17 Aralık
sonrası, hem AK Parti’ye, hem de Hizmet Hareketi’ne oldukça rasyonel
eleştiriler getiriyorsunuz. Durduğunuz yer, size nasıl bir gözlem olanağı
veriyor?
Önce neden burada durmak gerektiğini anlatayım… Şu
anda Türkiye’de müthiş bir kamplaşma var. Bunun maliyetini en ağır ödeyen
kesimlerden birisi de entelektüeller… Herkes kendini ‘kurşun asker’ olmak zorunda hissediyor. Fırtınaya karşı
direnemiyor.
Direnememek,
bir mensubiyetten mi kaynaklanıyor?
Bu tür fırtınalı bir ortamda bağımsız durmak, enayilik
aslında! Çok sert esen bir rüzgârda, bir yere tabi olmak, sizi müthiş
rahatlatır. Çünkü argümanlarınızı kendiniz geliştirmez, kolektif aklın
argümanlarını dile getirirsiniz. Saldırılar karşısında defans yaparken de, en
iyi cevapları paketlenmiş kullanırsınız.
AK Parti, Türkiye’de, ‘entelektüel göçük’e yol
açtı. Nitelikli ya da nitelikli olduğunu sandığımız insanlar, AK Parti’de
bürokrat ve siyasetçi oldular. İbrahim Kalın’ından Yasin Aktay’ına kadar
örnekler var… Ortada bir iktidar var ve buna düşman olmadan, muhalefet etme
gerekliliği bir zaruret. Bu ihtiyaç görmezden geliniyor.
DİNDAR
ENTELEKTÜELLERİN MUHALİFLİĞİ BİTTİ
Entelektüelliğin
içeriği?
Elbette ‘entelektüel’ kavramı da sorunlu hale
geldi. Derin sayılan kimi gazete yazarları aslında bir şakadan ibarettir! Bazısının
yazısından İngilizce kökenli kelimeleri çıkarın, yazı diye bir şey kalmaz.
Muhalefet ve demokratik direnişe katkısı olabilecek bazıları ise mesela,
Çamlıca’ya Camii söz konusu olduğunda bir şey söylemeye çalıştı; ama estetik
bir adımdan öteye geçemedi.
‘Estetik’
bir muhalefet yapıyor…
O kadar estetize etti ki muhalefet olmaktan çıktı!
Bu, sağlıksız bir şey! Dindar entelektüeller içinde, düşmanlık değil; ama
muhalefet edebilen insan lazımdı, bugünün Türkiye’sinde. Şu anda partizanlar
hep kör! Yarın, öbür gün, “Geri adım atalım” dense, bu geri adımın nasıl
atılacağına dair üzerinde hemfikir olunabilecek insan kalmadı!
“Entelektüel emek” iddiasındaki herkes için asıl
meydan okuma, “Kendi iktidarımıza karşı durabiliyor muyuz?” dur. Başkasının iktidarına
karşı durmak kolaydır. Benim Nurculuktan, Kürtlükten, sosyolojiden ve hayattan
beslenen taraflarım zaten buna müsaade etmiyor.
Tam bunu soracaktım…
Nurculuk ve Kürtlük kimliği üzerinde yükselen bir ‘ortada’lık, sizinkisi. Ama
ikisi, sosyolojik anlamda, birbirine pek değmiyor…
Bir ölçüde doğru, iki taraf için de alışıldık bir
profil değil.
Zor bir var
oluş…
Evet, Kürtlüğe dönüşmüş herhangi bir ifade
tarzında, dindarlık daha yeni yeni belirginleşiyor. Öcalan’ın fetvasıyla yeni
yeni dinle barışılıyor! PKK dışında duran dindar-Kürt oluşumlar henüz bir
entelektüel kıvama ulaşamadı. Nurcuların Kürtlere bakış açısı da, devletçi
anlayışın ötesine geçemedi. Şahsen kaderin açtığı perspektif ve sorumluluğun
hakkini vermeye çalışıyorum yazdıklarımda.
NURCULUK
İSLAMİ DEĞİL İMANİ BİR HAREKET
17 Aralık
sürecinde, Türkiye’deki İslami grupların ne kadar heterojen olduğunu fark
ettik. Nurcular için de aynısı söz konusu. Peki, Nurcular bu süreçte nasıl
bölündü; devletle nasıl eklemlendi? Bu, Nurcuların yeni sınavı mı?
Bugüne kadar, ortak düşmana karşı olmanın
getirdiği bir benzeşme vardı. Farklar, görülemiyordu. Cemaat-hükümet çatışması,
dindarların dünyasındaki farklılığı açığa çıkardı. Nurculuk da aslında çok
parçalıdır.
Nurculuğun devletle ilişkisi, daha ziyade devletin
demokratikleşmesi ve ‘zarar vermemesi’ şeklindedir. Amaç, iman hizmetidir,
insanların inanmasını sağlamaktır. Bu aslında İslami bir hareketten ziyade,
imanî bir harekettir. İslami bir hareketten daha evrenseldir. Kabuğa değil, öze
ilişkindir.
CEMAAT’TE
RİSALELER İKİNCİ KAYNAK
Bu anlamda,
Gülen Cemaati, Nurcu perspektif içinde mi yer alıyor?
Gülen Cemaati, hem imanî bir harekettir –bu
yönüyle kesinlikle Nurcudur-, hem de çok güçlü bir iktidar analizine sahiptir.
‘Devleti dönüştürme, devlette etkili olma’ gibi, Tayyip Erdoğan’ın bugünkü
sözlerinin bir kısmı Cemaat’te de var. Bu, tipik sağ-muhafazakâr düşünce
dünyasının izlekleridir.
Ben, klasik Nurculuk formlarına ‘Ortodoks
Nurculuk’ diyorum; zira tek kaynak Risale-i Nur’dur. Gülen Hareketi’nde ana
kaynak Hocaefendi’dir, Risale-i Nur belki ikinci kaynaktır. Bu anlamda ciddi
bir farklılık var.
NURCULAR,
CEMAAT’E KARŞI SİLAH YAPILDI
Ortodoks
Nurcuların bugünkü hükümetle ilişkisi nasıl kuruldu?
Devlet, cemaatleri tolere eder. Yani dövebileceği,
kontrol edebileceği ölçüde büyümelerinden rahatsız olmaz. Gülen Cemaati, çok
büyük, çok güçlü ve etkili bir cemaatti. AK Parti, daha önce de bu durumdan
rahatsız idi. Yaşadığımız dönem itibariyle, Erdoğan, diğer Nurcuları, Gülen
Cemaati’ne karşı, bazı muhteris isimler aracılığıyla organize etti.
Yaşlı-başlı, mübarek insanlar, politik cepheye götürülüp harcandılar! Siyasete
alet edildiler. Devletin Nurculuğa bu ilgisi, sevgisinden falan kaynaklanmıyor.
Gülen Cemaati’yle mücadelede bir silah yapılmak üzere ilgi gösteriliyor.
RİSALELERİN
SADELEŞTİRİLMESİ İPLERİ KOPARDI
Devlet,
Nurcuları tahakküm altına alırken, Risale-i Nurların basımında da aynı politikayı
uyguluyor…
Risale-i Nur’u devlet kontrolü altına almakla
istenen şey, Cemaat’in basım yayın inisiyatifini kırmak. Hükümetle birlikte
hizaya giren ya da hemfikir olanlar açısından, bu bir sorun değil. Çünkü izin
sıkıntısı yaşayacaklarını düşünmüyorlar.
Garanti mi
aldılar?
Olabilir… Endişe etmeleri için bir sebep yok! Onda
da yanılıyorlar. Devlet dediğin şey, kimseye yar olmaz! Yarın, öbür gün AK
Parti gider, başka parti gelir. O zaman size verilen izin kesilirse, pişman
olacaksınız.
Fikren Risale-i Nur’u az buçuk anlayan bir insan
olarak söylüyorum… Sadeleştirme de yanlış bir şeydir. Sadeleştirme
yapabilirsin; ama onun üzerine kitabın ismini birebir koymaman gerekir. Cemaat
bu konuda kibirli davrandı, bunu net söylemeliyim. Diğer Nurcular, Cemaat’e
“Bunu yapmayın” diye çok yalvardı. Hiçbir şey olmasa, “bu kadar kişi yalvarıyor,
onları üzmeyelim” diye yapılmaması gerekirdi.
Risale-i
Nurlar bir iman hizmetine aracılık ediyor. Dilin, günümüze uyarlanması
sayesinde, daha fazla insana ulaşabilmesi de o hizmeti genişletmez mi?
Bahsettiğiniz şuna benziyor: “Bu roman çok güzel;
ama ilkokul çocuklarına da okutmak istediğimiz için kelimelerini değiştirdik”
diye, o romanın yazarına anlatırsanız, dişlerini gıcırdatır. Çünkü o artık
kendi eseri değildir!
Basın-yayın özgürlüğü açısından buna hakkınız var.
Bediüzzaman’ın da şerhe izni var. Örneğin, “Mücahit Bilici’nin Lem’alar’dan
Anladığı” diye bir kitap yazsam, sorun yok. Ama kitabın gerçek isminin büyük
harflerle yazılarak o sadeleştirmenin sunulması, metne saygısızlıktır. Bu,
tercüme edenlerin algılamasıdır. Ve tercüme edenlerin algılaması çok sınırlı…
Sır değil, Risale-i Nur, Nurcular için kutsal
nitelikte bir eser statüsündedir. Ben de buna inanıyorum. Sadeleştirme
yanlıştır. Bununla fikri mücadeleye devam ederim. Ama neticede bu yanlış bir içtihattır.
En fazla ayıplayabiliriz. Yasaklama yoluna gitmek doğru değil.
Cemaat’e
karşı, hükümetin yanında pozisyon alan Nurcularda, bu sadeleştirmenin mi etkisi
var?
Bence ana faktör bu. Yoksa hükümet, bazı
Nurcuları, bu kadar ucuz seviyede militan olmaya ikna edemezdi! Bir de
Cemaat’in iktidar kibri de bu kadar çok düşman biriktirmesine yol açmıştır.
Nihayetinde Gülen Cemaati, Risale-i Nur kökenlidir, oradan beslenir ve her
Nurcu bunu bilir.
Cemaatin
boşalttığı alan diğerlerine taksim edilecek
Sizce vaat
edilen başka neler var?
Hükümet, sadece Nurculara değil, bütün diğer
dindar gruplara da, Cemaat’i tasfiye ederek boşaltacağı alanı taksim etmek
istiyor görünüyor. Kimine radyo, kimine televizyon, kimine üniversite, kimine
vakıf, kimine öğrenci yurdu, kimine dershane… Tıpkı, Ermeniler katledilirken,
Müslümanların, “Bu yapılan zulümdür” demeyip, onların boşalttığı evlere
yerleşip bir zulme ortak olması gibi…
Said
Nursi’de Abdulhamid’in tek adamlığını eleştirdi
Said
Nursi’nin de “1. Said dönemi” diye adlandırdığı zarfta, 2. Abdülhamid’le karşı
karşıya geldiğini de biliyoruz. “1. Said dönemi” ile bugün kıyaslanabilir mi?
Aslında bir benzerlik var; ama birisi iniş, birisi
çıkış! Biri, İmparatorluğun çözülürken ki otoriterlik ihtiyacı; biri de
imparatorluk özlemi içinde yükselirken ki otoriterlik ihtiyacı! Tayyip
Erdoğan’daki otoriterliğin tamamı kişisel değil. Bir bölümü de yapısal.
Ümmetçilikten
mi bahsediyoruz?
Hayır, Putin’i doğuran şartlar, aynı zamanda
Erdoğan’ı da doğuruyor. Kendi ekonomik akışını disiplin içinde tutarak götürme
çabası, dış güçlerin müdahalesine açık olduğu için, bu kırılganlığı aşmak adına
otoriterliği davet eden bir durum var.
Diğer yandan, dindarlar birikmiş bütün o romantik
idealleri, ‘Osmanlı, ecdad vs.’ Vaat eden birisini görüyorlar. Altı boş; ama
yüzeyde bir karşılığı var. Dolayısıyla, dindarlar, bir Abdülhamid figürüne
teslim oldu. Bediüzzaman’ın Münazarat’ta anlattığı anlamda, demokratik bir
kıvama gelmektense, kişisel ve otoriter bir yönetime fit oldular.
İKTİDAR
GÖRGÜSÜZLERİ
Erdoğan’a
getirilen otoriterlik eleştirisini, Said Nursi de Sultan Abdülhamid’e mi
getiriyordu?
Bir anlamda, evet: Şahsa dayalı bir yönetim biçimi,
Çünkü kanun pıhtılaşamıyor. Şu anda, eski yasalar geçerliliğini kaybetmiş, yeni
yasalar oluşmamış. Bu geçiş döneminde, iktidar istediği gibi hareket
edebiliyor.
Bediüzzaman’ın da vurguladığı gibi, bir şahıs
etrafında rejim inşa etmek büyük bir yanlış. Ama şu anda bir devrim duygusu
var. ‘Yeni Türkiye’, ‘kurucu devlet’ söylemi de bunu gösteriyor.
Devrimde yasa yoktur. Sadece irade tasarrufta
bulunur. Bu anlamda, Türkiye’nin demokratik birikimi tamamıyla bir kenara
itilmiş durumda. Dindarlar, iktidarı epey görgüsüzce kullanıyor. Cemaat söz
konusu olduğunda, hukukun tamamen rafa kalktığını görüyoruz şu anda: Banka
batırmak, yurtdışındaki okulların kapatılması… Cemaat’in siyasete bir dahli
vardı ve bedelini ödemesi kaçınılmazdı. Ama bu bedel, yok edilme olamaz.
Mavi
Marmara’da ve dinler arası diyalogda Cemaat haklı
Mir Dengir
Fırat, yaptığımız röportajda, “O kadroları, üçlü kararnameyle atayan bizdik”
dedi. Bu noktada, Cemaat’i ‘işgalci’ gibi lanse etmek, haksızlık değil mi?
Bahsettiğiniz haliyle haksızlık; ancak Cemaat’in
bazı siyasi tasarrufları var. Cemaat, “Hadi sorumluluk al” denilen birçok
durumda, devekuşu gibi “Hayır alamam, ben sadece dini alanda hizmet ediyorum”
dedi. “Madem o zaman, niye buradasın?” denildiğinde de, “Buna hakkım var” dedi.
Bu yolsuzluk soruşturmaları, tamamen yasal. Ama
bir iradeye ve tasarrufa ihtiyaç duyan şeyler. Cemaat’in polisiye tarafını
kimse inkâr edemez.
İktidarın abartılı ifadelerini dikkate almıyorum.
Hele hele “Cemaat devlete ihanet ediyor. Bunlar dış güçlere çalışıyor” gibi
sözler de, tamamen bir propaganda mahsulü. Zerre kadar saygıyı hak etmiyor.
Fakat Cemaat’in siyasi bir iradesi yok mudur? Vardır. Bugüne kadar hükümetle
gitmiş midir? Evet. Hamama giren terler.
Ben, siyasi vizyon itibariyle, Cemaat’in,
hükümetten daha ileri görüşlü olduğuna inanıyorum. Mavi Marmara, dinler arası
diyalog gibi konularda Cemaat, hükümetin en az 15 yıl önünde gidiyor. 5 yıl
sonra hükümet bunların hepsini taklit edecektir. Buna inanın!
Cemaat ’in samimi bir şekilde hizmet için bir
davası var. Ama kendi davası dışındaki hiçbir şeye, hakiki bir saygı
gösteremedi. İnsanlara yaklaşırken kazanmak veya kullanmak dışında bir vizyonu
ve saygısı yok.
Örneğin?
Diğer cemaatlere, gruplara mesela, Yeni Asya’ya
bile, hiçbir zaman saygı göstermedi.
Mesafeli mi
davrandı?
Sadece mesafe değil, yeri geldiğinde başkalarını
itip kaktı cemaat. Bu bir kibirdi.
İSLAMCILIK,
DÜNYEVİ BİR İDEOLOJİDİR
Son
yazılarınızdan birisinde, İslamcılığın baştan sona dünyevi olduğunu ve
hakikatte Müslüman bencilliği anlamına geldiğini belirttiniz...
İslamcılık, sadece iktidarda iken değil,
muhalefette iken de dünyeviydi.
Nasıl?
Hz. Ali savaş sırasında bir kâfiri yere yıkıp, tam
canını alacakken; o adam, Hz. Ali’nin yüzüne tükürüyor. Hz. Ali duraklıyor ve vazgeçiyor.
“Ne duruyorsun?” diye soran adama, “Ben seni Allah rızası için öldürecektim.
Sen yüzüme tükürdün. Şimdi nefsimin hissesi karıştı. Onun için sana
dokunmuyorum” diyor. Adam bu tavrı görünce, Müslüman oluyor. Orada Hz. Ali
aslında kâfirin küfrünü öldürüyor. Çünkü bizzat düşman olan, o küfür! Bugün Hz.
Ali’nin yerine bir İslamcıyı koysak, acaba ne yapardı?
Müslümanın menfaatiyle, İslam’ın ilkeleri, zahiren
örtüşse de aslında ayrıdır. İslam’ın amacı, insanlar üzerinde hâkimiyet kurmak
değil, kendi hakikatini vicdanlarda hâkim kılabilmenin önündeki engelleri
kaldırmaktır. İslamcılığın derdi ise Müslümanların dünyevi alanda başarılı
olmasıdır. İslamcılar, Müslümanların imparatorluk olmasını istiyor.
Erdoğan,
Abdulhamitvâri bir iktidara inandı
Mümkün mü?
19. yüzyıldan daha zor; ama teorik olarak mümkün.
Erdoğan da
buna mı inandı?
Erdoğan, Abdülhamidvâri bir iktidara, ‘İslam
âlemi, hilafet vs.’ye’ inanmış görünüyor. Öbür yandan, etrafındakiler de
İttihatçı bir anlayışla hareket ediyor. Şu anda, Müslümanların uyanış
dönemindeyiz! Bu uyanış sırasında bir uluslaşma var. Bu uluslaşmadan politik
bir rant elde eden, iktidarını buna bina eden oluşumlar var. AK Parti, politik
ve pragmatik anlamda buna tekabül ediyor. Artık Türklük miadını doldurdu.
Önümüzdeki süreçte belirleyici unsur, Türklük olmayacak.
Cemaat,
Türk milliyetçiliğinden çıkmalı
Müslümanlık
mı olacak?
Evet. Ilginctir: Cemaat, dindar ve samimi bir
Türklüğü temsil ediyor. Hükümet ise yüzeysel hatta kof bir Müslümanlığı temsil
ediyor. Cemaat’in dindarlığı daha samimi! Hatta dindarlık noktasında,
hükümetten daha Müslüman! Kimliksel olarak ise Cemaat, eski devletin, Türklüğün
ve Türk milliyetçiliğinin etkisinde olduğu için bu kimliği muhafaza etmek
istiyor. Hükümet ise hem dış piyasa, Arap sokağı, hem içeride Kürtleri eşitlik
içine alabilmek için Müslümanlık kimliği üzerinden gidiyor. Bu ikisinin
karşılaşması, trajik bir durum.
Cemaat’in Türk milliyetçiliğinden artık çıkması
gerekiyor. İslamcılığın şiarı olan Müslümancılıkta da durmamalı. Evrensel
olmalı. Çünkü bu, imanın gereğidir. Bediüzzaman gibi İslamiyet de bütün
insanlara hitap etmiştir. İslamcılık ise sadece Müslümanlara hitap eder.
Cemaat,
evrenselliğe, Kürt sorununa bakışını değiştirerek mi sıçramalı?
Cemaat, evrensel bakışını, Kürt sorununa
taşıyamadı. Tamamen bir Türk milliyetçisi gibi kaldı! Türklüğün muhafaza
edilmesi, PKK’nin sadece terörist olarak görülüp, yok edilmesi gerektiğinin
düşünülmesi, hem dar hem de polisiye bir görüş. Bu kadar muazzam bir hareketin,
Kürt sorununda bu kadar dar bir perspektife takılıp kalması trajik.
YETER
Kİ MAAŞLARI İYİ OLSUN
Yazılarınızın
birinde, çok önemli bir soru sordunuz: “Nurculuk ve siyasal İslam neden karşı
karşıya geldi?“ Sonra da neden olarak Nurculuğun dönüştürücü yanına vurgu
yaptınız. Marksist teoride praxis’e tekabül eden bu yanıyla, Nurculuk daha mı
devrimci?
Kesinlikle! Asıl devrimi yapan Nurculuktur,
gürültüyü yapan İslamcılıktır.
Bunu açar
mısınız?
İslamcılık ağırlıklı olarak entelektüel bir
hareket olarak doğmuştur. Ali Bulaç’ı ve İsmet Özel’i, bir de Fethullah Gülen’i
örnek alalım… Kim tarih yapmış? Fethullah Gülen olmasın, Mustafa Sungur olsun…
Etki itibariyle, toplumu dönüştürme itibariyle baktığınızda biri devrimcilik,
biri kokteyl muhabbeti seviyesinde kalıyor.
Siyasal
İslam’dan bir devrim çıkmaz mı?
Tek başına çıkmaz!
‘Devrimci’
diye bildiğimiz siyasal İslamcıların, Tayyip Erdoğan ve AK Parti’yle
eklemlenmesini nasıl yorumluyorsunuz?
İslamcılık çok radikal bir pozisyondu. Milli Görüş
dâhil, popülist hareketlerin peşinde koşmazdı. Ama şimdi devlete sahip olma
imkânı çıkınca, çok ucuza gittiler! Entel görünen İslamcıların birçoğu, şimdi
tetikçi olmakta bir beis görmüyor. Yeter ki maaşlar iyi olsun.
Öyleyse
Erdoğan, devrimci siyasal İslamcıların bitişine öncülük ediyor?
Türkiye’de o radikalizmin bitişini yaşıyoruz.
Yüzde 20’si için başarıysa, yüzde 80’i için bu bir bitiştir.
Onların
boşluğunu ne dolduracak?
O boşluğu, samimi dindarlar ve ‘dindar laiklik’
isteyenler dolduracak. Şu anda, din ve dindarlık ihtiyacının sağanağı
altındayız. Yarın öbür gün dindarlıkta doyuma ulaşacağımız gibi, dindarlar arası
çatışmaların yönetilmesinde yeni ilkelere ihtiyaç duyulacak ve gerçek anlamda
ilk kez laik olacağız!
İLERİDE
ÇOK UTANACAKLAR
Ruşen Çakır
ise Birikim’deki röportajında, “Erdoğan sonrası dönemde, radikal İslam’a
mutlaka yer açılacak” diyor.
İslamcılığın içinin boş olduğunun ortaya
çıkmasıyla birlikte bir kısım insan mayışacak, dünyevileşecek. Bir kısmı ise
otantik olana dönüş gerekçesiyle radikal bir çizgiye eğilim gösterecek. AK
Parti bir geçiş kanalı gibidir. İki duvar da tahkim edildiği için, insanlar bu
kanaldan geçmek zorunda. Bu duvarlar kalktığında dengeler farklılaşacak.
Bir
kehanetiniz var mı?
Yok; ama böyle, uzun süre gitmez. Tayyip Erdoğan
bir siyaset ustası olduğu için, gücünü genişlettiği ölçüde insanlara yeni
imkânlar üretiyor. Büyüyen bir balonun içinde sağa, sola koşan insanlar
düşünün… Ama bu balonun şişemeyeceği bir nokta var. Orada sıkışma olacak. Bir
kişi, bu kadar şeyi taşıyamayacak ve balon patlayacak.
İdeolojik olarak da rahatsız olan çok insan var.
Bu rahatsızlık, ekonomiyle, medya imparatorluğu ve propaganda gücüyle
örtülüyor. İleriye baktığınız zaman, şu anki hâl, utanılacak bir hâl.
RÖPORTAJ
/ FATİH VURAL – BUGÜN GAZETESİ
Gazetedeki haberin linki için TIKLA