H.Hüseyin Kemal
hhkemal@gmail.com
Türkiye′de demokrasi tartışmaları çerçevesinde
başörtüsü mihenk taşlarından biri olmuştur. Başörtüsü kimi için gericiliğin
sembolü iken kimisi için de Müslüman bir toplumun özgürlük sembolüdür.
Cumhuriyetin dindarları kıyımdan geçirmesinden sonra başörtüsü meselesi uzunca
bir süre güçlü bir şekilde gündeme getirilememiştir. Lâkin Cumhuriyetin devre
dışı bıraktığı başı açık ya da örtülü kadınlardan sonra ortaya yeterince
başörtülü kadın aktör çıkmamıştır. Ancak demokrasinin hızla ilerlemesi
kadınların da günlük ve siyasî hayatta söz ve iş sahibi olmalarını beraberinde
getirmiştir ve büyük tartışmalar, çatışmalar yaşanmıştır. Bu çatışmaların en
önemlisi ise 28 Şubat′tır. Biz de bu hafta 28 Şubat′ta yaşananları
"Başörtüsüne Özgürlük Yolunda Görülmüştür" kitabının yazarı Hüda Kaya
ile konuştuk. O dönem idamla yargılanan Kaya, 28 Şubat zulmünün el değiştirerek
devam ettiğini belirtiyor.
"Başörtüsüne
Özgürlük Yolunda Görülmüştür" kitabında neyi anlatmak istediniz?
Türkiye′nin yakın döneminde halkımız en karanlık
süreçlerden birini yaşadı. Bu dönemde dindarlara büyük bir baskı ve zulüm
yapıldı. Binlerce başörtülü kadın işinden ve okulundan oldu. Yazanlar,
çizenler, konuşanlar mahkûm edilip ceza evlerine hapsedildi. Erkekler ise,
eşleri ya da annelerinin başörtülü olmaları nedeniyle baskıya maruz kaldılar.
İşte bu zorlu süreçte zulüm gören binlerce kişiden biri de ben ve ailem idi.
Kitapta 28 Şubat sürecinde, kendi hikâyemiz üzerinden Türkiye gerçeğini ortaya
koymaya çalıştık.
Siz de
cezaevinde kaldınız değil mi?
1997 yılında "Ulusal Heyecan Gecesi ve
Başörtüsü" isimli yazımdan dolayı 312. maddeden 20 ay hapis cezası aldım
ve Malatya E Tipi Cezaevi′ne hapsedildim. Daha sonra cezam onanınca yatmak
üzere serbest bırakıldım. Ardından 1999 yılında başörtüsü yasağı Malatya′da da
kendini hissettirmeye başlamıştı. Bu yasağa karşı düzenlenen eylemleri ailecek
destekliyorduk. Eylemler sırasında kızlarımdan Nurcihan 16, İntisar 17,
Nurulhak ise 18 yaşındaydı. Verdiğimiz destekler nedeniyle kızlarımla birlikte
E tipi cezaevine hapsedildik. Nihayetinde bizim de içinde bulunduğumuz bir
gruba 146/1 ve 146/2′den idam cezası istemiyle dâvâ açıldı.
Hukukun
hoyratça kullanıldığı bir adalet sisteminde idam edileceğinizi düşündünüz mü?
Koğuşta dışarıyla tek bağlantım olan gazeteleri
okurken "Başörtüsüne İdam" sürmanşetini okudum. Haberin detayında
ise, bizim de içinde bulunduğumuz bir grup için idam talep edildiğini gördüm.
Yıllardır Allah′a "Bizleri şehitler olarak katına al!" diye duâ ederdik.
Bu haber, bana şehadeti buram buram hissettirdi. Ancak bu girişimin İslâmî
camiayı baskı altına almaya ve gözdağı vermeye yönelik olduğu aşikârdı. Zaten
öyle de oldu; bu dâvâdan sonra başörtüsü yasağına karşı yapılan eylemler bıçak
gibi kesildi. Gazeteden okuduğum haberi kızlarıma bir "müjde" diye
haber verdim. Kızlarım idam talebini tekbirlerle karşıladılar. Fakat koğuşta
farklı suçlardan yatan kadınlar "Başörtüsüne idam mı istenir?"
diyerek, sanki bizler yarın idama gidiyormuşuz gibi, sinir krizleri geçirerek
ağladılar. Onları da teskin etmek bize düştü.
Kızlarınız
18 yaşından küçük olduğu halde yetişkin muamelesi mi gördüler? Suç ehliyeti
konusunda bir itirazınız olmadı mı?
Bu konuda itirazlarımız oldu, fakat tamamen
"orman kanunları"nın hakim olduğu bir süreci yaşıyorduk. Kimse
hukukla ilgilenmiyordu, ortada kanun falan yoktu. Keyfî uygulamalar hüküm
sürüyordu.
Bu
zulümlerin toplumun diğer kesimlerine anlatılabildiğini düşünüyor musunuz?
Hâlâ, "28 Şubat′ta dindarlar ne yaşadı ki?" diyen insanlara rastlamak
mümkün.
Hayır yeterince anlatıldığını düşünmüyorum. Bunun
bir nedeni, dindar camiaya mensup insanların içe kapalı yaşaması; vicdanı,
ahlâkı kendi malıymış gibi algılaması. Bu sebeple de 28 Şubat′ta yaşananları,
toplumun vicdan sahibi çok geniş bir kesimi tam olarak bilmiyor. İslâmî camia
12 Eylül ve 12 Mart′ta yaşananları ne kadar hissediyorsa, aynı şey onlar için
de geçerli.
Bu empati
eksikliğinin zamanla azaldığını düşünüyor musunuz?
Bundan birkaç yıl önce, sol çevrelerle 28 Şubat
yıl dönümünü anma toplantıları başladı. Dindar camianın yaşadığı sıkıntılar ve
zulümler anlatıldığında sol kesimden arkadaşlarımız "İyi ki anlattınız,
biz bunları bilmiyorduk!" tepkisini gösterdiler. Sol camia kendi yaşadığı
acıları, mücadeleleri belgeselleştirme, dizileştirme, kitaplaştırma konusunda
çok iyi bir yerdeler. Hatta bazı dindar gençler televizyonlarda yayınlanan
dizilerdeki sol karakterleri hak mücadelesinde kendilerine idol olarak
görebiliyorlar. Hâlbuki, dindarların da bir mücadele tarihi var. Fakat biz bu
mücadeleleri yeterince belgeselleştiremiyoruz. İşkenceye ve zulme maruz kalmış
insanlar başlarından geçenleri yazmıyorlar, konuşmuyorlar. Böyle yaparak
bizler, kendi ellerimizle mücadele tarihimizin üstünü örtmüş oluyoruz. Bu
nedenle "Başörtüsüne Özgürlük Yolunda Görülmüştür" kitabımı bir belge
olarak tarihe mal etmek için yazdım.
28 Şubat′ı
yargılama sürecinde ülkeyi kaosa sokmamak adına dâvâyı askıya almak düşüncesini
nasıl buluyorsunuz? İktidarın böyle bir düşünceyle hareket etmesi sizi üzer mi?
28 Şubat sürecinin inanılmaz acıları ve gözyaşları
sonucu bugünkü siyasî yelpaze oluştu. O günün mağduriyetleri bugünkü siyasî
yelpazeyi güçlü kıldı, var etti. 28 Şubat′ın mağduriyetleri üzerinden bir
yerlere gelen insanların dâvâ sürecini sonuna kadar götürmemeleri, mazlûmların
gözyaşlarına, duâlarına ihanet olur. 28 Şubat sürecini sonuna kadar götürmek ve
takip etmek zorundayız. Nasıl Ergenekon, Balyoz Dâvâları dallandırılıp
budaklandırılıp sonuca gitmiyorsa, sanki 28 Şubat dâvâsı da sulandırılma aşamasında…
Hele siyasîlerin, "Fazla üzerine gidilmesin" demesi "Yargıyı
askıya al" gibi işaret vermesidir. Halk, eğer sizi iktidar yaptıysa, bu
tür haksızlıkların üzerine gidilmesi için yapmıştır. Bu güne kadar iktidara
destek veren biri olarak, umutlarım çok kırıldı. Şu anda beklentiler
doğrultusunda bir irade oluşacağını düşünmüyorum. Bırakın 28 Şubat′ın
zalimlerinden hesap sorulmasını, bugün bizim kardeşlerimiz eliyle halkın çok
önemli bir kesimine 28 Şubat zulümleri uygulanmaya devam ediyor.
Ne kast
ettiğinizi biraz açar mısınız?
Devletin yazanlara, çizenlere, düşünenlere, farklı
görüş bildirenlere karşı refleksi değişmedi. Daha düne kadar basın
özgürlüğünden bahseden kardeşlerimizin, bugün bırakın sokakta ya da
üniversitede muhalif slogan atan gençlere tahammül etmelerini, farklı düşünce
beyan eden gazetecilere bile
katlanamıyorlar. Bu zulümlere kardeşlerimiz kendi elleri ve dilleriyle
müdahiller. Muhalif hiçbir söze, hiçbir kelimeye anlayış göstermiyorlar.
Türkiye′deki Kemalist sistem herkesi hizaya sokuyor ve zulmünü dindarlar eliyle
icra ediyor. Son seçimlere kadar iktidarı destekleyen biri olarak, "Keşke
′ustalık dönemi′ yaşanmasaydı, zulümler olmasaydı!" diyorum. Hiç olmazsa,
iyi bir hatıra olarak aklımızda kalırdı. Şimdi ise, toplumun her kesiminden birçok
insan kırgınlık ve umutsuzluk içinde.
Anlattığınız
bu kötü gidişatı neye bağlıyorsunuz?
Bu bir kişinin meselesi değil. Medyası, sermayesi,
kalemşörleri ve tabanıyla tüm İslâmî camianın meselesi… Bu tahammülsüz duruma
siyasî iktidarın söylemleri de eklenince, toplumsal huzursuzluk daha da
artıyor. Allah-ü Tealâ insanları yaratırken onlara akıl ve irade vermiş ve
onları "köle" değil "kul" olarak nitelemiş. Verdiği irade
ve akılla, Cenneti ve Cehennemi seçme hakkına sahip kılmış. Bizler Allah′ın
vermiş olduğu bu "derin özgürlük" karşısında, "herkes bizim gibi
düşünsün, hareket etsin" diyemeyiz. Bu vicdana ve yaratılışa aykırı!
28 Şubat′ta
başörtülülere küfreden bir çok gazetecinin başörtüsü özgürlükçüsü olmasını
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tövbekâr olmuşlar… Bu sadece onlar için değil,
İslâmî camia açısından da bir dönüşüme sebep oldu. 28 Şubat′ın dindarlara nefes
aldırmayan baskı ve zulmü bizleri özgürlükleri için mücadele eden "vicdan
sahibi solcular"la buluşturdu. 28 Şubatçılara teşekkür edeceğimiz bir
husus varsa, bizleri toplumun diğer adalet arayan kesimiyle buluşturmasıdır.
Adaleti savunan insanlarla birlikte haksızlıklara karşı hareket etmemize vesile
olmasıdır.
Tövbekâr
olan gazetecilerin en azından bazılarının samimî olduğunu düşünüyor musunuz?
Yoksa güç meselesi mi?
Gerçek anlamda vicdanî ve insanî duruşa sahip
insanların bulunduğuna bütün kalbimle inanıyorum. Fakat siyasî konjonktür ve
güç dengesi değiştiğinde, takındıkları özgürlükçü tavırları bir anda unutacak
bazı "etkin gazeteciler"in varlığı da bir gerçek.
28
Şubatçıların baskı ve zulümle de olsa dindarların hassasiyetlerini kırıp
sekülerleştirdiklerini, bu bakımdan bir zafer kazandıklarını düşünüyor musunuz?
"Ayağını taşa çarptığında bunu düşmanına mal
eden" bir anlayışı kabul etmek istemediğimi öncelikle belirtmek isterim.
Diğer kesimler gibi İslâmî camia da kendi özeleştirisini yeterince yapamadı;
"karşı tarafı eleştirme" kolaycılığına kaçtı. Bir kimse kendi nefsini
düzeltirse, Allah da onu düzeltir. Bir toplum kendini düzeltirse, Allah da onu
düzeltir. Onun için, temel referans noktalarımızı çok iyi bilerek, vicdanî ve
ahlâkî prensiplerimizden kopmadan yaşamak zorundayız. Bizlerin hayatına dinle
alâkası olmayan şeyler hâkim oldu, fakat "dindar" olarak anıldık.
Bugün Kur′ân′dan kopuk bir dindarlığın ortaya çıkardığı toplumsal sorunları
yaşıyoruz.
Yani
Müslümanların önce kendi nefislerine bakmalarını mı istiyorsunuz?
Genel dindarlık söylemi içinde geriye dönüp
baktığımda, kendi değişimimi gözlemleyebiliyorum. Gençlik çağında Kur′ân′la tanışmış biri
olarak, daha sonra gücüm yettiğince İslâm′ı yaşamaya çalıştım. Genel geçer
kurallar içinde bir çok hata da yaptığımın farkındayım. Daha insanî bir noktaya
"vahiy" ile içimdeki kirleri yıkayarak gelebildim. Bugün toplumda hâkim
olan dilin de farkındayım. Maalesef bizim insanımız, vahiyden ve vicdandan
kopuk bir dindarlığın içerisinde yaşadığı dönüşümlere mazeret ve kılıf bulmaya
çalışıyor.
28 Şubat
nihayete erdi mi?
Ermedi. Sadece insanların geçirdikleri dönüşüm
gibi, 28 Şubat da evrildi ve farklı versiyonu ile karşımızda duruyor.
Bu kadar
sertsiniz?
Cezaevlerinde binlerce genç var. Şahit olduğumuz
olaylardan yola çıkarak cezaevlerindeki "insanlık dışı muamele"nin
devam ettiğini söyleyebilirim. Binlerce genç, sebepli-sebepsiz hapsediliyor,
hapishanelerin çoğu derebeylik gibi müdür ve gardiyanların elinde, koğuşlar
baskına uğruyor, mahkûmlar hakarete maruz kalıyor, donma alâmetiyle doktora
gittiklerinde "Normaldir!" cevabını alıyorlar. Dövülmeleri, hücre
cezaları almaları son derece normalleşmiş vaziyette.
Galiba
oğlunuzun cezaevindeki tecrübelerinden yola çıkıyorsunuz?
Geçen sene Ramazan ayında oğlum, Doğu′da
silâhların susması için düzenlenen eyleme katılmak üzere Taksim′e gittiğinde,
alana ayak basar basmaz göz altına alındı. Tekirdağ 2 Numaralı F Tipi
Cezaevi′nde mahkûm olarak kaldı. Bu aşamada ziyaretine gidip gelirken şahit
olduğum şeyler var. Bunları cezaevi müdürüne iletmek istediğimde, gardiyanlar
bizleri müdürle görüştürmediler. Birkaç görüşme isteğimden sonra küçük çaplı
bir tartışma yaşandı. Yanımda bulunan, fakat tartışmaya katılmayan küçük oğlum
ve gelinim benimle birlikte cezaevinin tek taraflı yargısız infazına maruz
kaldı. Bana ve gelinime bir yıl, küçük oğluma altı ay görüş yasağı getirildi.
Şu an büyük oğlum hapisten çıkmış olmasaydı, ziyaretine gidemeyecektik. Hâl
böyle iken, ülkemizin doğusundan çocuklarını ziyarete gelen insanlar, yapılan
zulümler karşısında son derece sessiz ve suskunlar; çünkü itiraz etseler
çocuklarını görmekten mahrum kalabilirler. Yaşadığımız olaylardan sonra, hem
suçlu, hem güçlü olan cezaevi bizleri devlet görevlisine karşı gelmekten
mahkemeye vermiş. Eylül′ün 12′sinde mahkememiz var. Varın gerisini siz düşünün…
Dindarlar
açısından mağduriyetin giderildiğini düşünüyor musunuz?
Ülkede yaşanan zulmü yazdığımız için bazı dindar
gazeteciler hakkımızda karalama kampanyası başlatmış durumda. Âyet′te
söylendiği gibi "Zalimden başkasına düşmanlık yoktur." Hangi
inançtan, düşünceden, ırktan olursa olsun bizler mazlûmun hakkını savunmak
zorundayız. Zulme karışan abdestli, namazlı kardeşlerimiz de olsa İslâm onların
yanında yer almamızı istemez.
Bu
röportajın tamamı için aktif link yeniasyagazetesi