Sıra Dayağı
Yeni bir yüzyılın başlangıcında, İl merkezimizin en güzel ve popüler İlköğretim okulunda göreve başlıyorum. Sınıf öğretmeni normu dolu olduğu için, okulun seçmeli olan bilgisayar derslerine giriyorum. 08.08.2012 07:19
Sıra Dayağı
Yeni bir yüzyılın başlangıcında, İl merkezimizin en güzel ve popüler İlköğretim okulunda göreve başlıyorum. Sınıf öğretmeni normu dolu olduğu için, okulun seçmeli olan bilgisayar derslerine giriyorum.
Birinci sınıfları bilgisayar laboratuarına götürdüğümde öğrencilerin çoğunun iyi derece de okuma yazma bildiklerini görünce bayağı şaşırıyorum. Hele maviş bir kız öğrencinin Bilgisayardaki denetim masasını karıştırdığı görünce gözlerime inanamıyorum. Kendi kendime, “İşte bir bilgisayar kurdu daha.” Yanına yaklaşıyor. Uyarmak için hafifçe kulağından tutuyorum.
Sabah ilk dersten çıkarken, bir veli okul kantininde benimle görüşmek için bekliyor. Kantine uğruyorum. Kendisini Başsavcının eşi olarak tanıttıktan sonra öğreniyorum ki, kulağını çektiğim mavişin annesiymiş. Kızının kulağını çeken öğretmenle tanışmak istemiş. Böylece mavişin annesiyle de tanışmış oluyorum. Kızına özel ilgi istiyor. Kulak çekme bahane
Sınıflardaki öğrencilerin çoğunluğu mevki ve makam sahibi kişilerin çocuklarıydı. Bu yüzden öğrenciler çok şımarık olmalarına rağmen, babaları ve annelerinin makam ve mevkileri oranında da özel ilgi ve alaka bekliyorlardı. Arka sokaklardan gelen ya da babasının makam ve mevkisinden daha düşük olan birinin öğrencisine ilgi gösterdiğimde üst makamdakilerin çocukları bu duruma içerleniyor kapris yapıyorlardı.
Arka sokaktaki okul ve çocukları bırakıp buraya geldiğime pişman olmaya başlamıştım. Bu öğrencilerin öğretmene değil dadıya ihtiyaçları vardı. Ve burada kendimi dadı gibi hissetmeye başlamıştım. Oysa öğretmene ihtiyaçları olan arka sokaklarda o kadar çok öğrenci varken. Dadılığı kendime yakıştırmıyordum. Bu psikolojimi bozuyordu. Ben idealist biriydim. Bölgemin arka sokaklarında görev yapmazsam uzaklardan birilerinin adeta silah zoruyla gelip görev yapmaları ne derece faydalı olurdu. Zaten çoğunluğu istifa edip gelmiyorlardı. İstifa etmeyenler de kısa zamanda bir dayı bulup tayin yaptırma derdine düşüyorlardı. Hata, dayısı ile evlenenler bile oluyordu. İş başa düşmüştü kendi yükümüzü kendimiz taşımalıydık. Arka sokaklar bizimdi. Biz oralardan gelmiştik…
Günlerden bir gün,
Sabah çok erken.
TV izlerken
Gördüm onları bir kırıntı için, çöpte gezerken
Sıralandı bir-bir, bütün sebepler ve gerekçeler.
Yüksek bir sesle
Ve
Alt yazı ile
Öğretmensizlik – Eğitimsizlik - Geri kalmışlık.
Karar verdim o an,
Gitmeliyim ben.
İzlediğim bir tv programı dadılık hayatıma son noktayı koymama sebep oldu. Ve sabah ilk işim Hakkâri’ye il dışı tayin için dilekçemi vermem oldu. Bu duruma çok şaşıran müdür yardımcımıza düşüncelerimi aktarınca bana hak verdi. Ve bu kararımdan dolayı beni kutlayan tek kişi oldu. Hakkâri’ye tayin istedikten sonra ancak psikolojim düzeldi. Kendi kendimle barışabildim.
Okulun son haftasıydı. İl dışı tayin isteklerin açıklanması an meselesiydi. Müdür yardımcımız beni acilen odasına çağırdı. Hemen gittim. Bana dün son saatte girdiğim 5A sınıfı öğrencileri ile ilgili bir problemim olup olmadığını sordu. “Yok dedim bilakis en sevdiğim sınıflardan biridir. Hatta dünkü dersi sınıf öğretmenleri ile beraber işledik.” Müdür yardımcısı hayretle:
— Şimdi sen dün ders işlerken sınıf öğretmenleri sınıfta mıydı? ”
— Evet, diyorum ve niye bu kadar şaşırdığını soruyorum.
— Sabah o sınıftan bir kız öğrencimizin velisi geldi. Çok sınırlıydı. Müdür bey onu zorla yatıştırdı. Sen dün derste onu dövmüşsün. Burnu falan kanamış. Çok kan kaybetmiş. Kız Fenalık geçirmiş. İyi ki sen okulda değildin kötü şeyler olabilirdi. Sen bizim öğrencilerin nerelerden geldiğini, kimlerin çocukları olduğunu unutuyorsun galiba. Yat kalk müdür beye dua et. Müdür bey Veliye bazı imkânsız sözler vererek ancak ikna edebildiğini söyledi.
— Yok, bu çocukların nerelerden geldiğini kimlerin çocukları olduğunu gayet iyi biliyorum. Zira şimdiye kadar sadece bir öğrencimin kulağından tutmuşum onunda hemen ertesi gün annesi geldi. Kendileri ile tanışma şerefine nail oldum. Başsavcının eşleriymiş. Şimdi de beni en çok seven velilerden birisi. Sık sık ziyaretime gelir. Ara sıra kantinde muhabbet ederiz. Ancak, bu söylediğiniz şey çok çirkin bir iftira ve kabul edilecek cinsten de değil. Müdürün buna inanmaması ve bana danışması gerekmez miydi?
Bunun üzerini söz konusu öğrencinin sınıf öğretmeni çağrıldı. Öğretmen; “Öyle bir olayın katiyen olmadığını müdür yardımcısına hem Türkçe hem de Arapça olarak güzel bir dil ile ifade etti. Sınıftaki öğrencilerin de birçoğu çağrıldı benzer cevaplar alındı. Ama okul müdürü ne öğrencilere ne de sınıf öğretmenine inandı. O veliye bir kere inanmıştı. Beni de dayak atmakla suçluyordu. Veli ve öğrencisi ile yüzleşme isteğimi kabul etmediği gibi velinin telefon ve adresini de benden gizledi. Anlaşılan okula fazla ekonomik katkı sağlayan bir veli olmalıydı. Ya da müdürü orda tutan…
Bir sonra ki gün, müdürümüz; müdür yardımcısının odasında elimde bir disketle beni görünce. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Disketi elimden kaptı sonra ani bir hareketle çöp kutusuna baktı. Formatı bozuk olduğu için çöpe attığımız bir iki disketi daha çöp kutusundan çıkardı ve tehdit edercesine, bunları savcılığa inceleteceğini söyledi. Bir anda kendimi pentagona sızmış bir suçlu gibi hissetmeye başladım. Velinin adres bilgilerine ulaşabilirim kaygısı ile içinde okul programının bulunduğu okul bilgisayarına asla yaklaşmamamı istedi. Hayret ettim.
Ama bu korkusunu bir türlü anlayamadım. “Seni bu okulda istemiyorum” dedi. Ben de zaten Hakkâri’ye gönüllü tayın istediğimi kendisine söyledim. Gece geç saatlerde diğer bilgisayar öğretmeni arkadaş beni aradı. Yardımıma ihtiyacı varmış. Konuyu sorunca: “Müdürün kendisine birkaç disket verdiğini onları bir türlü açamadığını ancak içlerinde de çok önemli ve gizli bilgilerin bulunduğunu ve bunların mutlaka kurtulması gerektiğini söyledi.”
Hakkâri’ye atama isteğim kabul edildi. Atamamı iptal etmem için çok dil dökenler oldu. En önemli gerekçeyi de bir idareci söyledi. “Bak altı yıllık sicil notlarını iyi düşürüp, altı yılda bir kademe almak için diğer öğretmenlerin gösterdikleri çabaları görmüyor musun? . İstesem bayanlar evime temizliğe, erkekler odun taşımak için sıraya girecekler. Oysa sen 64.Maddeden iki yılda bir ekstradan bir kademe alıyorsun Hakkâri’ye gönüllü gidersen bu hakkını kaybedersin.” Çöpte ekmek arayan çocuklara öğretmenlik yapmanın bir kademeden daha değerli olduğuna kimseyi inandıramıyordum. Deli de olmadığıma göre Hakkâri’ye toz için gidiyordum.
Okulun son günleriydi. Söz konusu sınıfa o iftiradan sonra ilk kez derse girecektim. Sınıfa girdim. Konuşmak istiyordum ama konuşamıyorum. Kelimeler boğazımda düğümleniyor. Masaya oturdum ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. İlk kez iftiranın ihanetten bile ağır olduğunu fark ediyorum. Öğrencilerinde ağızları bıçak açmıyor. Sınıf; uçan sinek vızıltısı duyulacak kadar sessiz. Bu en sevdiğim sınıflardan birisiydi. Ve sınıfta beni sevmeyen tek bir öğrenci bile yoktu. Ben dolu gözlerle onları süzüyorum onlar da beni. Gözlerimiz ilkbaharda ki barajları gibi kapaklarına kadar dopdolu. Dayağın Cennetten değil ormandan çıktığını ve bu yüzden kutsal değil aksine barbarca olduğunu söyleyen ben. Ve bu sınıf sayesinde okulda öğrenciler arasında değil ama öğretmenler arasında adım dayakçıya çıkmıştı. Ağlamaklı bir sesle nihayet öğrencilerden birisi sessizliği bozdu.
— Öğretmenim doğru mu Hakkâri’ye sürgün edildiğiniz. Öğrenciye cevap vermek istiyorum ama kelimeler boğazımda düğümleniveriyor. Göz bebeklerime taşan yaşlar öğrenci ile aramda bir sis perdesi oluşturuyor. Bu yüzden öğrenciyi seçemiyorum. Öylece kalakalıyorum. Bakıyorum ama göremiyorum. Ağzımı da bir türlü açamıyorum. Kilitlenmiş gibi. Bu durum bütün sınıf tarafından sorulan soruya olumlu cevap verdiğimi, onayladığım anlamı çıkarılıyor. Kendisini dövdüğümü söyleyen kız öğrenci kafasını masaya gömmüş hiç kaldırmıyor. Utancından mı vicdan azabından mı bilemiyorum. Yanında oturan arkadaşı ayağa kalkıp konuşmaya başladı:
— Öğretmenim arkadaşım geçen derste hep parmak kaldırdı ama siz herkesi kaldırdınız, hata bu kızı bile (küçümser bir eda ile) kaldırdınız bir tek onu tahtaya kaldırmadınız. O da bu yüzden size çok kızdı. Hata tayininizi bu okuldan çıkarmak için babasına; kendisini çok feci bir şekilde dövdüğünüzü söylemiş. Babası da bunun üzerine gelip müdüre kızmış. Müdürümüz de babasına sizi Hakkâri’ye sürgün edeceğine söz vermiş. Bu sabahta bir arkadaşımız Hakkâri’ye sürgün gideceğinizi söyleyince çok üzüldük. İnan arkadaşımız çok pişman ama babasına da gerçeği söylemekten de korkuyor.
Çok şey söylemek istiyorum ama ağlarım diye de konuşmaktan çekiniyorum kelimeler boğazımda bir bir düğümleniveriyor. İşte yine konuşamıyorum. Ne kadar becerdim bilemiyorum ama sadece gülümsemeye çalışıyorum. İki ay önce kendi isteğimle Hakkâri’ye tayin istediğimi izah edemezdim. Benden bir cevap almayan öğrenci ağlamaklı bir sesle gidip bu durumu müdür yardımcısına da söyleyeceğini ifade ederek sınıftan dışarı çıkıyor.
Dersin sonuna kadar ne benim ne öğrencilerin ağızlarında tek bir kelime çıkmıyor. Çıkış zili çalınca sınıftan dışarı çıkıyorum. Bu sınıftaki son dersimde işte böyle sessizce bitiyor. Ayrılırken içimden onlara veda etmek geliyor ama yapamıyorum. Çok kırılmışım, kendimi bir türlü toparlayamıyorum. Onları da kırmaktan korkuyorum. Sınıftan çıkarken ardımdan kıyamet de kopmuş oluyor. Hıçkırık fırtınası tüm sınıfı sarıyor. Diğer öğrenciler bu durumu derhal nöbetçi öğretmene bildiriyorlar.
Öğrencilerden niye ağladıklarına dair bir cevap almayan nöbetçi öğretmen, öğretmenler odasının kapısından heyecanla giriyor. “Hoca; sen o sınıfa sıra dayağı mı çektin ne herkes ağlıyor? ” Adımız zaten dayakçıya çıkmıştı bir kere. Tüm öğretmenlerin bakışları bana çevriliyor. Nöbetçi öğretmenin suratına bakıyorum ama ona da bir cevap vermiyorum. Zaten öğretmenler cevabımı beklemeden topluca sınıfa doğru koşmaya başlıyorlar. Zira sınıfta Valilin mi, yardımcısının mı ne çocuğu varmışşş.
Ders programıma bakıyorum son dersim boş. Çantamı alarak dışarı çıkıyorum. En son telaşlı bir şekilde müdür yardımcısının da B bloktaki 5A sınıfa doğru hızlı adımlarla koştuğunu görüyorum.
Arabama binip kapısını içerden kilitliyorum. Eve gitmek için yola çıkıyorum. Artık, özgürce ağlayabiliyorum. Otostop yapanları ilk kez görmemezlikten geliyor, durmuyorum. Epey yol gitmeme rağmen 25 km.lik Mardin-Kızıltepe yolu bir türlü bitmiyor. Ta ki Diyarbakır İl sınırı tabelasını görünce yanlış yola girdiğimi anlıyorum. Arabayı tabelanın yanına çekiyor biraz dinledikten sonra u dönüşü yaparak Kızıltepe’ye geri dönüyorum.
Elimde Hakkâri Yüksekova’ya tayin kararnamem ile Hakkâri Öğretmen Evinin lobisinde TV seyrediyorum. Canlı yayında ikiz kuleler yıkılıyor. Ve ben Yüksekova Süleyman Uğur Sıtkı İlköğretim okulunda göreve başlıyorum. Bu sefer dadı olarak değil öğretmen olarak.
Mahmut Semen
KASIM-2007
KIZILTEPE