— Bir
haftadır geçti o melun Amerika saratoga uçak gemisinin “muavenetmuhribi”
gemimize fırlattığı füzelerin tam isabet kaydetmesinin üzerinden. Tekrardan
şehitlerimize Tanrıdan rahmet gazilerimize acil şifalar diliyorum.
Ve çok iyi biliyorum ki o günden beri hepinizin
moralinin çok bozuk olduğu gerçeğidir. Bu bozulan moralinizi düzeltmek ve o
feci kazanın olumsuz etkisini azda olsa azaltmak için bu akşam gazinomuzda
sizler için bir “Aç Aç” konseri tertipledik. Biletler kantinde satılmaktadır.
Konsere gitmek istemeyen varsa yerinde beklesin. Gidecekler kantine doğru marş
marş…
Doğruydu,
bir hafta önce NATO Kararlılık Tatbikatında bölüğümüzün “muavenet muhribi” gemisi Amerikan saratoga uçak gemisinden kısa
aralıklarla fırlatılan iki adet Sea Sparrow füze ile tam köprü ve makine
dairesinden vurulmuş. Bu saldırıda dört rütbeli, biri de er olmak üzere beş mürettebat
şehit(!) olmuş yirmi iki personel ağır
yaralanmış, kimilerin eli kimilerin ayağı kopmuştu. Askerlerin bu olaya
üzüldükleri hikâyeydi bilakis çoğunluğu ilk kez böyle üst derecedeki
rütbelilerin ölümlerine için için sevinmişlerdi. Üzüldükleri varsa o da alt
rütbedeki şehit ve gazi erler içindi. Diğerlerine kimsenin üzüldüğü yoktu.
Bunları düşünürken. Sahada bir ben bir de Muşlu hemşerimden başka kimsenin
kalmadığı şaşırarak görüyorum. Herkes büyük bir sevinçle kantinin yolunu tutmuş
bile. Erdoğan komutan bize ters ters bakmaktaydı. Yanımda ki hemşerimin
kulaklarına doğru fısıldayarak eğer giderse bu konuda kimseye hiçbir şey
söylemeyeceğime dair yemin edince o da hızlı adımlarla kantine doğru koştu. Bir
başıma kalmıştım. Bu yüzden Muşlu hemşerimin adını burada anmadan geçiyorum.
Komutan etrafımda ha bire dönüp dolaşmaktaydı. Benden bir kıpırdama belirtisi
görmeyince konuştu:
— Mardinli aç aça gelemezsen alacağın cezayı
biliyor olmalısın?
— Her türlü cezaya razıyım komutanım.
— Cuma günü de Askeri mahkemeye çıkacak, firar
suçu ile yargılanacaksın
— Ondan da haberdarım komutanım.
— Aç aça gelirsen mahkemede sana yardımcı
olabilirim.
Sadece hayır manasında kafamı salıyorum. Ben bunca
sene “aç açlara” gitmek için okumamıştım. Şeyh torunluluğu bir tarafa, gitmemek
için en iyi gerekçem sanırım bilinçli bir inancımın olmasıydı. Mahkeme de
yardım edecekmiş. Bana asıl lazım olan yardım mahkemeyi Kübra duruşmasında
gerekliydi. Cuma gün ki askeri mahkeme için değil. O konuda yardımı Allah’tan
bekliyordum.
İzmir Poligon Acemi birliğimizdeki dört haftalık
acemi birlik eğitimi bitirdikten sonra yemin törenin ardında bizi bir haftalık
dağıtım iznine göndermişlerdi. Üniversiteyle askerliği karıştırmışım. Bir hafta
kalacağıma dört hafta kalıp, tüm devamsızlık haklarımı peşinen kullanarak
askerliğimi dört hafta ekmişim. Beşinci hafta salana salana eski Foca’da ki
usta birliğime gidip teslim olmuşum. Gitmişim gitmesine ama bunun
üniversitedeki devamsızlıklara hiç benzemediğini askeri mahkemede firar suçuyla
yargılanacağımı öğrenince anlamışım. En az dört ay hapis ve o yaptığım dört
haftalık askerlikte yanacakmış. Anlaşılan altı aylık kısa dönem askerliğimi
uzun dönem olarak yapacağım gibi gözüküyor. Bunları düşünürken komutanımız bana
ilk cezamı da tebliğe başladı.
— Bu demektir ki, gösteri bitinceye kadar bütün
WCleri temizlemeye paspaslamaya razısındır.
— Gitmemek için bütün memleketin WClerini
temizlemeye razıyım.
— Dur daha bitmedi. Sen Ziraat Mühendisiydin değil
mi?
— Evet komutanım
— Geçen gazino kapısındaki ağacın mantar
hastalığına yakalandığını diğerlerine bulaşmaması için sen kesmeyi önermiş ve
kesmiştim değil mi?
— Doğrudur komutanım, yoksa mantar diğer ağaçlara
da bulaşacaktı.
Etrafımda bir iki tur daha attı. Aslında söz
ettiği ağacın mantara yakalandığı yoktu. Ama Erdoğan komutan arabasını hep o
ağacın gölgesine park ediyordu. Kuşlarda rahat durmuyor habire üstüne
sıçıyorlardı. Olan Muşlu hemşerime oluyordu. Neredeyse her gün bu kuş sıçmaları
yüzünden dayak yemekteydi. Arabayı iyice temizlemedi diye, bütün askerliği kuş
nöbeti tutmakla geçecekti nerdeyse. Ama işte bazı inatçı kuşlar bu nöbetlere
rağmen sıçıyorlardı arabaya. Hemşerimi o işkenceden kurtarmak için ağaca mantar
hastalığı bulaşma hikâyesini uydurmuş, numara tutunca da verilen emir gereği
bir Pazar günü ağacı dipten kesmiştim. Komutan düşünceli düşünceli birkaç tur
daha attı.
— Gazinonun kapısındaki şu kurumuş koca ağacı
görüyor musun?
— Görüyorum komutanım
— Ona da mantar hastalığı bulaştığı için kaç
yıldır kurumuş durumda. Diğer ağaçlara da ondan bulaşıyor olsa gerek onu da bu
akşam gövdesinden keseceksin.
— Emredersiniz Komutanım
— O zaman görev başına marş marş
Bütün askerler gazinoya “aç açı” seyretmeye
giderlerken bende gitmemenin cezası olarak paspasları elime alıp tuvaletleri
temizlemeye başladım. O kadar da kirli değildiler. Kısa sürede bir iki
bölüğünün WClerini temizlemiştim bile. Gazinodaki ıslık sesleri dışarıya
taşıyordu. Yüksek ses ve tempolu tezahüratlar bütün askeri birliği sarsıyordu
adeta.
— Aç aç, aç aç, aç aç!
— Açamaz, açamaz, açamaz…
Bu sesler en uzak nöbetçi kulübelerine dahi
ulaşıyordu. WClerin temizliğini bitirirken az da olsa biraz yorgunluk atmak
için sırtımı duvara dayayıp kısa süreliğine nefeslenip/dinleniyorum. Bütün
kışlanın WClerini yıkamak ve paspaslamak meğer o kadar da kolay değilmiş.
Birden karşıdaki duvarda karıncalanma görüntüler belirmeye başladı. Gözlerimi
kapadım/açtım görüntüler kaybolmadı. Gazinonun içi olduğu gibi karşı duvarda
gözlerimin önündeydi. Ön sırada/protokolde bütün siyasi parti genel başkanları
ve kuvvet komutanları vardı. Arkalarında gazeteciler, milletvekilleri, şehit
anaları, STK temsilcileri oturmuşlardı. Onlarında arkalarında askerler ayakta
heyecanla izliyorlardı. Sanki şapka inkılâbı yeni olmuş gibi herkesin başında
bir şapka ya da kep vardı. Sahnede kadın mı erkek mi olduğu beli olmayan yarı
çıplak yeşil bikinili bir travesti/lolita duruyordu. Yeşil bikinisi iktidar
partisine bir jesti olmalıydı. Birden protokolün sağ tarafından oturanlar
tekrardan yüksek bir tempoyla bağırmaya başladılar.
— aç aç, aç aç, aç aç!
Tuhaf bi şey, “aç aç” diyenlerin içinde
gazeteciler, sağ parti liderleri, kimi komutanlar ve DTP başkanı Ahmet TÜRK’te
vardı. Ahmet TÜRK askeriyedeki bir eğlenceye gelmiş olması kafamı alak bulak
etmişti. Ama işte gözlerimin içine baka baka sağında ve solunda ki yüksek
rütbeli komutanlarla beraber tempolu bir şekilde “aç aç” diyordu.
Hemen protokolün solunda ise kimi komutanlar, CHP
ve MHP liderleri yan yana oturuyorlardı. Onlarında arkalarında birkaç gazeteci
ve gazete patronu ile STK temsilcileri vardı. Onlarında avazları çıktığı kadar
tempolu bir şekilde bağırıyorlardı.
— Açamaz! Açamaz! Açamaz!…
Bu açamazları bile sanki “aç aç” der gibiydi. Ama
birbirlerine çok sert bakışlarla süzüyorlardı.
Bereket versin ki tam ortalarında Cumhurbaşkanı ve meclis başkanı
oturmuştu. Yoksa karılar gibi saç baş yolmalar işten bile değildi. Nihayet
sahnede ki lolita ısrarlara dayanamamış, yemyeşil bikinisini yavaşça çıkarmaya
başlamıştı bile. Bununla beraber “aç aç” sesleri ile “açamaz açamaz” sesleri
birbirine karışmıştı. Herkes başındaki şapkasını/kepini sağ eline almış sahneye
fırlatmaya hazır pozisyonda bekliyorlardı. Çoğunluk ayağa kalkmıştı bile.
Sahnedeki lolita elinde yeşil kilotunu salarken herkes oflaya poflaya yerine
oturmuş kepleri tekrardan başlarına geçirmişlerdi. Meğer yeşil kilotun altında
bir kırmızı kilot daha çıkmıştı. Lolita açmamıştı. “aç aç” çiler hayal
kırıklığına uğrarken sol taraftakiler gururlu bir şekilde haklı olduklarını
ilan edercesine “açamaz açamaz” diye tekrardan tempo tutturmuşlardı.
Birden DTP başkanı Ahmet TÜRK ayağa kalktı. Sağına
soluna ve arkasındaki herkesi tek tek süzdü. Ve sahneye döndü. Türkiyem artık
aç önünü, Bu iş bir bitsin ikinci günde Allah canımı alsın` deyince. Sağ
taraftan büyük bir alkış tufanı koptu. Bu sözlerden sonra sahnedeki Lolitanın
adını Türkiye olduğunu da öğrenmiş oluyordum. Hala kırmızı çizgili kilotu ile sahnede
tepinip duruyordu. Birden başbakan yardımcısı ayağa kalktı, o da Ahmet TÜRK
gibi her tarafa göz gezdirdikten sonra konuştu “Ahmet TÜRK’ün bu feryadını duyalım, bu sözü çok önemlidir,
çok manidardır. Böyle bir duayı hiç kimse kolay kolay yapmaz” diyerek yerine
oturdu. Ondan hemen sonra sağ tarafta
oturanlar tempoyla “aç aç” diye bağırmaya başladılar.
Birden Deniz BAYKAL ile Devlet BAHÇELİ hışımla
beraber ayağa kalktılar. Birbirlerinin gözlerine baktılar. Bahçeli sen daha
yaşlısın der gibi Baykal’a konuşmasını söyleyerek yerine oturdu. Baykal
sahnedeki lolitaya parmağıyla ya benimsin ya toprağın dercesine “bizim
kırmızıçizgilerimiz vardır. Yok, sayamazsınız, çıkarıp atamazsınız.
Çiğnetmeyiz. Açtırmayız çözdürmeyiz.” Diyerek yerine oturdu.
Hemen Bahçeli ayağa fırladı, sağ tarafta oturan
MGK üyeleri dâhil herkese “Siz ihanet içindesiniz Türkiye’m kırmızıçizgilini
çözme! Yere atma! Çiğnetme! O onurumuzdur çiğnetmeyiz çözme çözülme!” o kadar
yüksek sesle bağırmıştı ki sesi kısılmıştı. Oturmasının ardından sol tarafta
oturan herkes tempoyla “açamaz açamaz” diye bağırmaya başlamıştı. Bahçeli
sahnede ki Lolitaya Türkiye’m demişti, yoksa onun gizli kapatması mıydı da
kimse bilmiyordu. Lolita iki koluna
açarak sağ tarafta ki sahneye doğru yaklaştı. Ahmet TÜRK saygıyla ayağa kalktı
önünü ilikledi saygı ifadesi olarak biraz eğildi. Tam o sıra da Devlet bahçeli
ok gibi yerinden fırladı. Ahmet TÜRK ile Lolitanın arasına girdi. Lolitaya
yalvarırcasına konuştu.
—Türkiye’m güvenme ona! Sen onu tanımıyorsun,
senden önce de Türkiye evladım diye ona/onlara kucak açarken onlar bu anne
şefkatine ve sevgisine kurşunla karşılık vermişlerdir. Sen öldürülen ikinci
Türkiye olma! Sesi o kadar kısılmıştı ki Kurtların uluması gibi çıkıyordu.
Sağ tarafta ki protokolde oturanlar bu söze çok
içerlemiş olacaklar ki biri hışımla ayağa kalktı “Sen arkanda oturan birkaç
apoletliye güvenerek burada kurt gibi uluyorsun. Asıl uluman gereken yer
meclistir. Mecliste niye kuzu oluyorsunuz.” Bu sözlerin ardında sağ taraftan
tekrar yüksekçe bir tezahürat dalgası geldi. Arkadan yükselen ıslık sesleri
salonu doldurmaya başladı. Birden herkes tekrardan şapkasını/kepini eline aldı.
Anlaşılan sahnedeki kırmızıçizgili olduğuna bakmadan bir kere daha soyunuyordu.
Bu arada “aç aç” sesleri “açamaz açamaz” seslerini bir hayli bastırmıştı.
Lolitanın parmakları ucunda kırmızçizgili iç çamaşırı pervane gibi döndürmesine
rağmen, heyecanla ayağa kalkanlar oflaya puflaya tekrar yerlerine oturmaya kep
ve şapkalarını tekrardan başlarına geçirmeye başladılar. Sahnede ki Lolita,
üzerinde artık sarı renkli bir kilotla tur atmaya devam ediyordu. Bunu gören
sol taraftakiler, kırmızıçizgili çamaşırın çıkarılıp atılmasına üzülmelerine
rağmen altında sarı renkli bir iç çamaşır daha çıkmış olmasına sevinmiş
olacaklar ki tekrardan tempo tuttular “açamaz açamaz” bu üst üste giyilen
(yeşil-kırmızı-sarı) iç çamaşırlardan herkes rahatsız olmaya başlamış sabırlar
tükenme noktasına vardırmış olmalı ki, bu duruma çok sinirlenen başbakan birden
ayağa kalktı.
— Bazı dostlarımız sağ olsunlar bize akıl veriyor.
Diyorlar ki `Onlarca yıldır çözülemeyeni sen mi çözeceksin Tayyibciğim?` Bana,
`Çözemezsin, senden öncekiler çözemedi sen nasıl yapacaksın? Ertele, sümenaltı
yap, görmezden gel` diyorlar.
Biz ise `Hayır` dedik. Biz milletimizden yetkiyi
bu şartla aldık. Bu omuzlarımızdaki emaneti milletimizden aldık. Milletimize
hayal kırıklığı yaşatamayız. Bütün engellemelere rağmen üzerine cesaretle
gidiyoruz. Sonuna kadar gideceğiz, çözeceğiz``
Başbakanın bu sözleri üzerine kendini coşkuya kaptıran
salondakiler büyük bir ses ve tempoyla “aç aç” “çöz çöz” diye tutturmaya
başladılar.. Artık “açamaz açamaz” sesleri pek işitilmiyordu. Bu istekler
karşılıksız bırakılmazdı ve Lolita sarı iç çamaşırın iplikleri ağır ağır
çözmeye başlayınca herkes birden ayağa fırladı. Kepler şapkalar havada uçmaya
başladı. Sahnedeki Lolita havada yakaladığı şapka ve kepleri kutsal yerlerine
sürdükten sonra onlara geri atıyordu. Arkadaki askerler artık sandalyeler
çıkmış duvarlara tırmanmaya başlamışlardı. Yavaş yavaş sahneye yaklaşıyorlardı.
Önlerinde ne var ne yok gözleri göremez olmuştu. Ellerindeki keplerini kutsamak
ve Lolitaya ulaşmak için önlerinde ne var ne yok ezip geçiyorlardı.
Protokoldekilerin çoğu ayağa kalkmaya ve dışarı çıkma fırsatını bulamadan bu azgın
asker dalgasının ayakları altında kalıp ezildiler. Şapkalar atılıyor,
kutsadıktan sonra onlara geri veriliyordu. Artık sahne o kadar
kalabalıklaşmıştı ki Lolita aralarında kayıp olmuştu, sahne arı kovanı gibiydi.
Görüntüler yavaş yavaş sönükleşince elimde paspas
olduğunun farkına varıyorum. Kendi kendime “delirmeden bu tuvaletten
çıkmalıyım.” Diyerek dışarı çıkıyorum. Gazino hala gürültüden adeta sarsılıyor.
Dışarıda mehtap var. Tuvaletleri bitirdikten sonra yangın köşesinden en keskin
baltayı alıp söz konusu ağaca doğru ilerliyorum. Ağaç asırlık bir çınar,
üzerinde kimlerin adı kazılmamış ki, Osmanlıdan kalma Arapça yazılar bile var.
Üzerinde binlerce kalp işareti, sevgili ismi ve aşk sözleri, bu ağacı kesmek
imkânsız gibi bir şey, çapı birkaç metreden fazla, elektrikli testere ile ancak
bir günde kesilebilir. Ben bu balta ile bu akşam nasıl kesip becereceğim ki.
Allah’tan bana yardım etmesi için dua ediyor gözlerimi gökyüzüne çeviriyorum.
Yıldızlar ve ay pırıl pırıl parlıyorlar. Birden aklıma Hz. İbrahim geliyor.
Herkes panayıra giderken O elinde balta ile geride bir başına kalmıştı. Bu bana
ilham kaynağı oluyor. Ağacı kesmekten vazgeçiyorum. Baltayı en yakın ……’a
sallayarak işe koyuluyorum. Kısa sürede tümünü kırıp param parça ediyorum.
Tören alanına koşuyorum orada da büyük bir …… var. Baltayı onun boynuna
asıyorum.
Sabahın ilk ışıkları ile korkunç gerçek anlaşılmış
olacak ki, kırmız alarm çaldı. Yataklardan fırlayıp saniyeler içinde giyinip
tören alanında büyük büstün önünde hazır kıta sıra oluyoruz. Dün gece ki izdihamda Deniz BAYKAL, Devlet
BAHÇELİ ve bir sürü komutan ve gazeteci “aç aç”a hücum eden erlerin ayakları
altında ezilmiş can vermişlerdi. Askerler kendi aralarında bu büyük acıyı
unutmak için bir sonraki aç aç tarihini tahmin etmekle uğraşırlarken. Nihayet
beklenen kişi RTE geliyor. Bütün rütbeliler hazır kıta bekliyor. Baltayı boyuna
astığım heykele bakıyorum aman tanrım başbakanla tıpa tıp aynı. Bu başbakanın
heykeli…
Sinirler çok gergin korkudan tirtir titreyen
rütbeliler var. “Kim bu küstah? Onu bulup cezalandıralım, Her kim ise,
yaptıklarını yanına bırakmayalım. Bu işi olsa olsa dün akşam aç aça
gelmeyenlerden biri yapmıştır. Aç aça gelmeyenler bir adım öne çıksınlar. Bir
başıma bir adımla öne çıkıyorum. Öne çıkmamla beraber başbakanla göz göze
geliyorum. Onu ilk kez bu kadar yakından görüyorum. Bana soru sorulmasına
fırsat verilmeden parmağımı başbakanın büstüne işaret ederekten “mutlaka o
yapmıştır.” Başbakan gözlerini benden çevirerek gökyüzüne dikiyor. O an
jetonlarım düşüyor bu adam imam hatip mezunuydu ne demek istediğimi anlamış
olmalıydı. Birden eline bir megafon alıyor. Hunisini kulaklarıma yapıştırarak
çok yüksek bir sesle bağırıyor.
— İspat edemezsen namertsin. Senin kılavuzun
kimdir bilemem, eğer açıklamıyorsan tarih de seni affetmeyecektir, ben de.
Kulaklarımın zarı patladı, artık söylenenleri
duyamaz olmuştum sadece dudak hareketlerini görebiliyordum. Aman tanrım sağır
olmuştum. Askeri mahkeme günüm gelmeden. 600 yataklı Güzelyalı Askeri Hastane
bana artık askere elverişli olmadığıma dair bir kağıt vererek memlekete geri
gönderdi. Mahkeme otomatikman düştü. Beni kulaktan çürüğe ayırmışlardı.
İrkildim…
Yataktan fırladım gece boyunca izlediğim
televizyonu açık unutup uyumuşum. Gerçekten de ekranda başbakan vardı. Söylediği
sözleri bir daha bir daha tekrar ediyordu. “Ben
hangi karanlık odalarda kiminle konuşmuşum eğer bunu ispat etmezsen namertsin”
diyordu.
Kalkıp televizyonu kapadım saatte baktım sabah
ezan çoktan okumuş olmalıydı. Neredeyse namazı kaçırmak üzereyim. Alel acele
abdest alıp iki rekâtlık sabah namazına duruyorum. Duruyor durmasına ama aklım gördüğüm rüyada
kilitli kalmış. Namazın ortasında kaçıncı rekâtta olduğumu bir türlü
hatırlamıyorum. Namazı baştan alıyorum ama az ilerleyince yine rüyanın içine
dalıyor nerede kaldığımı unutuyorum. Kaçıncı kezdir namazı tekrar baştan alıyor
ama yine unutuyorum. Neredeyse güneş doğacak ama ben hala iki rekâtlık namazı
bitirebilmiş değilim. Seccadenin ucuna bir kırmızı bir mavi kalem bırakıp
namaza yeniden durmaya başlıyorum. İlk rekâtta mavi kalemi alıp cebime
koyuyorum. İkinci rekâtta kırmızı kalemi alıp selam veriyorum...
Mahmut Semen
Kızıltepe
07/09/2009