıkla pirincin taşını. Kadın neredeyse bana söylemediği laf bırakmamıştı. Öyle ki koridorun sonundaki görevli de bize doğru gelmeye başlamıştı. Kadın adeta sinir krizi geçiriyordu. Gözlerine baktım. Sadece onun duyacağı yumuşak bir ses tonuyla konuştum.
— Öğretmen Hanım, suç benim mi? Siz de bu kadar güzel olmasaydınız.
Bu sözden sonra aniden fırtına dindi, gök gürlemesi kesildi. Mevsim kıştan bahara döndü. Öğretmen hanımın yüzünde çiçekler açmaya başladı. Diğer görevli de yanımıza yaklaştı. “Neler oluyor?” der gibi ikimize baktı. Öğretmen hanım bana gülümseyerek:
— Burada çok beklediniz artık gitseniz.
Kadın fikrini değiştirmeden ve içimden derin bir oh çekerek hızlıca uzaklaşmaya başladım. Salon görevlisi sorusunu tekrarlamış olacak ki sevinçle ve gayri ihtiyari yüksek sesle cevap verdi:
— Süper! Süper bir şey, Anlatamam…
Dışarı çıkarken okul bahçesi de epey kalabalıklaşmış öğrenciler yavaş yavaş dışarı çıkmaya başlamışlardı. Dışarıda yakıcı bir güneş vardı. Hakkâri’de ilk kez terlemiştim. Bununla beraber iyice susadığımı da fark ettim. Su almak için, etrafa göz gezdirdim. Yakınlarda açık büfe, market tipi bir şey gözükmüyordu. Ama şans, ilk kez bana gülmüştü. Kapı girişinde 35–40 yaşlarında bir kadın su satıyordu. Elimde sınav giriş kartım ile kadına doğru ilerledim. Hareketleri konuşmaları bana hiç yabancı gelmiyordu. Kendisini daha uzun süre gözlemlemek ve hafızamı tazelemek için, bozdurulması uzun zaman alacak kâğıt paralarından birini uzatıp tezgâhtan bir su alıyorum. Kadını izlerken yüreğimde fırtınalar kopmuş gözlerim dolu dolu olmuştu. Suyu kafama dikerken kadın parayı bozmakla uğraşıyordu. Ama bu durumum da kadının gözünden kaçmamış olacak ki, para üstünü iade ederken konuşmaya başladı.
— Kocaman adamsın sınavın kötü gitmiş diye neredeyse ağlayacaksın.
Yüzümü ters yöne çevirip şişenin dibinde kalan suyla yüzümü yıkamaya çalıştım. Kadın cin gibiydi.
— Sınavın kötü gitti diye, adama ağlamak yakışmaz. Bak oğlum da sınavda, birazdan o da çıkar gelir.
— İlk kez mi giriyor?
— Yok, bu yıl dördüncü girişi.
O an okuldan ÖSYM yetkilileri dışarı çıkıyorlar. Okul Müdürü bahçedeki 4x4 siyah arabanın yanına kadar gelip onları uğurluyor. Kadının, bakışları arabanın üzerine adeta kilitlenmiş gibiydi, ben de arabaya dikkat kesiliyorum. Araba kapıdan geçerken aniden yanımızda duruveriyor. Şoförün yayındaki adam su istiyor. Kadın onlara karşı tepkisiz cevap bile vermiyor. Yardımcı olmak için koliden iki şişe su alıp camdan uzatıyorum. Adam parayı çıkarmaya çalışırken yakasında ki ÖSYM görev kartında ki Prof. Dr.’un soyadı zihnimde şimşeklerin çakmasına neden oluyor. Soyadı Têlîlerin ki ile aynıydı. Adam, camdan beş TL uzatıp üstünü beklemeden ana caddeden hızla uzaklaşıyor. Parayı kadına uzatıyorum. Kadın parayı, arabanın ardında oluşan rüzgâr akıntısına bırakıyor. Para rüzgâra karışarak arabayı takip ediyor. Şaşırıp kalıyorum. Sebebini sormak için gözlerine bakıyorum. Ama her hangi bir cevap vermiyor. Onu konuşturmak için konuyu baştan alıyorum.
— Dört yılda insan bir fakülte bitirir. Keşke oğlunuzu bir dershaneye gönderme imkânınız olsaydı.
Kadın, bir öğrenciye su uzatırken bana da cevap veriyor.
— Dört yıldır zaten dershaneye gönderiyorum. Şu kenarda bekleyen insanları görüyor musun?
Hepsinin çocukları 4–5 yıldır dershaneye gidiyor.
Gösterdiği insanlara bakıyorum. Giyimlerinden köylü oldukları apaçık beli oluyordu. Dershane parasını denkleştirmek için ne zorluklar çektiklerini düşünüyorum.
— Bunca zaman ve emeğe yazık değil mi? Madem kazanamıyorlar bu sevdadan vazgeçsinler. Her şey üniversite okumaktan ibaret değil ki. Başka bir işe yönelsinler.
Kadın, ilk kez gözlerimin içine bakarak konuştu.
— Biz Üniversite kazansınlar diye dershaneye göndermiyoruz ki?
— Anlamadım?
— Biz sınavı kazanamayacaklarını biliyoruz ve Üniversite kazansınlar diye de dershaneye göndermiyoruz?
— Yaaa? O zaman ne diye bunca emek ve masraf?
— Dağa gitmesinler diye Dershaneye gönderiyoruz.
— Anlamadım?
— Burada yaşamadığın için zaten anlayamazsın. Eğer burada yaşasaydın, hatta yaşamayı boş ver sadece Newroz haftası burada olsaydın neden yüzlerce gencin yeniden, dağlara gittiğini ve bizim ruh halimizi çok daha iyi anlardın. Hele benim gibi tek çocuğun olsaydı, değil dört-beş yıl, onu yaşatmak için bir ömür boyu dershaneye göndermeye razı olurdun.
Bu durumu öğrendikten sonra işaret ettiği insanlara bakıyorum. Çoğunun çocuğu sınavdan üzgün ve ümitsiz çıkmasına rağmen anne babaların yüzleri gülüyor. Bu manzaraları kaçırmamam gerekiyor. Şimdiye kadar gizlediğim sarı basın kartımı boynuma asıp arabadan kameramı alıyorum. Arka planda Sümbül Dağı gözükecek şekilde çekim yapmaya başlıyorum.
Kısa bir süre sonra kadının oğlu koşarak annesinin boynuna sarılıyor.
— Anne dayımı gördün mü? ÖYSM sorumlusuydu.
— Gördüm ama beni tanımadı ya da tanımamazlıktan geldi.
Çocuğun annesine sarılması doğuda kolay kolay görülecek bir sahne/davranış değildi. Bir çocuk annesi ile bu kadar nasıl samimi olabiliyordu. İyi ki kamarayı onlara doğru çevirmiş bu sahneyi kayda almıştım. Demek sınavı çok iyi geçmiş olmalı. Annesi acele acele çocuktan cevap anahtarını istiyor. Çocuk sınav evrak zarfının üzerine kodladığı cevaplarını annesine uzatıyor. Annesi cebinden başka bir cevap anahtarı çıkarıp karşılaştırıyor. Hayret tek bir şık bile çakışmıyor. Kadın buna rağmen gülümsüyor:
— Üzülme seneye bir daha denersin. Senin şu “Su Satma” kehanetinde tutmadı.
— Anne nasıl bir tane bile doğru çıkmaz hepsini çözerek cevaplandırdım. Bir yanlışlık olmalı
Kamera çekimine devam ederek yanlarına yaklaşıyorum. Kadının elindeki cevap anahtarı benim cevap anahtarımın aynısı. Her kimden aldıysa benim cevap anahtarım. Çocuğun buna göre hiç doğrusu çıkmaması aslında çocuğun çok az hata yaptığının göstergesiydi. Ama annesi bunu bilmiyordu. Çocuk o kadar üzüldü ki çöktüğü bahçe duvarından bir türlü kalkmıyordu. Yanlarına yaklaştım elimi omzuna koydum:
— O kadar üzülme sınav her şey değildir. Hele dünyanın sonu hiç değildir.
— Ama bu sefer kazanacağımdan çok umutluydum.
— Kazansaydın nereyi tercih edecektin ki?
— Tabi ki annemin kapısından, geri çevrildiği Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni,
— Ver bakalım şu cevap anahtarını
Cevap anahtarını inceliyorum benim ki ile tek bir tanesi bile çakışmıyor. Çocuk haklı sınavı çok güzel geçmiş. Annesini de çaktırmadan iyice süzüyorum evet bu Têlî’nin ta kendisi. Ama çocuğun yaşı itibari ile onun oğlu olması imkânsızdı. Cevap anahtarını iyice inceledikten sonra çocuğa döndüm.
— Hayırlı olsun doktor bey istediğiniz yeri kazanmışsınız.
Çocuk ve annesi şaşkın şaşkın yüzüme bakmaya başladılar.
— Ne o? Niye o kadar şaşırdınız? İki saat sonra televizyon soru ve cevapları verdiğinde doğru söylediğimi görecek, bana hak vereceksiniz.
— Şaka yapmıyorsunuz değil mi?
— Ben gazeteciyim, bildiğim bir şey var ki söylüyorum. Sizin bilmediklerinizi bilir, fark etmediklerinizi fark ederim.
— İyi o zaman akşama kadar Hakkâri’de kalın da doğru söyleyip söylemediğinizi hep beraber görelim.
— Ama benim sınav ile ilgili gazeteye haber göndermem gerekir.
— Git bir internet cafede haberini yaz/gönder. Bu akşam bizim mahallede dağdan inenlerin düğünü var. Gel seyret belki onu da haber yaparsın. Sınav dolayısı ile dün akşamdan beri çalgı yasaktı. Sınav bittiği için şimdi başlamışlardır bile. Çok ilginç bir düğün buraya kadar gelmişken kaçırmamanızı tavsiye ederim.
“Dağdan İnenlerin Düğünü” çok ilginç olmalı mutlaka görmeliydim. Akşama kalmaya karar veriyorum. Kadın tezgâhını toplayıp alelacele eve giderken, biz de haberi gazeteye yetiştirmek için çocukla beraber en yakın fotoğraf stüdyosu ve internet kafeye gitmeye karar veriyoruz. Çocuk:
— Annemi boşuna su satması için ikna etmedim, rüyamın gerçekleşeceğini biliyordum. Teşekkürler Zîlân Teyze. Mezarına/Ziyaretine geleceğim…
Üçüncü Bölüm Sonu
04.10.2008
Kızıltepe