Son kitabınla
İmamın Ordusu adlı önceki kitabın arasındaki farkları anlatır mısın?
Şık: Bu kitap İmamın Ordusu’ndaki kimi konuları da kapsıyor
esasında. Ben cezaevindeyken yayımlanan kitap taslak bir çalışmaydı ve birtakım
hataları barındırıyordu. Yeni kitabın ilk bölümünde Gülen cemaati ile Milli
Görüş hareketini merkeze koyarak siyasi İslam’ın nasıl bir seyir izlediğini
anlatırken, o kitaptan, Cemaat’in emniyet içerisinde nasıl teşkilatlandığına
dair bazı bölümlerden yararlandım. İki kitap arasındaki esas fark şu: İmamın
Ordusu’nun kapsadığı dönemde AKP ile Cemaat arasında güçlü bir ittifak vardı.
Bu kitaptaysa bu ittifakın nasıl dağıldığını öne çıkardım.
Zaten kitabın
adından çok net bir şekilde AKP ile Gülen cemaatinin bir ittifak yaptığını
söylüyorsun. Bunu başlığı çıkartıp vurgulamayı neden ihtiyaç hissettin?
Şık: Çünkü çok önemli bir iktidar savaşı yaşanıyor. Türkiye
siyasetine yön veren üç güç var: Milli Görüş geleneğinden gelen hükümet, Gülen
cemaati ve Kürt hareketi. Bu üç bileşenden ikisi çok sert bir iktidar savaşına
tutuşmuş. Elbette bu savaşı anlatmak önemli. Çünkü önümüzdeki dönemde bu
savaşın siyaseti ve toplumu şekillendireceğini düşünüyorum.
Savaş o kadar
sert ki Türkiye hakkında yeni yeni okumalar yapan biri bu iki hareketin öteden
beri birbirine düşman olduğunu düşünür.
Şık: Gerçekten de geçmişten bu yana aralarında bir husumet var.
Tarihte tek bir kez bir çıkar ittifakı yapmışlar. 2007’ye gelene kadar herhangi
bir yan yana durma bile yok. Liderler düzeyinde yan yana durmamaya bile özen
gösteren bu iki hareket Türkiye’nin en güçlü ittifakına imza attılar ve sistemi
değiştirdiler. Dolayısıyla “geçmişten beri kavgalılar” demek hiç yanlış olmaz.
2007’den 2011’e kadar süren ittifak, ortak ya da tekil olarak düşmanların
ortadan kaldırılıp iktidar olmak için kuruldu. Kitaptaki çok şey birçokları
için çok bildik olabilir ama bu konuya uzak olanlara bu yapıların ne olduğunu
anlatmak istedim.
Neyi
kastediyorsun?
Şık: Üniversitede ders verirken sıklıkla görmüştüm. Yeni kuşak
Erdoğan ve AKP’yi veya Gülen ve cemaatini merkeze alarak siyasi bir duruş
belirliyor ki bunu çok sakıncalı görüyorum. Halbuki bir sistem sorunu söz
konusu. Bu nedenle kitapta bu yapıların nasıl oluştuklarını, nasıl var
olduklarını, esasında sistemin bunları ortaya çıkardığını anlatıyorum. Nefretse
nefreti, öfkeyse öfkeyi sisteme yöneltmek gerekiyor. Çünkü AKP iktidardan
gittiğinde, Gülen cemaati ortadan kalktığında mutlaka yerlerine başka yapılar
gelecek. Sistemle kurdukları bağ üzerinden bir muhalefet geliştirmek
gerektiğini düşünüyorum ki zaten AKP’yi bu kadar rakipsiz ve alternatifsiz
yapan şey muhalefetin bu yanlış politik hattan ilerlemesidir.
Birbirine uzak
olan iki yapı, sonra ittifak ve en sonunda savaş. Kitapta bu üç bölüm var. Bu
iki hareket neden birbirine yakın değillerdi?
Şık: Ergenekon soruşturması süreciyle Türkiye’de rejimin
değiştiğini veya eski vesayet odaklarının gücünün tırpanlandığını ve artık söz
sahibi olmadığını düşünüyorum. Yeni söz sahibi olanlar ise AKP ve Cemaat
ortaklığı ile kendini var eden yapılar. Eski iktidar odaklarının gözünde Milli
Görüş hareketi, Necmettin Erbakan şeriatçıydı. Onun karşısına panzehir olarak
da Gülen hareketi çıkarılmıştı. En büyük çatışma noktası bu. Fethullah Gülen’in
bilerek ve isteyerek bu rolü kabul ettiğini düşünüyorum. Milli Görüşçüler de
böyle düşünüyor. Kendi alternatifleri olarak Gülen cemaatinin
palazlandırıldığını düşündükleri için içlerinde bir yara var ve bu düzelmez.
Peki, buna
rağmen niye ittifak yaptılar?
Şık: Ergenekon soruşturma sürecinde bir takım “kullanışlı”
arkadaşlar gibi sadece iddianameyi yayımlayan gazetelere bakarak yorum
yapmamayı tercih ettim. Hem iddialara hem de savunmalara baktım. Üzerinde en çok
tantana kopartılan konu Özden Örnek’in günlükleri. O günlüklerdeki darbe
planlarını bir kenara bıraktığımızda, dönemin siyasi atmosferine dair analizler
de var orda. 2007’ye kadar var olan süreçte Erdoğan’ın çizdiği başbakan
portresi tıpkı geçmiştekiler gibi: askeri, iktidarın doğal bir ortağı olarak
kabul etmiş bir başbakan. Eskisiyle hiçbir farkı olmamasına rağmen Erdoğan,
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adayı olması sürecindeki gerilimde partisinin
diğerleri gibi kapatılacağını, kendi siyasi hayatının biteceğini fark ediyor.
Tam o noktada Gülen hareketi ile ortaklık başlıyor. Zaten Ergenekon sürecinin
hazırlıkları, önümüze konulan onca iddianın daha önce hükümet tarafından
bilindiğini ortaya çıktı. Bu süreç bir anda başlamadı. 27 Nisan muhtırası oluyor
ve birkaç ay içinde Türkiye’yi örümcek ağı gibi kuşatan bir soruşturma zinciri
başlıyor. Bu birkaç ay içerisinde yapılmış bir şey değil, birkaç yılda
hazırlanılmış bir süreçti. Gülen cemaatinin devlet bürokrasisindeki kadroları,
hükümeti düzenli olarak bilgilendiriyorlardı ve ellerinde dokümanları vardı.
Oradan yola çıkarak şanslarını denediler ve bence tutturdular.
Peki, bu iki
yapının yolları neden ayrıldı?
Şık: İktidar savaşı herkesi kirletir. Dolayısıyla bu iki odak da
kirli. MİT’in bu yol ayrılığında çok önemli bir konu olduğunu düşünüyorum.
Çünkü güvenlik bürokrasisinin diğer ayakları olan yargı, polis ve orduda
Cemaat’in ne kadar güçlü bir örgütlenmeye sahip olduğunu süreç bize kanıtladı.
Şu anda iktidarın kopardığı yaygara da bunun kanıtıdır. Tahmin ediyorum ki, en
az veya istedikleri düzeyde örgütlenemedikleri tek yer MİT idi. Oradan yürüyen
bir çatışma var. MİT’in kriminalleştirme sürecine tanık olduk. Ergenekon
soruşturmasında ve Kaşif Kozinoğlu’nu katarak söylüyorum, bizim yargılandığımız
davada 4-5 ayrı olayda MİT kriminal bir yapı gibi tasvir ediliyordu. Son 7
Şubat krizinde de gördük KCK üzerinden bir kriminalleştirme çabası olduğunu.
Cemaati var eden en önemli şey bilgi ve Türkiye’nin kara kutusu MİT’in
arşividir herhalde. Orayı ele geçirmek istiyorlardı ama buna izin verilmeyeceği
çıktı ortaya. Sonuçta iktidar odakları da düşmanlaştırdıkları kesimler hakkında
bilgiye sahipler. MİT de Gülen cemaatine karşı yapılan hazırlıklardan haberdar
olunmuş. O yüzden MİT kriminalleştirildi.
Peki, MİT’in
Erdoğan’ın Cemaat’e yönelik karşı operasyonun ana üssü olduğu iddialarına
katılıyor musun?
Şık: Bence doğru. Cemaatçi olduğu iddia edilen ve soruşturmalar
sırasında tutuklanan polislerle ilgili Cemaat medyasının bir tezi var. Diyorlar
ki, biz bunların hırsızlıklarını, yolsuzluklarını soruşturduğumuz için bizi
hedef gösterdiler. “Doğru.” Evet, yolsuzluk soruşturması nedeniyle hedef
oldular ama soruşturma sürecinde şöyle bir şey daha ortaya çıktı: 13 Aralık’ta
hükümet Gülen cemaati aleyhine bir soruşturma başlatmış. Ankara merkezli
yürüyen ana soruşturma 17 Aralık’tan birkaç gün önce başlatılmış. Tahminim şu
şekilde: Hükümet yolsuzluk soruşturmalarından haberdar oldu ve hemen Gülen
cemaati aleyhine soruşturma başlattı. Cemaat de bundan haberdar olunca 17
Aralık soruşturmasını öne çekmek zorunda kaldılar.
Peki, Fethullah
Gülen bu olayların neresinde?
Şık: Tam göbeğinde. Daha doğrusu lideri Gülen’dir.
Her şeyden
haberi olan, her şeyi yöneten…
Şık: Bilmem ne kentinde, bilmem ne operasyonu için Gülen’den
izin alınıyor değildir ama bilgi veriliyordur. Çünkü hem bu hareketin
sosyolojik, yani kriminal açıdan ilgi alanımızda olmayan sivil tabanıyla, o
tabanın önünü açmak için bir takım faaliyetler yürüten ve sivil olmayan
kanadının da lideri olduğunu düşünüyorum. Gülen’in her iki kanadı da
yönettiğini düşünüyorum.
Hoca iyi,
çevresi kötü fikrine katılmıyorsun?
Şık: Hoca da kötü, çevresi de kötü eğer böyle bir şey
söyleyeceksek. Bir suç örgütü tanımlıyorsak, bence Cemaat aleyhine çok pespaye
haberler yapılıyor ama o iddiaların birçoğunun doğru olduğunu yaşayarak
öğrendim. Birçok insan buna tanık oldu. Fethullah Gülen bu işlerin tam
göbeğinde bence. Eğer bir suç örgütü tanımlayacaksak Fethullah Gülen o örgütün
lideridir.
Peki, suç
örgütü mü?
Şık: Evet. Cemaat’in hepsi için söyleyemem bunu ama Cemaat’in
içerisinde bir suç örgütü, bir çete faaliyeti yürüten bir kanat var.
Buradan hareket
ile 17/25 Aralık operasyonlarını hükümet çevrelerinin dediği gibi bir darbe
olarak görüyor musun? Öcalan da bu fikirde biliyorsun.
Şık: Yolsuzluk soruşturmalarının bir takım siyasal hedeflerinin
olduğu doğru ama ben bunu darbe olarak nitelemem. Çünkü Türkiye’de AKP iktidarı
ve Cemaat’in büyük katkısıyla muhalif her hareket darbe girişimi, her muhalif
darbeci olarak nitelendirildi. Bu altı boş bir şeydir. Siyasi hedefi var mıydı?
Evet, vardı. Ben Erdoğansız bir AKP üzerinde çalışıldığını düşünüyorum. Eğer ki
AKP’nin yerine ikame edebilecekleri bir siyasi yapı olsaydı, CHP, MHP, BBP gibi
AKP iktidarını devrilmekten bahsedebiliriz ama bu seçimle olabilecek bir şey.
Seçimle gelen seçim ile gidecekse bunun adına darbe demem. Ama ortada bir suç
olduğuna herkes eminken, kamuoyunda kimse hükümetin yolsuzluk, hırsızlık ve
rüşvet batağında olmadığına inanmaz iken bunun adına darbe demeyi aklımızla
alay etmek olarak görüyorum.
Cemaat son
süreçte mecburen Erdoğan’a ve hükümete saldırmak durumunda mı kaldı yoksa
yanlış bir hesap ile mi Erdoğan ve hükümetine saldırdı? Erdoğan’ı tasfiye
edeceklerine inanıyorlar mıydı?
Şık: Soruna üç cevap var, üçü de evet aslında. Bir, Erdoğan’ın
tasfiye olacağına inanıyorlardı. İki, operasyonun başarıya ulaşacağını da
düşünüyorlardı. Üç, yanlış hesap var mıydı? Evet, vardı. Bunun hepsi içiçe
geçmiş. O dönemin Cemaat medyasının ve ona eklemlenen muhalefet partilerine ve
yayın organlarına baktığımızda ve yaklaşan yerel seçimleri düşünürsek herkes
AKP’nin tokat yiyeceğini düşünüyordu. Ben kişisel olarak böyle düşünmüyordum.
Herkes kendi siyasal ve sosyal çevresi üzerinden bir siyasi tahminde bulunuyor.
Bunu çok hatalı buluyorum. Anadolu ve oradaki seçmen kitlesi üzerinde kimse
durmuyor. Cemaat orada kendi tabanına güvendi. Cemaat seçimlere katkısının
yüzde 10 olduğu yönünde açıklamalarda bulundu. Bunun her zaman abartılı
olduğunu düşündüm. Zaten 7 Şubat 2012’de MİT’i hedef alan, nihai hedefi Erdoğan
olan soruşturmanın ardından Ankara kulislerinden öğrendiğim kadarıyla Erdoğan
üç ayrı kamuoyu araştırması yaptırmış Cemaat’in AKP’ye oy oranı bakımından katkısını
ölçmek için. Zaten tam da yerel seçim arifesinde böyle bir riski almasında
anket çalışmalarının etkisi vardır diye düşünüyorum. Cemaat şunu da gözden
kaçırdı: Cemaat ile AKP tabanları çok iç içe geçmiş durumda. Anadolu’daki bir
teyze veya amca “Müslüman bir iktidara bu da yapılmaz ki!” deyip Cemaat’ten
bağını kopartmış olabilir. Aynı kopuş AKP tabanında da oldu bana sorarsan.
Dürüst, dindar insanlar arasında ama oransal olarak eşit olduğu için AKP oy
kaybı yaşamadı. Bence sonuçları yanlış hesaplanmıştı. Hesabın şaşmasının önemli
bir nedeni operasyonun önceye çekilmesidir. Fezlekelerde delil olmamasından
bunu anlıyoruz. Bunu söyleyince AKP muhalifleri bana kızıyor. 25 Aralık
soruşturmasının hedefinde cumhuriyet tarihinin en güçlü aktörlerinden biri olan
Erdoğan var. Fezlekenin beşinci sayfasında şu yazıyor: “Şüphelilerin kamu
nüfuzu nedeniyle delil elde edilememiştir. Sadece teknik dinleme ve fiziki
takip yaptık.” Kusura bakmayın ama somut delil sunamıyorsan ve sadece telefon
konuşmalarıyla rıza üretmeye çalışıyorsan ben bunu hukuki bir belge olarak
göremem. O konuşmaları ihbar kabul eder delillendirme yoluna gidersin.
Zaten açılamadı
o dosya…
Şık: Delil olmadan hukuki bir süreç yönetemezsiniz. Ergenekon
süreciyle başlayan yargılama pratiği tam da böyleydi. Şaşırtıcı değil. Birine
suç atılıyor sonra da deniyor ki, hadi masum olduğunu kanıtla. Bence de iktidar
hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve talan batağında. Ama telefon konuşmalarında öte
somut delil sunamazsan o zaman sıkıntılıdır.
Tayyip
Erdoğan’a onlara göre daha zor hedefti.
Şık: Tabii ki Tayyip Erdoğan kolay değildi. Diğerleri daha kolay
hedeflerdi. Mesela Genelkurmay Başkanı olabilir. O da Erdoğan’dan daha kolay
bir hedefti. Çünkü Genelkurmay Başkanı yasama ve yürütmenin başında değil. Ama
hükümet olunca yasaları ve mevzuatları değiştirerek yargı süreçlerinin seyrini
değiştirdiler. Deliller karartıldı. Zaten yok olan ancak ortaya çıkması
muhtemel delilleri kararttılar. Dosyada olmasına izin verilmeyen deliller.
Sanıyorlardı ki Türkiye bir hukuk devleti, gerçekten tarafsız ve bağımsız savcı
ve hakimler var. Sandılar ki süreç hukuka uygun işleyecek. Kusura bakmayın bu
cumhuriyet tarihinde olan bir şey değil.
Senin öykünde
üç tane çarpıcı an var. Dokunan yanar dediğin an, cezaevinden çıkarken bu
komployu yapanlar buraya girecek çıkışın ve son olarak 14 Aralık operasyonu ile
ilgili attığın tweet. İlk ikisinde cemaat seni çok eleştirdi, sonuncusunda ise
seni hepimize örnek gösterdi.
Şık: Cemaat’in tüm bu hareketlerinde ortak tek bir özellik var:
samimiyetsizlik. Üçünde de samimi
değillerdi. Bana yönelik suçlamalarda bir samimiyet aramıyorum tabii ki çünkü
benimle ilgili sürecin planlayanların Cemaat unsurları olduğunu düşünüyorum.
Tabii AKP’nin verdiği siyasi destekle birlikte. Son operasyonda da,
tutuklanmadan önce de, benim tüm siyasal geçmişim boyunca durduğum yer hep
aynı. Arkadaşların durduğu yerde ise bir fark var ama o fark samimiyetten
kaynaklanmıyor. Şimdi Washington Post’ta Ekrem Dumanlı’nın yazıları
yayımlanıyor. Başta Zaman olmak üzere bütün Cemaat medyasında uzun zamandır
basın özgürlüğünün nasıl yüce bir değer olduğu üzerine değerlendirmeler
yapılıyor. Hepsinin altına imzamı atarım. Ama Cemaat’in bu demokratik değerleri
benimsediği için savunduğunu düşünmüyorum. Çünkü geçmişinle yüzleşmeden bunu
yapıyorsan ortada bir problem var demektir. Herkes eteğindeki taşı döksün,
sorumluluğu paylaşsın ve itiraf etsinler. İtirafçı olmaktan bahsetmiyorum,
özeleştiriden bahsediyorum. Eğer bunu yaparlarsa samimiyetten bahsedebiliriz.
Ahmet’ten, Mehmet’ten özür dilemek bir şey ifade etmiyor. Son yıllarda yaşanan
süreçteki haksızlıkları ben temsil etmiyorum ki! Ama bunu söylüyor olmak beni
AKP’ye de Cemaat’e de yanaştırmıyor. Orada Ekrem Dumanlı’yı veya Cemaat’i
savunmadım. Hukuku, mesleğimi savunmaya çalışıyorum. Çünkü bu operasyon önümüze
gelecek bir riski de barındırıyor. AKP eğer önündeki bütün engelleri ortadan
kaldırırsa bu ülke nasıl yaşanır hale gelecek bilmiyorum. Bu konuda çok ciddi
bir risk var ama sadece bu kaygıyla söylemedim. Basın ve ifade özgürlüğünün
önemine inanıyorum. Siyasi kimliği ne olursa olsun herkesin düşündüklerini
ifade etme hakkı olduğuna inanıyorum ama bu Zaman’ın mesleki olarak ayıplarını
örttüğü anlamına gelmesin.
Zamanında
sizlere ve birçok isme kurulan kumpasta Cemaat medyası da önemli bir rol
üstlenmedi mi?
Şık: Çok önemliydi. Şu anda AKP medyasının Ergenekon kelimesini
çıkartıp paralel kelimesini ekleyip yaptığı yayınların hepsinin aynısı Cemaat
medyasında Ergenekon kelimesi ile yapıldı. Cemaat şu anda kendi silahı ile
vuruluyor. Cemaat önemli bir aktördü ve zaten bu yüzden bir yüzleşmeden
bahsediyorum. Ama yine de söz konusu olan gazetecilikse konunun terör
mahkemesinin alanına girmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bana kızıyorlar ama böyle düşünüyorum.
Dani Rodrik
geçenlerde bir yazı yazdı. O dönemin gazetecilerini sürece göz yuman, yataklık
eden ve ortak olan şeklinde üçe ayırdı. Mağdurlardan biri olarak böyle bir
sınıflandırmaya katılıyor musun?
Şık: Yanlış bir sınıflama değil ama yine de o sınıflamaya rağmen
bu konuların meslek etiği üzerinden yargılanılması gerektiğini düşünüyorum.
Cemaat
kendileriyle ilgili eleştirisel çok kitap yazıldığını ama onların başlarına
hiçbir şey gelmediğini söylüyorlar. Hikmet Çetinkaya ismi en çok verilen
örneklerden biri mesela. Biz ne isteyelim Ahmet Şık’tan diyorlar.
Şık: Söyledikleri doğru değil. Burada da çok iyi bildikleri bir
şeyi yapıyorlar: manipülasyon. Evet, geçmişte böyle şeyler yapılmadı ama
saydıkları veya saymadıkları isimlerle ilgili kaç dava açıldığını biliyoruz.
Ayrıca, Cemaat hiçbir zaman bizim tutuklandığımız dönemdeki kadar güçlü
olmamıştı. Tutuklandığımız dönemde Cemaat bir iktidar ortağıydı. Sıfatı ne
olursa olsun herkesi tutuklayabiliyordu. Ayrıca, Ahmet, Soner, Ayşe üzerinden
topluma bir mesaj veriliyordu. “Bizden korkun” deniyordu. İkinci olarak,
hazırlamakta olduğum kitap basıldığı haliyle Cemaat hakkında bilinmedik bir şey
söylemiyordu. Fakat bir haber kaynağım MİT’in, Cemaat’in ele geçirilen dijital
arşivi üzerinden ciddi bir rapor hazırladığını ve bunu bana verebileceğini
söylemişti.
Devletin elinde
Gülen cemaatinin devlet içindeki örgütlenmesinin bilgileri vardı ve sen de bunu
yayınlayacaktın.
Şık: Bana verilen söz buydu. Kitabın taslak haline baktığınızda
Cemaat’in emniyette ve kısmen yargıda nasıl örgütlendiğini gösteren bir çalışma
vardı. Ergenekon ve MİT’in hazırladığı bu arşiv üzerinden bir şey
anlatılacaktı. Beni tutuklatan şeyin bu olduğunu düşünüyorum.
Yani şöyle mi
oldu: Sen haber kaynağından bu bilgileri alıp kitaba monte edecektin. Ve Cemaat
bunu öğrenip bunu engelledi.
Şık: Kesinlikle öyle. Ben tutuklanmadan önce avukatım Fikret Abi
(İlkiz) “hakkında çok şaibe çıkartıyorlar ve çıkartacaklar, kitabı bitirmeyi
bekleme, taslak halinde bas gitsin. İnsanlar senin nerede durduğunu anlasın”
dedi. “Tamam” dedim ama bir şey beklediğimi de söyledim. Açıkça da
söylemiyordum telefonda ama söylesem olurmuş. Zaten biliyorlarmış. Zekeriya Öz
sorguda sürekli “o beklediğin şey ne?” diye sordu. Sana ne? Bir defa senin
haddin değil onu sormak. Ama o soru neden Zekeriya Öz’ün karşısına çıkartıldığımı
gösterdi.
Fikret İlkiz
ile yaptığın telefon konuşması…
Şık: Evet, zaten yasal olarak ben sekiz gün dinlenmiş
gözüküyorum. Hatta o dinlemelerin içinde Nazlı Ilıcak da vardı ama Ilıcak’ın
“ben böyle bir şey olduğuna inanmıyorum” sözleri çıkartılmış. Alper Görmüş’ün
sözleri de var. Onların hepsini
cımbızlamışlar. Beni suçlu gösterecek konuşmaları cımbızlayarak koymuşlar. Bana
ısrarla “o şey ne?” sorusunu sordular. Bu arada Fikret İlkiz bana “kitabı bir
an önce yayınla. İnsanlar senin siyasi duruşunu öğrensin” dediği için davanın
gizli sanığıydı. Fikret Abi’yi de hedef almışlardı. Bana dediler ki, “Fikret
kim?” Fikret İlkiz yanımda, Zekeriya Öz ile karşı karşıyayız ve bana “Fikret
kim?” diye soru sordu.
Biliyor…
Şık: Tabii ki biliyor. Ben Fikret Abi’ye döndüm ve gülümsedim.
Fikret Abi de “ben oluyorum” dedi. Şimdi Zekeriya Öz’ün ne kadar iyi bir
hukukçu olduğuna dair yorumlar yapılıyor. Niye? Sadece iktidarı hedef alan bir
soruşturmaya imza attı diye. Kusura bakmayın, Zekeriya Öz ve avenesi yolsuzluk
soruşturmalarında hukuk insanı ise Ergenekon süreçlerinde de hukuk insanıdır.
Ergenekon ve yolsuzluk soruşturmalarının yürütülmesinde hukuksuzluk açısından
bir fark yok. Ama bunu söylüyor olmak ne Ergenekon’daki bir takım iddiaları
geçersiz kılar ne de yolsuzluk soruşturmalarını.
Cemaat ve
hükümet savaşı ile beraber Cemaat’i sevmeyenler hükümete, hükümeti sevmeyenler
Cemaat’e yaklaştı. Burada ortada bir yerde durabilmek kolay oluyor mu?
Şık: Elbette, hele sosyal medyanın bu kadar yaygın olduğu ve
linç için kullanıldığı bir ortamda elbette çok zor. Kamusal işi olanların
söyleyeceklerinin karşısındaki insanın sıfatına göre değişmemesi gerektiğini
düşünüyorum. Kendi adıma bunu yapmaya çalışıyorum. Linç ediliyorum ama önemli
değil. Dik durmaya çalışıyorum. Prensip denilen şey önemli.
İki tane
bildiri imzalandı. Basın özgürlüğü ve daha genel olarak demokrasi ve hukuk
devleti konularında. Belli ki, Cemaat’in
organize ettiği şeylerdi...
Şık: Bunlara imza atmam. O bildirilerde bahsedilen değerler
elbette önemli ama oradaki imzacılardan daha önce takındıkları tutumları
sorgulanmaya değer olan birçok isim sayabiliriz. Ne Cemaat’in bildirisinde
olurum ne de oradaki bazı insanlarla yan yana dururum.
Oradaki sorun
neydi?
Şık: 2007’den beri başlayan tüm siyasi davalar sürecinde bu
insanların takındığı tutum sürekli zikzaklı ise orada bir problem var. Tüm
davaların ortak noktası şu: Hukuksuzluk var mı? Evet, var. Ama herkes sanığın
kim olduğuna göre tutum belirlemeye çalıştı. Hanefi Avcı işkenceci mi? Evet ama
Avcı işkence davasından yargılanmıyor. Ben Avcı’nın işkenceci olduğunu ilk
haber yapan kişiyim ve hakkında bu suçtan dava açılsa aleyhinde tanıklık
yaparım. Ergenekon soruşturmalarında kamu vicdanında suçlu olduğu düşünülen ve
öyle olduğuna inandığım isimlerin bu davalarda hukuksuzluk ve haksızlık
yaşadığına inanıyorum. Herkes gerçek suçundan yargılanmalı. Arkadaşlar şöyle
düşündü: “Askeri vesayet bir zayıflasın, nasıl olsa sivillerle uğraşmak daha
kolay.” O sivil dediğimiz insanların kafalarında apolet var. Eski
vesayetçilerden daha ağır vesayetçi
oldukları ortaya çıktı. Haydi halledin bakalım! Halledemiyorlar.
Yaşadığın
süreçte olumlu ve olumsuz sürprizler yaşamış olmalısın...
Şık: Tabii ki. Nedim bana hep “senin için hayat daha zor, çünkü
benim savunacağını düşündüğüm insanlar açısından ben hiç sürpriz yaşamadım. Ama
senin için öyle değil yıllardır omuz omuza yürüdüğün insanlar sana kazık attı”
demişti. Buna çok taktım mı? Evet beni çok yaralayan şeyler oldu. Ama işimiz dolayısıyla
ya da değil, siyasi özne olarak da kendimizi var ediyoruz. Bu kadar
ahlaksızlaşabilmesini, kendine sosyalist diyen insanlar açısından bu kadar
yanar döner bir yerde olmayı biraz yaralayıcı buldum elbette. Bizim
tutuklanmamız turnusol oldu. Ahmet-Nedim meselesi üzerinden konuştu herkes. Ama
önemli olan Ahmet-Nedim meselesinde değil, sürecin genelinde ne dediği
önemlidir. AKP’ye yanaşmalık yapanların büyük çoğunluğu, benim bir darbeci,
Ergenekoncu, suçlu olduğumu savunuyorlardı. Şimdi bizim üzerimizden Cemaat’e
yükleniyorlar. Dönemin başbakanın deyişiyle, “ulan hepiniz ordaydınız.” Midem
bulanıyor bunlardan. Çok ahlaksızca buluyorum. Cemaatin bana dair yaptığı
özeleştiriyi samimiyetsiz bulduğum kadar bunu da samimiyetsiz buluyorum. Öte
yandan özeleştiri de yok. Kimse benden özür dilemesin. Ben bunu istemiyorum.
2007’den bugüne kim mağdur edildiyse ki bu mağdurların birkaç bini hâlâ
cezaevinde, KCK davasından, ki bu davada diğer tüm davalardaki kadar büyük
hukuksuzluklar yaşandı ama bunlardan konuşan yok. Kürt siyasal hareketi de
dahil. Ahmet’ten Nedim’den özür dileme furyası var. Gidin hayatımdan, özür
istemiyorum. Çok ahlaksız ve samimiyetsiz buluyorum. Yok “kullanılmışım”, yok
“aptalmışım” sözlerini bıraksınlar. Aklımla alay etmesinler. Cemaat’in de AKP’nin
de ne mal olduğunu biliyorum. Beni kandırmak mümkün değil. Kananın da aklından
şüphe ederim.
Peki bu savaş
nereye varacak?
Şık: AKP kendini siyaseten var eden bir yapı. Ve 2002
seçimlerinde, kendisinden önceki hükümet olmuş partilerin hepsini siyasetin
çöplüğüne gönderdi. Aynı risk AKP için de geçerli. Ki bence bu olacak. Cemaat
ise, bizim tutuklandığımız döneme kıyasla, gücü 20 yıl geriye gitti, ki bu iyi
bir şey. Umarım gücü daha da zayıflar. Ama kendini dindarlık üzerinden var eden
sivil toplum kuruluşu olarak kalıcı olacağını düşünüyorum. Ayrıca devlet içinde
de Cemaat’i temizlemek mümkün değil. Çünkü Cemaat hiçbir zaman hükümet olmak
gibi bir kaygı taşımıyor. Devletin içerisinde olmak onun için daha önemli.
Devletin tüm kılcal damarlarına sızmış.
Bu operasyonlar
cemaati devletten tasfiye mi ediyor?
Şık: Çok ciddi bir tasfiye var. Buna şüphe yok. Cemaat 28
Şubat’ta gördüğünden daha ağır bir darbe yaşıyor. Bürokrasideki örgütlenmesi
çok ciddi darbe yedi. Ama bu kadroları tamamen temizlemek mümkün değil. Sadece
kritik görevlerden uzaklaştırılıyor. Cemaat’in en büyük zenginliği insan
kaynağı.
Peki ordudaki
yapılanması?
Şık: Bunu Yüksek Askeri Şura toplantılarında göreceğiz. Ordu
içinde kuvvetli olduğunu şuradan yola çıkarak anlıyorum. Geçmişte hep dini
görüşleri nedeniyle tasfiye edilenleri gördüğümüzde, ordunun içinde
örgütlenemediğini sanırdık. Fakat bunun balon olduğu ortaya çıktı. Bütün
Ergenekon sürecinde delil diye önümüze sunulanları, onların nasıl
hazırlandığını gördüğümüzde, ordunun içinde ciddi bir Cemaat örgütlenmesi
olduğunu söyleyebiliriz.
Ergenekon
sürecinde bazı askerlerin polisle işbirliği yaptığını mı söylüyorsun?
Şık: Kesinlikle. Bir kısmı da kendisini kurtarmak için işbirliği
yapmış. Ama onların bazıları da daha sonra cezaevine girdiler, işbirliği yapmış
olmalarına rağmen. Ama daha acı olan şu: Ergenekon sürecinde mağdur olanlar,
şimdi iktidar medyasında Cemaat’e vurmak için boy gösteriyorlar. Kusura
bakmasınlar bunu da hiç haysiyetli bir şey olarak görmüyorum. Bir kere biz bu
savaşta taraf olmak zorunda değiliz. Tarafların ne olduğunu bilerek, ikisinin
de suçunu söylemek bizim görevimiz olmalı.
Komplonun esas
faili olarak cemaati gördükleri için yapıyor olabilirler mi?
Şık: Evet asıl fail özünde Cemaat. Ama bu tarz hiçbir suç
örgütü, arkasına siyasal destek almadan bunu yapamaz. Bakın AKP siyasi desteği
çektiği anda, bu işler bitti. Bu kadar basit. AKP burada en az Cemaat kadar
önemli bir aktör, siyasal destekçisi. Bundan daha önemli bir şey olabilir mi?
Her hukuksuzluğu savundu. Tutuklanmamızın üstünden daha 1 ay geçmeden, Başbakan
“bazı kitaplar bombadan tehlikelidir” diye açıklama yapıyor. Bizim duruşmamızın
olduğu her mahkemeden önce, Erdoğan’ın gazeteciler için terörist diye
açıklaması var. Bunun üzerine hangi heyet size serbest bırakır? Şimdi de bizim
üzerimizden Cemaat’e vurmaya çalışıyorlar. İkisi de işbirliği ile, kendi
önlerini açmak için her şeyi yaptılar. Dolayısıyla taraflardan birinin daha
fazla nefret öznesi olmasına gerek yok. Öfken varsa ikisine de yönelteceksin.
Sadece ezilene yöneltiyorsan bunun adı güçlü olana yamanmaktır. Aynı şekilde
kendine “aydın, demokrat” vs. diyenler var ya Onların durumuna düşersin. Bu
savaş ilk başladığında bu insanların bocaladıkları dönem çok komikti, “kim
kazanacak, kime yanaşsak” bocalamalarına çok gülüyordum. Bazıları da ara
bulmaya çalışıyordu. Bazıları da Cemaat’in kendilerini nasıl kandırdığını söylüyor.
Ortada kanma kandırılma durumu yok. Ortada bir çıkar çatışması var. Ve
çıkarlarına göre pozisyon almaya çalışıyorsun, durum bu kadar basit.
Röportaj
kaynağı için Ruşen Çakır