Akşamın geç saatlerinde kapıları aralıksız üst
üste vuruldu, yumruklandı. Açılan kapıdan komşuları Mor Avedis içeri girdi. Çok heyecanlı ve o kadar da telaşlı olduğu,
lambanın ışık vermeyen isli camın karanlığına rağmen hal ve hareketlerinden
apaçık beli oluyordu.
Oturur oturmaz kurduğu ilk cümle heyecanın
sebebine ve o denli haklılığına açıklık da getirmişti. Çok hastaymış, günlerdir
ölüm ve ölüme dair çok kötü rüyalar görüyormuş. Eceli, her an yanı başında
hissediyormuş. Bu yüzden dışarıdaki çocuk ve akrabalarını son bir kez daha
görmek arzusuyla, onları çok acil olarak köye davet eden bir mektup yazmış.
Gece gece bu ani ziyaretinin sebebi de bu mektubu tez elden kasabadaki
Kuyumcuya götürecek kimsesi olmamasından kaynaklanıyormuş.
Yavuz efendi, konuyu anlayınca; komşusuna bunu
dert etmemesini söyleyerek mektubu kasabaya götürmek için sabah namazında iki
çocuğunu yola çıkaracağına dair söz verince Mor Avedis Efendi, derin bir oh
çekti ve biraz sakinleşti. Geldiği gibi aynı heyecanla Süryanice dualar ederek
tekrar gecenin karanlığında sokakta yavaş yavaş ilerledi ve gitgide silueti karanlıkta
eriyerek kayboldu…
***
Yavuz’un çocukları kasabaya erkenden varmak için
sabah namazını müteakiben zarfı aldıkları gibi yola koyuldular. Kestirme olduğu
için dağdaki patika yolunu seçtiler. İkiz kardeşler Selim ve Sinan oynaya
oynaya kasabaya doğru ilerlediler.
Sinan’ın zarfı açma isteğine karşı Selim zarfı
açmanın “Emanete Hıyanettir.” diretmesine
rağmen. Sinan kasabadaki kuyumcuya verilmek üzere kendilerine verilen Mor
Avedis efendinin mektubuna zarar vermeden okumak için zarfı açmaya çalıştı ve
sonunda şeytana uyarak da olsa açtı. Yazı Süryaniceydi. Selim:
-Sen daha Elifbayı bitirmedin, Süryaniceden ne
anlayacaksın ki? Sinan kardeşine gülümsedi.
-Belki Elifbayı daha bitirmedim ama kilise dilini
az çok okuyup yazabiliyorum. Babamdan gizlice kiliseye gidiyorum.
Bu söz karşısında Selim şaşırıp kaldı. Öfkeyle
bağırdı:
- Emanete hıyanet etmeyi de oradan mı öğrendin?
Sinan sessizce okuduğu mektuptan dolayı bu
azarları işitmedi bile. Ancak, yüzü sevinçle parladı.
-Dur hele, aboo bu Avedis emi neler yazmış neler!
-Okuma kapat günahtır?
Sinan mektubu hızlıca okuyup bitirdi. Çizilen
haritayı anlamak ve çözmek için yüzünü kıbleye çevirdi. Sol elini uzattı.
Parmaklarının nereyi işaret ettiğini tahmin etmeye çalıştı. Beyninde şimşekler
çaktı.
- Eveeet! Hazine bizim ahırın altında! Selim,
Sinan’ın ne kast ettiğini anlayamayınca sordu.
- Ne hazinesi, Ne ahırı?...
- Mor Avedis, bizim ahırın altına, altınla dolu
yüzlerce küp saklamış. Bak çizdiği harita da bizim ahırı gösteriyor. Gelip
altınları ve onu almaları için çetelere mektup yazmış, akrabası filan hikâye
Allah’ın gâvuru babamı ve bizleri kandırdı, yalan söyledi! Yalan..”
- Demek ki, ahırımızdaki cinlerin varlığı da onun
düşüncesi ve uydurmasıydı!
-Mutlaka, bu gece o altınlara ulaşmanın bir yolunu
bulmalıyız?
İki kardeş ilerledikleri dar patikadaki bir
kayalığın üzerine çökerlerken, Sinan hemen geri dönmeleri gerektiğinden ısrar
ederken Selim, emaneti yerine ulaştırmadan geriye doğru tek bir adım atmamakta
diretince iki kardeş tekrar kasabaya doğru yola koyuldular.
Zarfı kuyumcu Amcaya uzattılar, kuyumcu zarfı açıp
okuyunca gözleri sevinçten parladı. Mor Avedis’e mektubu aldığına dair kısa bir
not yazıp onlara geri verdi, daha sonra çocuklara birer elma şekeri alıp onları
geldikleri yoldan köye gerisin geri yolcu etti.
Çocuklar patika yoldan uçarcasına ilerliyorlardı.
Selim, Sinan’a yetişmekte zorlanıyordu. Sürekli koştuğu için nefes nefese
kalmıştı. Sinan geceleyin altınları nasıl çıkaracağını düşünerek yürüyordu. Bu
onun ne kadar yürüdüğü ya da yorulduğu hissini ona unutturuyordu. Bunun
farkında değildi…
Köye yaklaştıklarında köyden silah ve bağrışma
seslerini duymaya başladılar. Uzaktan gördükleri manzaraya bir an inanamadılar.
Büyükçe bir kayalığın arkasına sığınarak olanları izlemeye başladılar. Köyün
her noktasında dumanlar yükselmeye devam ediyordu. Köydeki bütün canlılar,
hayvanlar dâhil köy meydanında toplatılmıştı. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar
ağlayıp bağırıyorlardı. Atlı süvariler sürekli etraflarında devriye geziyordu.
Etleri yenilmeyen kedi ve köpekler kalabalıktan uzaklaştırıldıktan sonra birer
birer kurşuna dizdirildiler. Bu manzara karşısında Selim irkildi. Sinan ise yüzükoyun
uzandıkları kayalıkların içinden bir yılan gibi sürünerek daha iyi görmek için
ilerliyor ilerliyor görüş açısını artırmaya çabalıyordu.
Köyün içinde tek canlı kalmadığına dair kendisine
rapor edilince, bindiği attan ve giyiminden de komutan olduğu belli olan süvari
konuşmaya başladı.
- İçinizde Müslüman olan var mı? Diye yüksek sesle
bağırdı.
Köydeki tek Müslüman aile Selim ve Sinanların
ailesiydi. Ancak, o güne kadar gayrimüslim komşularıyla aralarında en ufak bir
problem çıkmamıştı. Bilakis Müslüman akrabalarıyla kan davalı oldukları için bu
gayri Müslim köye sığınmışlardı. Ve yıllardır huzur içinde yaşadıkları gibi
birbirlerini de çok seviyorlardı. Zaten Yavuz Efendi, çocuklarını sabahın
köründe yola çıkarmasının altında bu karşılıklı sevgi ve saygı yatıyordu.
Komutan sorusunu ikinci kez tekrarladı.
- İçinizde Müslüman olan var mı?
Bu soru karşısında bütün gözler Yavuz’a
çevrilmişti. Yavuz, Müslüman olduğunu
ifade etmek için, ne öne doğru adım attı, ne de konuştu. Az önce kedi ve
köpeklerini kurşuna dizen, evlerini yakanlarla dindaş olmaktan utanıyor muydu
ne? Sustukça sustu… Kumandan kalabalıktan bir cevap alamayınca konuşmasını
sürdü.
- Fermanınız imzalanmış, Müslümanlar ve “Kelime-i
Şahadet” getirecekler kenara çekilsin! Diğerleri kurşuna dizilecekler!..
Çocuklar Anne ve babalarının yerlerinden milim
kıpırdamadığını hayretler içinde izlediler. Komşuları Mor Avedis, ağır ağır öne
doğru bir kaç adım attı.
- Beni öldürmeyin! Ben Müslüman olmak istiyorum.
Dedi
Komutan gururla bağırdı.
- İyi o zaman Kelime-i şahadet getir!
Yaşlı adam bir sağına bir soluna baktı. Bugüne
kadar kendisine o sihirli kelimeyi öğretemeyen Müslüman komşusunu suçlarcasına
derince baktı. Komutanın ikinci uyarısı üzerine:
- Ben bilmiyorum siz söyleyin ben de tekrar
edeceğim. Dedi
Komutan biraz düşündükten sonra yüksek sesle
bağırdı
- Ben nerden bileyim Allah’ın Gâvuru?
Der demez elindeki MP1 tüfeğin tetiğine de bastı.
Diğer askerlerde mesajı almışçasına kalabalığa doğru ateş etmeye başladılar.
İnsanlar biçilmiş ekin gibi oldukları yere “qefl
qefl” yığıldılar. İki çocuk yavaşça ayağa kalkıp sırtlarını köye verip var
güçleriyle tam koşacakları sırada karşılarında ellerinde silahlı beş askerle
yüz yüze, göz göze gelince dilleri tutuldu…
-Ne tirsin Em revoke ni (Korkmayın biz firar
edenleriz)
Birinci Bölümün sonu
Mahmut Semen
Kızıltepe
31/12/2010