Hüda Kaya: “28 Şubat’ta İdamla Yargılandım, Mücadelem Hâlâ Sürüyor”15.08.2013 20:24 Son dönemde dillerden düşmeyen, “28 Şubat’ta neredeydiniz?” sorusuna, o dönemde başörtüsünün serbest bırakılması için yürüttüğü mücadele yüzünden idamla yargılanan, iktidarla mücadelesini hâlâ sürdüren Hüda Kaya yanıt verdi. Ayrımcılıklara karşı kalıcı, anayasal çözümler geliştirmediğini ifade eden Kaya, yeni rejimle uzlaşamamasının sebeplerini, farklılaşan devlet baskısını ve hükümetin kendine karşıt toplumsal unsurları ‘Müslümansızlaştırma’ çabasını Türkiye’den Şiddet Hikayeleri anlattı.
28 Şubat süreci başlamadan önce türbanla ilgili yasal durum neydi? Yasaklar nasıl karşılanıyordu?
12 Eylül 1980 ile 28 Şubat 1997 arasında iktidarlara, popüler politikalara göre inişli çıkışlı, bölgelere özgü bir yasaklar süreci yaşandı. Örneğin bir üniversitenin bir bölümünde türban yasakken, başka bir fakültede serbest olabiliyordu. Bazı yerlerde türbanlı kadınlar okullara, hastanelere kabul edilmiyor, doktor, hemşire olarak çalışmalarına izin verilmiyordu fakat yasakların olmadığı yerlerdekiler “Durduk yere başımıza iş açmayalım, uyuyan yılanın kuyruğuna basmayalım” diye düşünüp direnişlere destek vermekten imtina ediyorlardı. Fakat 1998’e gelinip yasaklar tüm ülkeye yayılınca yılanın uyumadığı da anlaşılmış oldu.
Bölgeden bölgeye, koşullara bağlı olarak değişen yasaklara karşı tavrınız ulusal bir mücadele yürütmek yönünde miydi?
İstanbul, Ankara ve Bursa’daki eylemlere destek verdiğimizde çevremizdekilerden, “Neden böyle yapıyorsunuz? Burada yasaklar yok” gibi tepkiler alıyorduk. Ancak bu bir süreçti ve yasaklar genelleşecekti. Gün gelip yasaklar yaşadığım kent olan Malatya’ya da sirayet ettiğinde, aynı tepkiler bu defa mahalle seviyesinde yaşanmaya başladı; “Bizim okulumuzda, mahallemizde yasak yok” diyenler çevrelerine destek vermediler. Hatta kızları başörtülü olduğu için okula alınmayan aileler bile kampanyalara katılmadılar ve kızlar yapayalnız ortada kaldılar. 28 Şubat’ta Malatya yasakların en sert şekilde uygulandığı bir pilot bölge haline gelirken, elimizden geldiğince herkese destek olmaya çalıştık. Ben de desteğimi, yaptığım radyo programlarıyla ve yazılarımla sürdürdüm.
Yasağa karşı verdiğiniz mücadeleden ötürü ilk baskıyla ne zaman karşılaştınız?
Ekim 1998’de Cuma namazından sonra evime dönerken yanıma polisler geldi ve bir yazımdan ötürü komiserin benimle görüşmek istediğini söylediler. Sokakta yürürken gözaltına alındım fakat polis eylem yaparken gözaltına alındığımı ileri sürdü. Başörtüsü sebebiyle ilk defa bir kadın hapsediliyordu ve üstelik gerekçesi de Malatya gibi bir yerde yazılmış bir yazıydı. O Pazar günü için bir eylem hazırlıyorduk ve tüm arkadaşlarımı da aynı sıralarda gözaltına aldılar.
Gözaltı sürecinde polislerin size karşı tavırları nasıldı?
Ağlayan, “Burada başörtülü kardeşlerimiz varken utancımızdan mescide gidip namaz kılamıyoruz” diyen polisler de vardı; kızlarımı dövüp, diğer erkek arkadaşlarımıza işkence edip, “Siz buna şükredin, başka ideolojiden olsanız başınıza gelecekleri görürdünüz” diyenler de vardı. Cezaevlerinde dağlardan gelen veya sol fraksiyonlardan olan kadınların neler yaşadıklarını biliyorduk. Biz de her çeşit fiziksel ve psikolojik şiddetle karşılaştık ama cinsel şiddete maruz kalmadık. Fakat beraber alındığımız erkek arkadaşlarımıza çok daha ciddi işkenceler yapıldı.
Gözaltına alınmanıza ve sonrasında tutuklanmanıza yol açan yazının içeriği neydi?
“Ulusal bir heyecan gecesi ve başörtüsü” isimli yazım, milli eğitim müdürlüğünün önünde bir eylem yapan ve müdürle görüşmek isteyen liseli kızlarımızla ilgiliydi. O eylemde hiçbir erkek yoktu; kimi zaman erkeklerin destek verdiği eylemler olduysa da kızlarımız hep yalnız kaldılar. İlahiyatçı, imam hatip öğretmeni olan bir aile dostumuz o günkü eylem hakkında kızına ve eşine, “Sizi orada görürsem ayaklarınızı kırarım” demişti ve bu yasakçı tavırdan, dindar erkeklerin bizleri yalnızlaştırmalarından ötürü üzüntülüydüm. Duygularımı ifade eden, Müslüman erkeklere olan serzenişimi dile getiren bir yazıydı. Ama devlet bunu kendi üzerine aldı ve TCK 312’den 20 ay ceza verdi.
İdamla yargılanmanıza kadar varan hukuk süreci nasıl ilerledi?
1999’un başlarında tahliye oldum ama bu defa da Malatya İnönü Üniversitesi’nde yasaklar başladı. Tıp Fakültesi’nde türbanlı hemşireler içeri alınmamaya başlandı, daha sonra öğrenciler de hiç bir şekilde okul sınırlarına sokulmadılar. Valiliğin önündeki eylemlerden bir tanesinde, imam hatip lisesi son sınıf öğrencisi olan kızım İntizar, “Özgürlük Türküsü” diye bir şiirini okudu. 16 yaşındaki diğer kızım Nurcihan da özgürlük duası ettirdi. Rahmetli olan büyük kızım Nurulhak ise elinde fotoğraf makinasıyla olayları takip ediyordu. Eylemden sonra avukatımın uyarısı üzerine evime gitmedim. Ama kızlarım okullarından alınıp terörle mücadele şubesine götürüldüler. Yerim tespit edilinceye kadar İntizar şiddetli şekilde dövüldü; boğulmaya, başı açılmaya çalışıldı. Gözaltına alındığımda, kızımın pardösüsünün kanlı olduğunu gördüm. İki oğlum hakkında ise, “Onlar dışarıda, trafik kazasına kurban gidebilirler” gibi tehditlerde bulunuyorlardı. Benimle aynı sıralarda alınan 28 kadın daha vardı ve üç hafta tutuklu kaldıktan sonra asliye ceza mahkemelerinde görülen ilk duruşmada serbest bırakıldılar. Farklı bir muameleye tabi tutulacağımızı düşünmüyorduk ama gazetelerdeki “Başörtüsüne İdam” manşetini okuyunca 146’ncı maddeden, “silahlı örgüt oluşturmak, devleti yıkmaya çalışmak” gibi gerekçelerle hakkımızda idam davası açıldığını öğrendik.
7 ay boyunca idam talebiyle, kızlarımla birlikte duruşmalara gidip geldik. 7 ay sonraki karar duruşmasında ceza 146’dan değil, 2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefetten verildi. Yani yargılanmadığımız bir maddeden hapis yattık ve cezalandırıldık. Kızım Nurcihan, “Özgür bir okul için, özgür bir vatan için direneceğiz” ifadesiyle “halkı özgürlüğe kışkırttığı” gerekçesiyle cezalandırıldı. Tahliye oluşumuzun ardından Yargıtay cezaları az bularak kararı aleyhimizde bozdu. O sıralarda İstanbul’da yaşıyorduk ve kızlarım evden alınıp, önce Bakırköy’e daha sonra biri Konya Akşehir’e, biri Bandırma’ya gönderildi ve farklı şehirlerde yattılar. 2003’te hapisten çıktığım vakit, toplam 3 yıl yatmıştım. Nurcihan ve Nurulhak 1’er yıl, İntizar ise 2 yıl hapis yattı.
2003’te hapisten çıktığınızda artık AKP iktidardaydı. Ümitleriniz ne yöndeydi?
Başörtülülerin hiç bir ayrıma tabii tutulmadan çalışma ve eğitim hayatının her alanında özgürce var olabilmelerini sağlayacak bir anayasal değişiklik hâlâ gerçekleştirilmedi. AKP iktidara geldiğinde “Başörtüsü konusunda bize 3 yıl verin” dedi ancak durum değişmedi. Bugün insanlar “Niçin AKP’ye karşısınız? İnsanlar her yere başörtüsüyle girebiliyorlar, öğrenim görüp çalışabiliyorlar” diyor fakat bu manzara sadece psikolojik ve konjonktürel. Yani, rüzgâr ters esmeye başladığında 28 Şubat’takinden daha ağır baskılar ortaya çıkabilir.
28 Şubat’ta mağdur edilen diğer kişiler yeni rejimle nasıl uzlaştılar? Sizin uzlaşamadığınız noktalar nedir?
28 Şubat’ta korku toplumuna dönüştürülen Türkiye’nin, şeffaf ve adaletli bir ülke haline gelmesi için umutlarımızı AKP’ye bağlamıştık. AKP iktidarında bazı özgürlükleri kısmen hissediyor gibi olduk ama özellikle referandumdan sonra iktidar bir güç zehirlenmesi yaşadı. Darbe anayasasının kaldırılıp insanların ötekileştirilmeden eşit yaşadığı, adaletin garanti altına alındığı bir anayasa için referanduma destek verdik ama gelişmeler tahmin ettiğimiz gibi olmadı. Bugün yaşanan sancılar, özgürlükçü bir anayasa yapılmamasının sonucu. Dikkate alınmayan, aşağılanan, düşüncelerine saygı gösterilmeyen, “En doğrusunu ben bilirim” anlayışından sıkılan insanlar bu tavrın değişmesini istiyorlar. Yeni düzenle uzlaşamadığım için hâlâ tehditlerle karşılaşıyorum. Geçtiğimiz aylarda Malatya Kitap Fuarı’nda açık açık, “Eleştirme, konuşma, sus!” ifadesini sivil polislerden işittim. “28 Şubat’ı sadece siz yaşamadınız, başkaları da yaşadı, köşelerine çekildiler. Neden hâlâ bu kadar konuşuyorsun? Sus artık. Senin gibi bir kadının ölmesi iyi mi olur?” diye konuştular.
AKP türbanı üniversitelere YÖK aracılığıyla çıkartılan bir genelgeyle soktu. Ancak genelgeler kalıcı olmak zorunda değil. Garantinin anayasal düzlemde verilmemesi, bu husustaki statükonun korunması AKP’nin bir stratejisi mi? Bu büyük güç türbanı niye çözmüyor?
AKP kendini iktidara taşıyanın dindarlar olmasına karşın, başörtülü kadınların sorununu anayasal bir düzlemde çözmedi. Son seçimlerde Buluşan Kadınlar olarak, “Başörtülü Aday Yoksa Oy da Yok” diye bir kampanya düzenledik. Erdoğan bugün Gezi Direnişi’ne katılanlarla nasıl bir üslupla konuşuyorsa, o gün bize de aynı tarz bir söylem şiddeti ortaya koydu. Yalnızca AKP değil, tüm siyasi partiler için yapılmış bir kampanyaydı ama Erdoğan kendi üzerine alınarak, “Sizin ne haddinize böyle bir kampanya düzenlemek” diye hakaretamiz bir cevap verdi. AKP kurucusu da olan türbanlı kadın arkadaşlarımız adaylıklarını koydular ama listelere alınmadılar. Dünyaya padişahça ahkâm kesiyorlar, kıtalara yayılmayı planlıyorlar, dünya lideri olduklarını iddia ediyorlar, insanların nasıl doğum yapacaklarına bile karar veriyorlar ama başörtüsü ve diğer özgürlüklerle ilgili taleplere gelince “Bizim elimizde değil, zamanı gelmedi” diyorlar. Sadece başörtülüler için değil, tüm insanların eşit, adaletli bir şekilde yaşaması için tüm yasal güvenceler oluşturulmalıydı şimdiye kadar.
Gezi Direnişi karşısında özellikle Erdoğan, camilere saygısızlık yapıldığı, Müslümanlara saldırıldığı gibi iddialar ortaya attı. “Faiz lobisi” tartışması da dâhil olmak üzere, bir süredir duymadığımız İslami tonda ifadeler kullandı. Erdoğan Müslümanları Gezi Direnişi ve ardından gelişen toplumsal kalkışmadan ayırmaya mı çalışıyor?
Müslüman kimlikli insanların orada oluşu AKP için büyük bir sıkıntı yarattı. Şiddete Karşı Müslüman Kadınlar İnisiyatifi’nin yaptığı eyleme biz de destek verdik ve iktidar yanlılarından inanılmaz hakaretler işittik. O tavrımız, dindışı olmakla eşdeğer tutuldu. Başbakan sanki sermayeyle yıllardır birlikte hareket eden kendisi değilmiş gibi bugün faiz lobisini diline doladı. İnsanları kamplaştırıp, Müslümanları yanlarında tutmak istiyorlar. O çokça konuşulan caminin hocasına soruşturma açılıyor. Camiler kamusal alanlardır ve kamuya hizmet etmek için vardırlar. Orada yalnızca namaz kılınmaz; camiler insanların dayanışmasına da hizmet ederler. Şiddetten, gazdan kaçan eylemcilere sığınak olmak, caminin gerçek işlevidir. Fakat inanılmaz bir bilgi kirliliği var. Gezi’deki bin parçanın binde birlik kısmı öne çıkarılarak bir imaj oluşturuldu. Gezi Direnişi boyunca bu yayınları izleyip kafası karışan dostlarıma, olayları gelip yerinde görmeleri tavsiyesinde bulundum. Bugünkü medya ulusal ve küresel anlamda deccal vazifesini yapmaktadır; doğruyu yanlış, siyahı beyaz, zalimi mazlum gösteren bir medya vardır. Maalesef insanlar da medyanın yansıtmayı seçtiği algıya mahkûm oluyorlar.
Böylesi bir atmosferin barış sürecine zarar verebileceğine ilişkin kaygılarınız var mı?
Bütün muhalifliğime, Pozantı, Roboski, Gezi konularındaki kırılmalara rağmen, AKP ve Tayyip Erdoğan’ın hâlâ Kürdistan’da 30 yılı aşkın zamandır süren savaşı çözebileceğine inanıyorum. Diyarbakır’a son gittiğimde de barış atmosferini hissettim. Bütün muhalefet şerhlerimize karşın, hükümet barışı gerçekleşme aşmasına getirdi. Kürdistan’daki barış atmosferinin, sabote edilmeden kalıcı bir hale dönüştürülmesi gerekiyor ancak bu yetmez. AKP sadece dindarlara oynamayı bırakmalı; tüm halklar, düşünceler ve inançlar için barış getirebilirlerse hükümet yine kazanır.
Söyleşi: Doğu Eroğlu *http://www.siddethikayeleri.com/28-subatta-idamla-yargilandim-mucadelem-hala-suruyor/