Selim u Sinan-I

Selim u Sinan-I
Cennet Tapusu Katliamı24.04.2015 11:59

 

Akşamın geç saatlerinde kapıları aralıksız üst üste vuruldu, yumruklandı. Açılan kapıdan komşuları Mor Avedis içeri girdi. Çok heyecanlı ve o kadar da telaşlı olduğu, lambanın ışık vermeyen isli camın karanlığına rağmen hal ve hareketlerinden apaçık beli oluyordu.

 

Oturur oturmaz kurduğu ilk cümle heyecanın sebebine ve o denli haklılığına açıklık da getirmişti. Çok hastaymış, günlerdir ölüm ve ölüme dair çok kötü rüyalar görüyormuş. Eceli, her an yanı başında hissediyormuş. Bu yüzden dışarıdaki çocuk ve akrabalarını son bir kez daha görmek arzusuyla, onları çok acil olarak köye davet eden bir mektup yazmış. Gece gece bu ani ziyaretinin sebebi de bu mektubu tez elden kasabadaki Kuyumcuya götürecek kimsesi olmamasından kaynaklanıyormuş.

 

Yavuz efendi, konuyu anlayınca; komşusuna bunu dert etmemesini söyleyerek mektubu kasabaya götürmek için sabah namazında iki çocuğunu yola çıkaracağına dair söz verince Mor Avedis Efendi, derin bir oh çekti ve biraz sakinleşti. Geldiği gibi aynı heyecanla Süryanice dualar ederek tekrar gecenin karanlığında sokakta yavaş yavaş ilerledi ve gitgide silueti karanlıkta eriyerek kayboldu…

 

***

 

Yavuz’un çocukları kasabaya erkenden varmak için sabah namazını müteakiben zarfı aldıkları gibi yola koyuldular. Kestirme olduğu için dağdaki patika yolunu seçtiler. İkiz kardeşler Selim ve Sinan oynaya oynaya kasabaya doğru ilerlediler.

 

Sinan’ın zarfı açma isteğine karşı Selim zarfı açmanın “Emanete Hıyanettir.”  diretmesine rağmen. Sinan kasabadaki kuyumcuya verilmek üzere kendilerine verilen Mor Avedis efendinin mektubuna zarar vermeden okumak için zarfı açmaya çalıştı ve sonunda şeytana uyarak da olsa açtı. Yazı Süryaniceydi. Selim:

 

-Sen daha Elifbayı bitirmedin, Süryaniceden ne anlayacaksın ki? Sinan kardeşine gülümsedi.

 

-Belki Elifbayı daha bitirmedim ama kilise dilini az çok okuyup yazabiliyorum. Babamdan gizlice kiliseye gidiyorum.

 

Bu söz karşısında Selim şaşırıp kaldı. Öfkeyle bağırdı:

- Emanete hıyanet etmeyi de oradan mı öğrendin?

 

Sinan sessizce okuduğu mektuptan dolayı bu azarları işitmedi bile. Ancak, yüzü sevinçle parladı.

 

-Dur hele, aboo bu Avedis emi neler yazmış neler!

-Okuma kapat günahtır?

 

Sinan mektubu hızlıca okuyup bitirdi. Çizilen haritayı anlamak ve çözmek için yüzünü kıbleye çevirdi. Sol elini uzattı. Parmaklarının nereyi işaret ettiğini tahmin etmeye çalıştı. Beyninde şimşekler çaktı.

 

- Eveeet! Hazine bizim ahırın altında! Selim, Sinan’ın ne kast ettiğini anlayamayınca sordu.

 

- Ne hazinesi, Ne ahırı?...

 

- Mor Avedis, bizim ahırın altına, altınla dolu yüzlerce küp saklamış. Bak çizdiği harita da bizim ahırı gösteriyor. Gelip altınları ve onu almaları için çetelere mektup yazmış, akrabası filan hikâye Allah’ın gâvuru babamı ve bizleri kandırdı, yalan söyledi! Yalan..”

 

- Demek ki, ahırımızdaki cinlerin varlığı da onun düşüncesi ve uydurmasıydı!

 

-Mutlaka, bu gece o altınlara ulaşmanın bir yolunu bulmalıyız?

 

İki kardeş ilerledikleri dar patikadaki bir kayalığın üzerine çökerlerken, Sinan hemen geri dönmeleri gerektiğinden ısrar ederken Selim, emaneti yerine ulaştırmadan geriye doğru tek bir adım atmamakta diretince iki kardeş tekrar kasabaya doğru yola koyuldular.

 

Zarfı kuyumcu Amcaya uzattılar, kuyumcu zarfı açıp okuyunca gözleri sevinçten parladı. Mor Avedis’e mektubu aldığına dair kısa bir not yazıp onlara geri verdi, daha sonra çocuklara birer elma şekeri alıp onları geldikleri yoldan köye gerisin geri yolcu etti.

 

Çocuklar patika yoldan uçarcasına ilerliyorlardı. Selim, Sinan’a yetişmekte zorlanıyordu. Sürekli koştuğu için nefes nefese kalmıştı. Sinan geceleyin altınları nasıl çıkaracağını düşünerek yürüyordu. Bu onun ne kadar yürüdüğü ya da yorulduğu hissini ona unutturuyordu. Bunun farkında değildi…

 

Köye yaklaştıklarında köyden silah ve bağrışma seslerini duymaya başladılar. Uzaktan gördükleri manzaraya bir an inanamadılar. Büyükçe bir kayalığın arkasına sığınarak olanları izlemeye başladılar. Köyün her noktasında dumanlar yükselmeye devam ediyordu. Köydeki bütün canlılar, hayvanlar dâhil köy meydanında toplatılmıştı. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ağlayıp bağırıyorlardı. Atlı süvariler sürekli etraflarında devriye geziyordu. Etleri yenilmeyen kedi ve köpekler kalabalıktan uzaklaştırıldıktan sonra birer birer kurşuna dizdirildiler. Bu manzara karşısında Selim irkildi. Sinan ise yüzükoyun uzandıkları kayalıkların içinden bir yılan gibi sürünerek daha iyi görmek için ilerliyor ilerliyor görüş açısını artırmaya çabalıyordu.

 

Köyün içinde tek canlı kalmadığına dair kendisine rapor edilince, bindiği attan ve giyiminden de komutan olduğu belli olan süvari konuşmaya başladı.

 

- İçinizde Müslüman olan var mı? Diye yüksek sesle bağırdı.

 

Köydeki tek Müslüman aile Selim ve Sinanların ailesiydi. Ancak, o güne kadar gayrimüslim komşularıyla aralarında en ufak bir problem çıkmamıştı. Bilakis Müslüman akrabalarıyla kan davalı oldukları için bu gayri Müslim köye sığınmışlardı. Ve yıllardır huzur içinde yaşadıkları gibi birbirlerini de çok seviyorlardı. Zaten Yavuz Efendi, çocuklarını sabahın köründe yola çıkarmasının altında bu karşılıklı sevgi ve saygı yatıyordu. Komutan sorusunu ikinci kez tekrarladı.

 

- İçinizde Müslüman olan var mı?

 

Bu soru karşısında bütün gözler Yavuz’a çevrilmişti.  Yavuz, Müslüman olduğunu ifade etmek için, ne öne doğru adım attı, ne de konuştu. Az önce kedi ve köpeklerini kurşuna dizen, evlerini yakanlarla dindaş olmaktan utanıyor muydu ne? Sustukça sustu… Kumandan kalabalıktan bir cevap alamayınca konuşmasını sürdü.

 

- Fermanınız imzalanmış, Müslümanlar ve “Kelime-i Şahadet” getirecekler kenara çekilsin! Diğerleri kurşuna dizilecekler!..

 

Çocuklar Anne ve babalarının yerlerinden milim kıpırdamadığını hayretler içinde izlediler. Komşuları Mor Avedis, ağır ağır öne doğru bir kaç adım attı.

 

- Beni öldürmeyin! Ben Müslüman olmak istiyorum. Dedi

 

Komutan gururla bağırdı.

- İyi o zaman Kelime-i şahadet getir!

 

Yaşlı adam bir sağına bir soluna baktı. Bugüne kadar kendisine o sihirli kelimeyi öğretemeyen Müslüman komşusunu suçlarcasına derince baktı. Komutanın ikinci uyarısı üzerine:

 

- Ben bilmiyorum siz söyleyin ben de tekrar edeceğim. Dedi

 

Komutan biraz düşündükten sonra yüksek sesle bağırdı

- Ben nerden bileyim Allah’ın Gâvuru?

 

Der demez elindeki MP1 tüfeğin tetiğine de bastı. Diğer askerlerde mesajı almışçasına kalabalığa doğru ateş etmeye başladılar.

 

İnsanlar biçilmiş ekin gibi oldukları yere “qefl qefl” yığıldılar. İki çocuk yavaşça ayağa kalkıp sırtlarını köye verip var güçleriyle tam koşacakları sırada karşılarında ellerinde silahlı beş askerle yüz yüze, göz göze gelince dilleri tutuldu…

 

-Ne tirsin Em revoke ni (Korkmayın biz firar edenleriz)

 

Birinci Bölümün sonu

 

Mahmut Semen

Kızıltepe

31/12/2010

Diğer Hikaye haberleri

  • PAYLAŞ

YORUM EKLE

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz. Üye Girişi yapın veya Kayıt olun.