“Gidin hayatımdan, özür filan istemiyorum!” - Ahmet Şık ile söyleşi:

“Gidin hayatımdan, özür filan istemiyorum!” - Ahmet Şık ile söyleşi:
Rüşen ÇAKIR, Gazeteci Ahmet Şık ile “Paralel Yürüdük Biz Bu yollarda” adlı yeni kitabından hareketle AKP hükümeti ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki savaş üzerine yaptığı söyleşi:10.01.2015 11:22


 

Son kitabınla İmamın Ordusu adlı önceki kitabın arasındaki farkları anlatır mısın?

 

Şık: Bu kitap İmamın Ordusu’ndaki kimi konuları da kapsıyor esasında. Ben cezaevindeyken yayımlanan kitap taslak bir çalışmaydı ve birtakım hataları barındırıyordu. Yeni kitabın ilk bölümünde Gülen cemaati ile Milli Görüş hareketini merkeze koyarak siyasi İslam’ın nasıl bir seyir izlediğini anlatırken, o kitaptan, Cemaat’in emniyet içerisinde nasıl teşkilatlandığına dair bazı bölümlerden yararlandım. İki kitap arasındaki esas fark şu: İmamın Ordusu’nun kapsadığı dönemde AKP ile Cemaat arasında güçlü bir ittifak vardı. Bu kitaptaysa bu ittifakın nasıl dağıldığını öne çıkardım.

 

Zaten kitabın adından çok net bir şekilde AKP ile Gülen cemaatinin bir ittifak yaptığını söylüyorsun. Bunu başlığı çıkartıp vurgulamayı neden ihtiyaç hissettin?

 

Şık: Çünkü çok önemli bir iktidar savaşı yaşanıyor. Türkiye siyasetine yön veren üç güç var: Milli Görüş geleneğinden gelen hükümet, Gülen cemaati ve Kürt hareketi. Bu üç bileşenden ikisi çok sert bir iktidar savaşına tutuşmuş. Elbette bu savaşı anlatmak önemli. Çünkü önümüzdeki dönemde bu savaşın siyaseti ve toplumu şekillendireceğini düşünüyorum.

 

Savaş o kadar sert ki Türkiye hakkında yeni yeni okumalar yapan biri bu iki hareketin öteden beri birbirine düşman olduğunu düşünür.

 

Şık: Gerçekten de geçmişten bu yana aralarında bir husumet var. Tarihte tek bir kez bir çıkar ittifakı yapmışlar. 2007’ye gelene kadar herhangi bir yan yana durma bile yok. Liderler düzeyinde yan yana durmamaya bile özen gösteren bu iki hareket Türkiye’nin en güçlü ittifakına imza attılar ve sistemi değiştirdiler. Dolayısıyla “geçmişten beri kavgalılar” demek hiç yanlış olmaz. 2007’den 2011’e kadar süren ittifak, ortak ya da tekil olarak düşmanların ortadan kaldırılıp iktidar olmak için kuruldu. Kitaptaki çok şey birçokları için çok bildik olabilir ama bu konuya uzak olanlara bu yapıların ne olduğunu anlatmak istedim.

 

Neyi kastediyorsun?

 

Şık: Üniversitede ders verirken sıklıkla görmüştüm. Yeni kuşak Erdoğan ve AKP’yi veya Gülen ve cemaatini merkeze alarak siyasi bir duruş belirliyor ki bunu çok sakıncalı görüyorum. Halbuki bir sistem sorunu söz konusu. Bu nedenle kitapta bu yapıların nasıl oluştuklarını, nasıl var olduklarını, esasında sistemin bunları ortaya çıkardığını anlatıyorum. Nefretse nefreti, öfkeyse öfkeyi sisteme yöneltmek gerekiyor. Çünkü AKP iktidardan gittiğinde, Gülen cemaati ortadan kalktığında mutlaka yerlerine başka yapılar gelecek. Sistemle kurdukları bağ üzerinden bir muhalefet geliştirmek gerektiğini düşünüyorum ki zaten AKP’yi bu kadar rakipsiz ve alternatifsiz yapan şey muhalefetin bu yanlış politik hattan ilerlemesidir.

 

Birbirine uzak olan iki yapı, sonra ittifak ve en sonunda savaş. Kitapta bu üç bölüm var. Bu iki hareket neden birbirine yakın değillerdi?

 

Şık: Ergenekon soruşturması süreciyle Türkiye’de rejimin değiştiğini veya eski vesayet odaklarının gücünün tırpanlandığını ve artık söz sahibi olmadığını düşünüyorum. Yeni söz sahibi olanlar ise AKP ve Cemaat ortaklığı ile kendini var eden yapılar. Eski iktidar odaklarının gözünde Milli Görüş hareketi, Necmettin Erbakan şeriatçıydı. Onun karşısına panzehir olarak da Gülen hareketi çıkarılmıştı. En büyük çatışma noktası bu. Fethullah Gülen’in bilerek ve isteyerek bu rolü kabul ettiğini düşünüyorum. Milli Görüşçüler de böyle düşünüyor. Kendi alternatifleri olarak Gülen cemaatinin palazlandırıldığını düşündükleri için içlerinde bir yara var ve bu düzelmez.

 

Peki, buna rağmen niye ittifak yaptılar?

 

Şık: Ergenekon soruşturma sürecinde bir takım “kullanışlı” arkadaşlar gibi sadece iddianameyi yayımlayan gazetelere bakarak yorum yapmamayı tercih ettim. Hem iddialara hem de savunmalara baktım. Üzerinde en çok tantana kopartılan konu Özden Örnek’in günlükleri. O günlüklerdeki darbe planlarını bir kenara bıraktığımızda, dönemin siyasi atmosferine dair analizler de var orda. 2007’ye kadar var olan süreçte Erdoğan’ın çizdiği başbakan portresi tıpkı geçmiştekiler gibi: askeri, iktidarın doğal bir ortağı olarak kabul etmiş bir başbakan. Eskisiyle hiçbir farkı olmamasına rağmen Erdoğan, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adayı olması sürecindeki gerilimde partisinin diğerleri gibi kapatılacağını, kendi siyasi hayatının biteceğini fark ediyor. Tam o noktada Gülen hareketi ile ortaklık başlıyor. Zaten Ergenekon sürecinin hazırlıkları, önümüze konulan onca iddianın daha önce hükümet tarafından bilindiğini ortaya çıktı. Bu süreç bir anda başlamadı. 27 Nisan muhtırası oluyor ve birkaç ay içinde Türkiye’yi örümcek ağı gibi kuşatan bir soruşturma zinciri başlıyor. Bu birkaç ay içerisinde yapılmış bir şey değil, birkaç yılda hazırlanılmış bir süreçti. Gülen cemaatinin devlet bürokrasisindeki kadroları, hükümeti düzenli olarak bilgilendiriyorlardı ve ellerinde dokümanları vardı. Oradan yola çıkarak şanslarını denediler ve bence tutturdular.

 

Peki, bu iki yapının yolları neden ayrıldı?

 

Şık: İktidar savaşı herkesi kirletir. Dolayısıyla bu iki odak da kirli. MİT’in bu yol ayrılığında çok önemli bir konu olduğunu düşünüyorum. Çünkü güvenlik bürokrasisinin diğer ayakları olan yargı, polis ve orduda Cemaat’in ne kadar güçlü bir örgütlenmeye sahip olduğunu süreç bize kanıtladı. Şu anda iktidarın kopardığı yaygara da bunun kanıtıdır. Tahmin ediyorum ki, en az veya istedikleri düzeyde örgütlenemedikleri tek yer MİT idi. Oradan yürüyen bir çatışma var. MİT’in kriminalleştirme sürecine tanık olduk. Ergenekon soruşturmasında ve Kaşif Kozinoğlu’nu katarak söylüyorum, bizim yargılandığımız davada 4-5 ayrı olayda MİT kriminal bir yapı gibi tasvir ediliyordu. Son 7 Şubat krizinde de gördük KCK üzerinden bir kriminalleştirme çabası olduğunu. Cemaati var eden en önemli şey bilgi ve Türkiye’nin kara kutusu MİT’in arşividir herhalde. Orayı ele geçirmek istiyorlardı ama buna izin verilmeyeceği çıktı ortaya. Sonuçta iktidar odakları da düşmanlaştırdıkları kesimler hakkında bilgiye sahipler. MİT de Gülen cemaatine karşı yapılan hazırlıklardan haberdar olunmuş. O yüzden MİT kriminalleştirildi.

 

Peki, MİT’in Erdoğan’ın Cemaat’e yönelik karşı operasyonun ana üssü olduğu iddialarına katılıyor musun?

 

Şık: Bence doğru. Cemaatçi olduğu iddia edilen ve soruşturmalar sırasında tutuklanan polislerle ilgili Cemaat medyasının bir tezi var. Diyorlar ki, biz bunların hırsızlıklarını, yolsuzluklarını soruşturduğumuz için bizi hedef gösterdiler. “Doğru.” Evet, yolsuzluk soruşturması nedeniyle hedef oldular ama soruşturma sürecinde şöyle bir şey daha ortaya çıktı: 13 Aralık’ta hükümet Gülen cemaati aleyhine bir soruşturma başlatmış. Ankara merkezli yürüyen ana soruşturma 17 Aralık’tan birkaç gün önce başlatılmış. Tahminim şu şekilde: Hükümet yolsuzluk soruşturmalarından haberdar oldu ve hemen Gülen cemaati aleyhine soruşturma başlattı. Cemaat de bundan haberdar olunca 17 Aralık soruşturmasını öne çekmek zorunda kaldılar.

 

Peki, Fethullah Gülen bu olayların neresinde?

 

Şık: Tam göbeğinde. Daha doğrusu lideri Gülen’dir.

 

Her şeyden haberi olan, her şeyi yöneten…

 

Şık: Bilmem ne kentinde, bilmem ne operasyonu için Gülen’den izin alınıyor değildir ama bilgi veriliyordur. Çünkü hem bu hareketin sosyolojik, yani kriminal açıdan ilgi alanımızda olmayan sivil tabanıyla, o tabanın önünü açmak için bir takım faaliyetler yürüten ve sivil olmayan kanadının da lideri olduğunu düşünüyorum. Gülen’in her iki kanadı da yönettiğini düşünüyorum.

 

Hoca iyi, çevresi kötü fikrine katılmıyorsun?

 

Şık: Hoca da kötü, çevresi de kötü eğer böyle bir şey söyleyeceksek. Bir suç örgütü tanımlıyorsak, bence Cemaat aleyhine çok pespaye haberler yapılıyor ama o iddiaların birçoğunun doğru olduğunu yaşayarak öğrendim. Birçok insan buna tanık oldu. Fethullah Gülen bu işlerin tam göbeğinde bence. Eğer bir suç örgütü tanımlayacaksak Fethullah Gülen o örgütün lideridir.

 

Peki, suç örgütü mü?

 

Şık: Evet. Cemaat’in hepsi için söyleyemem bunu ama Cemaat’in içerisinde bir suç örgütü, bir çete faaliyeti yürüten bir kanat var.

 

Buradan hareket ile 17/25 Aralık operasyonlarını hükümet çevrelerinin dediği gibi bir darbe olarak görüyor musun? Öcalan da bu fikirde biliyorsun.

 

Şık: Yolsuzluk soruşturmalarının bir takım siyasal hedeflerinin olduğu doğru ama ben bunu darbe olarak nitelemem. Çünkü Türkiye’de AKP iktidarı ve Cemaat’in büyük katkısıyla muhalif her hareket darbe girişimi, her muhalif darbeci olarak nitelendirildi. Bu altı boş bir şeydir. Siyasi hedefi var mıydı? Evet, vardı. Ben Erdoğansız bir AKP üzerinde çalışıldığını düşünüyorum. Eğer ki AKP’nin yerine ikame edebilecekleri bir siyasi yapı olsaydı, CHP, MHP, BBP gibi AKP iktidarını devrilmekten bahsedebiliriz ama bu seçimle olabilecek bir şey. Seçimle gelen seçim ile gidecekse bunun adına darbe demem. Ama ortada bir suç olduğuna herkes eminken, kamuoyunda kimse hükümetin yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet batağında olmadığına inanmaz iken bunun adına darbe demeyi aklımızla alay etmek olarak görüyorum.

 

Cemaat son süreçte mecburen Erdoğan’a ve hükümete saldırmak durumunda mı kaldı yoksa yanlış bir hesap ile mi Erdoğan ve hükümetine saldırdı? Erdoğan’ı tasfiye edeceklerine inanıyorlar mıydı?

 

Şık: Soruna üç cevap var, üçü de evet aslında. Bir, Erdoğan’ın tasfiye olacağına inanıyorlardı. İki, operasyonun başarıya ulaşacağını da düşünüyorlardı. Üç, yanlış hesap var mıydı? Evet, vardı. Bunun hepsi içiçe geçmiş. O dönemin Cemaat medyasının ve ona eklemlenen muhalefet partilerine ve yayın organlarına baktığımızda ve yaklaşan yerel seçimleri düşünürsek herkes AKP’nin tokat yiyeceğini düşünüyordu. Ben kişisel olarak böyle düşünmüyordum. Herkes kendi siyasal ve sosyal çevresi üzerinden bir siyasi tahminde bulunuyor. Bunu çok hatalı buluyorum. Anadolu ve oradaki seçmen kitlesi üzerinde kimse durmuyor. Cemaat orada kendi tabanına güvendi. Cemaat seçimlere katkısının yüzde 10 olduğu yönünde açıklamalarda bulundu. Bunun her zaman abartılı olduğunu düşündüm. Zaten 7 Şubat 2012’de MİT’i hedef alan, nihai hedefi Erdoğan olan soruşturmanın ardından Ankara kulislerinden öğrendiğim kadarıyla Erdoğan üç ayrı kamuoyu araştırması yaptırmış Cemaat’in AKP’ye oy oranı bakımından katkısını ölçmek için. Zaten tam da yerel seçim arifesinde böyle bir riski almasında anket çalışmalarının etkisi vardır diye düşünüyorum. Cemaat şunu da gözden kaçırdı: Cemaat ile AKP tabanları çok iç içe geçmiş durumda. Anadolu’daki bir teyze veya amca “Müslüman bir iktidara bu da yapılmaz ki!” deyip Cemaat’ten bağını kopartmış olabilir. Aynı kopuş AKP tabanında da oldu bana sorarsan. Dürüst, dindar insanlar arasında ama oransal olarak eşit olduğu için AKP oy kaybı yaşamadı. Bence sonuçları yanlış hesaplanmıştı. Hesabın şaşmasının önemli bir nedeni operasyonun önceye çekilmesidir. Fezlekelerde delil olmamasından bunu anlıyoruz. Bunu söyleyince AKP muhalifleri bana kızıyor. 25 Aralık soruşturmasının hedefinde cumhuriyet tarihinin en güçlü aktörlerinden biri olan Erdoğan var. Fezlekenin beşinci sayfasında şu yazıyor: “Şüphelilerin kamu nüfuzu nedeniyle delil elde edilememiştir. Sadece teknik dinleme ve fiziki takip yaptık.” Kusura bakmayın ama somut delil sunamıyorsan ve sadece telefon konuşmalarıyla rıza üretmeye çalışıyorsan ben bunu hukuki bir belge olarak göremem. O konuşmaları ihbar kabul eder delillendirme yoluna gidersin.

 

Zaten açılamadı o dosya…

 

Şık: Delil olmadan hukuki bir süreç yönetemezsiniz. Ergenekon süreciyle başlayan yargılama pratiği tam da böyleydi. Şaşırtıcı değil. Birine suç atılıyor sonra da deniyor ki, hadi masum olduğunu kanıtla. Bence de iktidar hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve talan batağında. Ama telefon konuşmalarında öte somut delil sunamazsan o zaman sıkıntılıdır.

 

Tayyip Erdoğan’a onlara göre daha zor hedefti.

 

Şık: Tabii ki Tayyip Erdoğan kolay değildi. Diğerleri daha kolay hedeflerdi. Mesela Genelkurmay Başkanı olabilir. O da Erdoğan’dan daha kolay bir hedefti. Çünkü Genelkurmay Başkanı yasama ve yürütmenin başında değil. Ama hükümet olunca yasaları ve mevzuatları değiştirerek yargı süreçlerinin seyrini değiştirdiler. Deliller karartıldı. Zaten yok olan ancak ortaya çıkması muhtemel delilleri kararttılar. Dosyada olmasına izin verilmeyen deliller. Sanıyorlardı ki Türkiye bir hukuk devleti, gerçekten tarafsız ve bağımsız savcı ve hakimler var. Sandılar ki süreç hukuka uygun işleyecek. Kusura bakmayın bu cumhuriyet tarihinde olan bir şey değil.

 

Senin öykünde üç tane çarpıcı an var. Dokunan yanar dediğin an, cezaevinden çıkarken bu komployu yapanlar buraya girecek çıkışın ve son olarak 14 Aralık operasyonu ile ilgili attığın tweet. İlk ikisinde cemaat seni çok eleştirdi, sonuncusunda ise seni hepimize örnek gösterdi.

 

Şık: Cemaat’in tüm bu hareketlerinde ortak tek bir özellik var: samimiyetsizlik.  Üçünde de samimi değillerdi. Bana yönelik suçlamalarda bir samimiyet aramıyorum tabii ki çünkü benimle ilgili sürecin planlayanların Cemaat unsurları olduğunu düşünüyorum. Tabii AKP’nin verdiği siyasi destekle birlikte. Son operasyonda da, tutuklanmadan önce de, benim tüm siyasal geçmişim boyunca durduğum yer hep aynı. Arkadaşların durduğu yerde ise bir fark var ama o fark samimiyetten kaynaklanmıyor. Şimdi Washington Post’ta Ekrem Dumanlı’nın yazıları yayımlanıyor. Başta Zaman olmak üzere bütün Cemaat medyasında uzun zamandır basın özgürlüğünün nasıl yüce bir değer olduğu üzerine değerlendirmeler yapılıyor. Hepsinin altına imzamı atarım. Ama Cemaat’in bu demokratik değerleri benimsediği için savunduğunu düşünmüyorum. Çünkü geçmişinle yüzleşmeden bunu yapıyorsan ortada bir problem var demektir. Herkes eteğindeki taşı döksün, sorumluluğu paylaşsın ve itiraf etsinler. İtirafçı olmaktan bahsetmiyorum, özeleştiriden bahsediyorum. Eğer bunu yaparlarsa samimiyetten bahsedebiliriz. Ahmet’ten, Mehmet’ten özür dilemek bir şey ifade etmiyor. Son yıllarda yaşanan süreçteki haksızlıkları ben temsil etmiyorum ki! Ama bunu söylüyor olmak beni AKP’ye de Cemaat’e de yanaştırmıyor. Orada Ekrem Dumanlı’yı veya Cemaat’i savunmadım. Hukuku, mesleğimi savunmaya çalışıyorum. Çünkü bu operasyon önümüze gelecek bir riski de barındırıyor. AKP eğer önündeki bütün engelleri ortadan kaldırırsa bu ülke nasıl yaşanır hale gelecek bilmiyorum. Bu konuda çok ciddi bir risk var ama sadece bu kaygıyla söylemedim. Basın ve ifade özgürlüğünün önemine inanıyorum. Siyasi kimliği ne olursa olsun herkesin düşündüklerini ifade etme hakkı olduğuna inanıyorum ama bu Zaman’ın mesleki olarak ayıplarını örttüğü anlamına gelmesin.

 

Zamanında sizlere ve birçok isme kurulan kumpasta Cemaat medyası da önemli bir rol üstlenmedi mi?

 

Şık: Çok önemliydi. Şu anda AKP medyasının Ergenekon kelimesini çıkartıp paralel kelimesini ekleyip yaptığı yayınların hepsinin aynısı Cemaat medyasında Ergenekon kelimesi ile yapıldı. Cemaat şu anda kendi silahı ile vuruluyor. Cemaat önemli bir aktördü ve zaten bu yüzden bir yüzleşmeden bahsediyorum. Ama yine de söz konusu olan gazetecilikse konunun terör mahkemesinin alanına girmemesi gerektiğini düşünüyorum.  Bana kızıyorlar ama böyle düşünüyorum.

 

Dani Rodrik geçenlerde bir yazı yazdı. O dönemin gazetecilerini sürece göz yuman, yataklık eden ve ortak olan şeklinde üçe ayırdı. Mağdurlardan biri olarak böyle bir sınıflandırmaya katılıyor musun?

 

Şık: Yanlış bir sınıflama değil ama yine de o sınıflamaya rağmen bu konuların meslek etiği üzerinden yargılanılması gerektiğini düşünüyorum.

 

Cemaat kendileriyle ilgili eleştirisel çok kitap yazıldığını ama onların başlarına hiçbir şey gelmediğini söylüyorlar. Hikmet Çetinkaya ismi en çok verilen örneklerden biri mesela. Biz ne isteyelim Ahmet Şık’tan diyorlar.

 

Şık: Söyledikleri doğru değil. Burada da çok iyi bildikleri bir şeyi yapıyorlar: manipülasyon. Evet, geçmişte böyle şeyler yapılmadı ama saydıkları veya saymadıkları isimlerle ilgili kaç dava açıldığını biliyoruz. Ayrıca, Cemaat hiçbir zaman bizim tutuklandığımız dönemdeki kadar güçlü olmamıştı. Tutuklandığımız dönemde Cemaat bir iktidar ortağıydı. Sıfatı ne olursa olsun herkesi tutuklayabiliyordu. Ayrıca, Ahmet, Soner, Ayşe üzerinden topluma bir mesaj veriliyordu. “Bizden korkun” deniyordu. İkinci olarak, hazırlamakta olduğum kitap basıldığı haliyle Cemaat hakkında bilinmedik bir şey söylemiyordu. Fakat bir haber kaynağım MİT’in, Cemaat’in ele geçirilen dijital arşivi üzerinden ciddi bir rapor hazırladığını ve bunu bana verebileceğini söylemişti.

 

Devletin elinde Gülen cemaatinin devlet içindeki örgütlenmesinin bilgileri vardı ve sen de bunu yayınlayacaktın.

 

Şık: Bana verilen söz buydu. Kitabın taslak haline baktığınızda Cemaat’in emniyette ve kısmen yargıda nasıl örgütlendiğini gösteren bir çalışma vardı. Ergenekon ve MİT’in hazırladığı bu arşiv üzerinden bir şey anlatılacaktı. Beni tutuklatan şeyin bu olduğunu düşünüyorum.

 

Yani şöyle mi oldu: Sen haber kaynağından bu bilgileri alıp kitaba monte edecektin. Ve Cemaat bunu öğrenip bunu engelledi.

 

Şık: Kesinlikle öyle. Ben tutuklanmadan önce avukatım Fikret Abi (İlkiz) “hakkında çok şaibe çıkartıyorlar ve çıkartacaklar, kitabı bitirmeyi bekleme, taslak halinde bas gitsin. İnsanlar senin nerede durduğunu anlasın” dedi. “Tamam” dedim ama bir şey beklediğimi de söyledim. Açıkça da söylemiyordum telefonda ama söylesem olurmuş. Zaten biliyorlarmış. Zekeriya Öz sorguda sürekli “o beklediğin şey ne?” diye sordu. Sana ne? Bir defa senin haddin değil onu sormak. Ama o soru neden Zekeriya Öz’ün karşısına çıkartıldığımı gösterdi.

 

Fikret İlkiz ile yaptığın telefon konuşması…

 

Şık: Evet, zaten yasal olarak ben sekiz gün dinlenmiş gözüküyorum. Hatta o dinlemelerin içinde Nazlı Ilıcak da vardı ama Ilıcak’ın “ben böyle bir şey olduğuna inanmıyorum” sözleri çıkartılmış. Alper Görmüş’ün sözleri de var.  Onların hepsini cımbızlamışlar. Beni suçlu gösterecek konuşmaları cımbızlayarak koymuşlar. Bana ısrarla “o şey ne?” sorusunu sordular. Bu arada Fikret İlkiz bana “kitabı bir an önce yayınla. İnsanlar senin siyasi duruşunu öğrensin” dediği için davanın gizli sanığıydı. Fikret Abi’yi de hedef almışlardı. Bana dediler ki, “Fikret kim?” Fikret İlkiz yanımda, Zekeriya Öz ile karşı karşıyayız ve bana “Fikret kim?” diye soru sordu.

 

Biliyor…

 

Şık: Tabii ki biliyor. Ben Fikret Abi’ye döndüm ve gülümsedim. Fikret Abi de “ben oluyorum” dedi. Şimdi Zekeriya Öz’ün ne kadar iyi bir hukukçu olduğuna dair yorumlar yapılıyor. Niye? Sadece iktidarı hedef alan bir soruşturmaya imza attı diye. Kusura bakmayın, Zekeriya Öz ve avenesi yolsuzluk soruşturmalarında hukuk insanı ise Ergenekon süreçlerinde de hukuk insanıdır. Ergenekon ve yolsuzluk soruşturmalarının yürütülmesinde hukuksuzluk açısından bir fark yok. Ama bunu söylüyor olmak ne Ergenekon’daki bir takım iddiaları geçersiz kılar ne de yolsuzluk soruşturmalarını.

 

Cemaat ve hükümet savaşı ile beraber Cemaat’i sevmeyenler hükümete, hükümeti sevmeyenler Cemaat’e yaklaştı. Burada ortada bir yerde durabilmek kolay oluyor mu?

 

Şık: Elbette, hele sosyal medyanın bu kadar yaygın olduğu ve linç için kullanıldığı bir ortamda elbette çok zor. Kamusal işi olanların söyleyeceklerinin karşısındaki insanın sıfatına göre değişmemesi gerektiğini düşünüyorum. Kendi adıma bunu yapmaya çalışıyorum. Linç ediliyorum ama önemli değil. Dik durmaya çalışıyorum. Prensip denilen şey önemli.

 

İki tane bildiri imzalandı. Basın özgürlüğü ve daha genel olarak demokrasi ve hukuk devleti konularında.  Belli ki, Cemaat’in organize ettiği şeylerdi...

 

Şık: Bunlara imza atmam. O bildirilerde bahsedilen değerler elbette önemli ama oradaki imzacılardan daha önce takındıkları tutumları sorgulanmaya değer olan birçok isim sayabiliriz. Ne Cemaat’in bildirisinde olurum ne de oradaki bazı insanlarla yan yana dururum.

 

Oradaki sorun neydi?

 

Şık: 2007’den beri başlayan tüm siyasi davalar sürecinde bu insanların takındığı tutum sürekli zikzaklı ise orada bir problem var. Tüm davaların ortak noktası şu: Hukuksuzluk var mı? Evet, var. Ama herkes sanığın kim olduğuna göre tutum belirlemeye çalıştı. Hanefi Avcı işkenceci mi? Evet ama Avcı işkence davasından yargılanmıyor. Ben Avcı’nın işkenceci olduğunu ilk haber yapan kişiyim ve hakkında bu suçtan dava açılsa aleyhinde tanıklık yaparım. Ergenekon soruşturmalarında kamu vicdanında suçlu olduğu düşünülen ve öyle olduğuna inandığım isimlerin bu davalarda hukuksuzluk ve haksızlık yaşadığına inanıyorum. Herkes gerçek suçundan yargılanmalı. Arkadaşlar şöyle düşündü: “Askeri vesayet bir zayıflasın, nasıl olsa sivillerle uğraşmak daha kolay.” O sivil dediğimiz insanların kafalarında apolet var. Eski vesayetçilerden  daha ağır vesayetçi oldukları ortaya çıktı. Haydi halledin bakalım! Halledemiyorlar.

 

Yaşadığın süreçte olumlu ve olumsuz sürprizler yaşamış olmalısın...

 

Şık: Tabii ki. Nedim bana hep “senin için hayat daha zor, çünkü benim savunacağını düşündüğüm insanlar açısından ben hiç sürpriz yaşamadım. Ama senin için öyle değil yıllardır omuz omuza yürüdüğün insanlar sana kazık attı” demişti. Buna çok taktım mı? Evet beni çok yaralayan şeyler oldu. Ama işimiz dolayısıyla ya da değil, siyasi özne olarak da kendimizi var ediyoruz. Bu kadar ahlaksızlaşabilmesini, kendine sosyalist diyen insanlar açısından bu kadar yanar döner bir yerde olmayı biraz yaralayıcı buldum elbette. Bizim tutuklanmamız turnusol oldu. Ahmet-Nedim meselesi üzerinden konuştu herkes. Ama önemli olan Ahmet-Nedim meselesinde değil, sürecin genelinde ne dediği önemlidir. AKP’ye yanaşmalık yapanların büyük çoğunluğu, benim bir darbeci, Ergenekoncu, suçlu olduğumu savunuyorlardı. Şimdi bizim üzerimizden Cemaat’e yükleniyorlar. Dönemin başbakanın deyişiyle, “ulan hepiniz ordaydınız.” Midem bulanıyor bunlardan. Çok ahlaksızca buluyorum. Cemaatin bana dair yaptığı özeleştiriyi samimiyetsiz bulduğum kadar bunu da samimiyetsiz buluyorum. Öte yandan özeleştiri de yok. Kimse benden özür dilemesin. Ben bunu istemiyorum. 2007’den bugüne kim mağdur edildiyse ki bu mağdurların birkaç bini hâlâ cezaevinde, KCK davasından, ki bu davada diğer tüm davalardaki kadar büyük hukuksuzluklar yaşandı ama bunlardan konuşan yok. Kürt siyasal hareketi de dahil. Ahmet’ten Nedim’den özür dileme furyası var. Gidin hayatımdan, özür istemiyorum. Çok ahlaksız ve samimiyetsiz buluyorum. Yok “kullanılmışım”, yok “aptalmışım” sözlerini bıraksınlar. Aklımla alay etmesinler. Cemaat’in de AKP’nin de ne mal olduğunu biliyorum. Beni kandırmak mümkün değil. Kananın da aklından şüphe ederim.

 

Peki bu savaş nereye varacak?

 

Şık: AKP kendini siyaseten var eden bir yapı. Ve 2002 seçimlerinde, kendisinden önceki hükümet olmuş partilerin hepsini siyasetin çöplüğüne gönderdi. Aynı risk AKP için de geçerli. Ki bence bu olacak. Cemaat ise, bizim tutuklandığımız döneme kıyasla, gücü 20 yıl geriye gitti, ki bu iyi bir şey. Umarım gücü daha da zayıflar. Ama kendini dindarlık üzerinden var eden sivil toplum kuruluşu olarak kalıcı olacağını düşünüyorum. Ayrıca devlet içinde de Cemaat’i temizlemek mümkün değil. Çünkü Cemaat hiçbir zaman hükümet olmak gibi bir kaygı taşımıyor. Devletin içerisinde olmak onun için daha önemli. Devletin tüm kılcal damarlarına sızmış.

 

Bu operasyonlar cemaati devletten tasfiye mi ediyor?

 

Şık: Çok ciddi bir tasfiye var. Buna şüphe yok. Cemaat 28 Şubat’ta gördüğünden daha ağır bir darbe yaşıyor. Bürokrasideki örgütlenmesi çok ciddi darbe yedi. Ama bu kadroları tamamen temizlemek mümkün değil. Sadece kritik görevlerden uzaklaştırılıyor. Cemaat’in en büyük zenginliği insan kaynağı.

 

Peki ordudaki yapılanması?

 

Şık: Bunu Yüksek Askeri Şura toplantılarında göreceğiz. Ordu içinde kuvvetli olduğunu şuradan yola çıkarak anlıyorum. Geçmişte hep dini görüşleri nedeniyle tasfiye edilenleri gördüğümüzde, ordunun içinde örgütlenemediğini sanırdık. Fakat bunun balon olduğu ortaya çıktı. Bütün Ergenekon sürecinde delil diye önümüze sunulanları, onların nasıl hazırlandığını gördüğümüzde, ordunun içinde ciddi bir Cemaat örgütlenmesi olduğunu söyleyebiliriz.

 

Ergenekon sürecinde bazı askerlerin polisle işbirliği yaptığını mı söylüyorsun?

 

Şık: Kesinlikle. Bir kısmı da kendisini kurtarmak için işbirliği yapmış. Ama onların bazıları da daha sonra cezaevine girdiler, işbirliği yapmış olmalarına rağmen. Ama daha acı olan şu: Ergenekon sürecinde mağdur olanlar, şimdi iktidar medyasında Cemaat’e vurmak için boy gösteriyorlar. Kusura bakmasınlar bunu da hiç haysiyetli bir şey olarak görmüyorum. Bir kere biz bu savaşta taraf olmak zorunda değiliz. Tarafların ne olduğunu bilerek, ikisinin de suçunu söylemek bizim görevimiz olmalı.

 

Komplonun esas faili olarak cemaati gördükleri için yapıyor olabilirler mi?

 

Şık: Evet asıl fail özünde Cemaat. Ama bu tarz hiçbir suç örgütü, arkasına siyasal destek almadan bunu yapamaz. Bakın AKP siyasi desteği çektiği anda, bu işler bitti. Bu kadar basit. AKP burada en az Cemaat kadar önemli bir aktör, siyasal destekçisi. Bundan daha önemli bir şey olabilir mi? Her hukuksuzluğu savundu. Tutuklanmamızın üstünden daha 1 ay geçmeden, Başbakan “bazı kitaplar bombadan tehlikelidir” diye açıklama yapıyor. Bizim duruşmamızın olduğu her mahkemeden önce, Erdoğan’ın gazeteciler için terörist diye açıklaması var. Bunun üzerine hangi heyet size serbest bırakır? Şimdi de bizim üzerimizden Cemaat’e vurmaya çalışıyorlar. İkisi de işbirliği ile, kendi önlerini açmak için her şeyi yaptılar. Dolayısıyla taraflardan birinin daha fazla nefret öznesi olmasına gerek yok. Öfken varsa ikisine de yönelteceksin. Sadece ezilene yöneltiyorsan bunun adı güçlü olana yamanmaktır. Aynı şekilde kendine “aydın, demokrat” vs. diyenler var ya Onların durumuna düşersin. Bu savaş ilk başladığında bu insanların bocaladıkları dönem çok komikti, “kim kazanacak, kime yanaşsak” bocalamalarına çok gülüyordum. Bazıları da ara bulmaya çalışıyordu. Bazıları da Cemaat’in kendilerini nasıl kandırdığını söylüyor. Ortada kanma kandırılma durumu yok. Ortada bir çıkar çatışması var. Ve çıkarlarına göre pozisyon almaya çalışıyorsun, durum bu kadar basit.

 

Röportaj kaynağı için Ruşen Çakır

 

 

Diğer Röportaj haberleri

  • PAYLAŞ

YORUM EKLE

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz. Üye Girişi yapın veya Kayıt olun.