Mahmut Semen Röportajı

Mahmut Semen Röportajı
Gözümüzün nuru Zaphaber söyleşileri devam ediyor. Biz de okuyucularımız için Semen'le konuştuk... Bu sefer ki konuğumuz Mahmut Semen oldu. Semen'le yaşamdan, edebiyattan ve siyasetten söz ettik.Röportajı yaptığımız bu gün sayın Semen'in doğum günüydü. Değerli yazarımıza mutluluk dolu nice yıllar diliyoruz.08.08.2012 13:37

Mahmut Semen Röportajı

Mahmut Semen kimdir? Bize biraz kendinizi tanıtır mısınız?

Belki en zorlandığım ve becermediğim konulardan biride kendimi tanıtma, babında ifade etmemdir. Eğer doğru yazılmışsa ki sanmıyorum. Kimliğime göre 1966 yılı başak borcunun son günlerinde Mardin"e bağlı Kızıltepe ilçesinin Abdulimam, şimdi Hocaköy adını verdikleri köyde, fakir bir ailenin Beşinci çocuğu olarak doğmuşum. Doğduğum köyün ilkokulunu bitirdim. İlkokul diploması için lazım olan vesikalık resim sayesinde hayatımda ilk kez ilçe merkezini gördüm. O gün yeni anlamıştım dünyanın sonu dağların arkasında olmadığını. Beşinci sınıf öğrencileri olarak sırayla çektiğimiz siyah beyaz ve sulu resimlerin çıkmasını beklerken, mayıs sıcağında susuzluğumuzu gidermek için başına üşüştüğümüz Hükümet konağındaki süs havuzun musluklarından akan su neredeyse bize zemzem suyu gibi tılsımlı geldiği için kana kana içmiştik. Bunu neticesinde, bizimde suyumuz gelmiş ve en uygun yerde Hükümet konağının bahçesindeki Atatürk Heykelinin arkasına saklanarak tam da çimenleri sulamaya başlamıştık ki bekçi amcanın bizi kovalaması üzerine yoları sulaya sulaya kaçtığımızı bir türlü unutamıyorum. Şimdi suladığımız yerler de gökdelenler bitmiş.

İşte böyle şartlarda Kızıltepe Ortaokuluna kayıt yaptım. Çalışkanmışım okumam gerekiyormuş. Şehir merkezine gelince Türkçe konuşmayı bilmediğimin farkına vardım. Ama buna rağmen azimle okumaya çalıştım ancak ekonomik sebepler ve çevremden kaynaklanan sorunlar yüzünden. Sekizinci sınıfı Mardin Gazi Y.İ.B.O"da okumak zorunda kaldım. İyi ki de gitmişim. Oraya çok şey borçluyum. Her şeyi kısaca hayatı orada öğrendim. Dünya klasiklerinin ve Türk edebiyatının hemen hemen çoğunu orada okuma imkânım oldu. Her yazarla yenidünyalar keşfettim. Gece gündüz sadece kitap okudum. O sayede dersler bana çok basit ve gereksiz gelmeye başlamıştı. En son okuduğum Erich Von Daniken"nin kitapları ile aşırı bir ateist olarak sınavla kazandığım Bitlis Erkek Öğretmen Lisesine Kayıt yaptım.

Lisede hayatımda ilk kez Kur"an-ı Kerim"in Türkçe Meali ile tanıştım. Küçüklüğümden beri okuduğum ama anlayamadığım kitabı anlayınca dünyam altüst oldu, bir daha yeni bir başlangıç yaptım. Özüme döndüm. O günden bugüne de hayatımı tekrar alt üst edecek ya da yeni bir başlangıç yapacak başka alternatif bir yol görmedim. Öyle bir kitaba da rastlayamadım.

Dicle üniversitesi Ziraat Fakültesi mezunuyum. Bitki Mühendisi olarak mezun oldum ama kaderde insan mühendisi olmak varmış. Öğretmen oldum ve hala devam ediyorum. Evliyim 4 çocuğum var 2 kız 2 erkek. (Setenay Ceren, Muhammed Ali, Ahmet Ferhat ve Tuana Helen)

Birçok şiir ve öykünüzde klasik anlamda emperyalizme bir karşıtlık seziliyor. "4x4 ya da F16", "Taş atma kursu" gibi şiir ve öykülerde bu durum açıkça gözüküyor. Bu konu hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Sahip olduğum inanç ve düşüncemin gereği olarak, gerek şiirlerimde olsun gerek hikâyelerim de, daima mazlumların yanında olma ve emperyalizm karşısında yer almamı gerektiriyor. Tabi bunda da Yazar Ali ŞERİATİ"nin eserlerinin payını da unutmamak gerekir.

Yazılarınızda derin acıların yaraları hala kabuk atmamış gibi.. Sürekli bir isyan bir serzeniş söz konusu, en azından bana öyle gözüktü. Bu serzenişler bir iç muhasebesinin ürünü mü yoksa yaşadığımız çevrede şahit olduklarınızın ürünü mü?

Yazılarımın kahramanları ve yaşanan olaylar genellikle gerçek hayattan alıntılamadır. Kahramanların çoğu hala aramızda yaşıyorlar. Ben çok gezer ve dolaşırım. Fazla çene yapma kabiliyetim yoktur. Ama çene yapanları iyi dinler ve iyide tahlil ederim. Öyle bir coğrafya da yaşıyoruz ki. Yüzyıllar boyunca kapanmayacak derin yaralar açılmış ve büyük acılar yaşanmıştır. Bu yaralar bölgemizde, çevremizde ve hata yanı başımızda beklide içimizde hala en korkunç ve en vahşi bir şekilde devam etmektedir. Bunu görünce üzülmemek tepki vermemek mümkün mü? Hele insanlara âşıksanız ve seviyorsanız bu acınızı daha da artırıyor. Bu aşktır ki bizi yazmaya iten ve zorlayan.

12 yaşında 13 kurşunla öldürülen ve terörist ilan edilen Uğur Kaymaz hakkında yazarken neler hissettiniz?

Uğur Kaymaz"ı ve babasını hayatımda hiç görmedim. Tanımam da onları, ama Uğur bir öğrenciydi. İlkokul öğrencisi. Bende bir öğretmenim. Ve eğer ben yazabiliyorsam ama bazı sebeplerden dolayı Uğur"u yazamıyorsam öbür tarafta bana bunun hesabı sorulmaz mı? Niye yazmadın diye? İlçede yaşayan ve halkı iyi gözlemleyen biri olarak Uğur"u yazmam benim için farzulayndı. Bir nevi Kul hakkıydı. Ben asla kul hakkı ile öbür tarafa gitmek istemem. Tüm yazılarımı önce zihnimde tasarlar ve adeta yaşarım, ondan sonra oturur yazmaya başlarım. Bu yüzden kimi yazılarımı yazmadan önce onları o kadar içleştiririm ki birebir yaşamış gibi olurum, bunalımlar ruhi depremler yaşarım. Asabileşirim….

Yazılarınızı okurken sanki uhrevi bir âlemin kapılarını aralıyor gibiyiz. Yazılarınızda genel olarak din tarihinden alıntılar, göndermeler bulunuyor, bu mistik havayı oluşturarak yazılarınızı daha etkili mi kılmaya çalışıyorsunuz yoksa tarzınız bu mu?

Benim yazılarım genellikle proje yazılarıdır. Yani bir amacı ve bir hedefi vardır. Bu amaçlardan biride okuyucuya yeni ufuklar ve kapılar aralamaktır. Eğer bu kapıları aralayabiliyorsam ne mutlu bana, yazım azda olsa başarıya ulaşmış demektir. Yazılarımda benim önceliklerim vardır ona dikkat ederim. Birincisi İNSAN. İkincisi İslam. Üçüncüsü Kürd kimliği yani ırkımız. İnsan için hata bir canlı için her şey feda edilebilir olduğuna inanıyorum. “Türbanlı” Hikâyemde üniversiten başörtüsü yasağı yüzünden eve dönen ama bir kedinin kurtulması için türbanını çıkarabilen bir karakter çizmiştim. Bazı tepkiler olsa da ben o inançtayım. İnsan; hiçbir şeye feda edilmeyecek kadar yüce ve değerli bir varlıktır. Dini, ırkı ve düşüncesi ne olursa olsun. O en değerli varlıktır.

Yazım dili olma yolunda önünde büyük engeller bulunan Kürtçe ile yazdığınız şiirler var. Kürtçe yazmak nasıl bir duygu? Artık büyük bir parçamız olan Türkçe ile sizin "ruh dilim ana dilim" dediğiniz Kürtçe"nin hayatınızdaki yeri ne?

Kürtçe yazmak en büyük hayallerimden birisi ama o kadar asimile olmuş, o kadar yozlaşmışız ki maalesef Kürtçeyi doğru dürüst anlayamıyor ve yazamıyorum. Şiir olarak iki Kürtçe çalışmam oldu ama tam becerdiğimi de söyleyemem kısacası beceremedim. Bu konuda haklı eleştiriler de almıyor değilim ama treni kaçırdık sanırım. Evde de Türkçe konuşuyoruz anlayacağınız çocuklarda Kürtçe bilmiyorlar. Sanırım oturup anadilimizi/ruhdilimizi yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Ona da vakit bulmak şimdilik zor gözüküyor. O içimizde kanayan bir yara…

Yazım hayatında yazar kimliğinizin yanında bir de şair kimliğiniz var. Bu iki kimlikten birini seçmek zorunda kalsaydınız hangisini seçerdiniz?

Ben öğrenciyken yazmaya başladım. Ve ilk kitabımı da öğrenci iken 1991 yılında çıkardım. “Başeğmek İçin Başkaldırıyorum” sonra birer yıl arayla ikinci ve üçüncü kitaplarımı yayınladım. Bu kitaplarımdan yaklaşık bir on yıl sonra şiir ve (kimileri uzun metrajlı diyorlar) kısa hikâyeler yazmaya başladım. Şuan için bir şiir ve birde hikâye kitabım neredeyse baskıya hazır. Ekonomik sorunları hal edersem ve kısmet olursa inşallah yayınlayacağım. İkisinden birini seçme konusuna gelince sanırım ikisi de artık benim için vazgeçilmezlerimdendir. Birisini alıp ötekini bırakmam imkânsız. Her yazdığınız şiir ve hikâye sizin birer çocuğunuz gibi. Aralarında ayrım yapmak imkânsızdır.

Her şeyden sıkıldığınız bir yerlere kaçmak istediğiniz oluyor mu? Böylesi durumlarda ne yaparsınız?

Maalesef bu bende çok tekrarlanan bir ruh halidir diyebilirim. Ben bu duruma gelgitlerim diyorum. Durum ve imkâna göre bundan kurtulmak için bir şeyler yapıyorum. Eğer tatilse ve cebimde parada varsa alır başımı giderim. İl dışına. Zaten yazılarımı incelerseniz çoğunun böyle kaçamakların ürünü olduğunu görürsünüz. Tatil değilse yani uzaklara kaçamıyorsam ama cebimde de param varsa. Gider bir lokantaya oturur. Yemek yerim. Öyle bildiğiniz yemek yeme türlerinden değil. Porsiyonları saymam. Bir, iki, üç, dört. Beş …..ta ki kendime gelinceye kadar bazen de daha kendime gelmeden bir porsiyon daha isterken garsonun “çuş ayı” der gibi tavrını görüp fark edince çok fazla kaçırdığımı anlıyor, yemeye son veriyorum. Ama genellikle kafamı ve cüzdanımı sıfırlamış olarak kalkıyorum. Bu ikisini de yapamıyorsam gider yatarım. Ve mutlaka o sorunlarımı rüyada çözmeye çalışırım. Uyanırken genellikle sıkıntımın geçmiş olduğunu görüyorum. Rüyalarımda çözemeyeceğim sorun yok gibi diyebilirim.

"Rüyalarımda çözemeyeceğim sorun yok gibi diyebilirim." diyorsunuz. Bu bağlamda rüyada çözdüğünüz ve gerçek hayata uyguladığınız bir problem var mı?

Tabi bu bağlamdaki şeyler kişiye özgü ve özel şeylerdir bazıları paylaşılabilir ama bazıları da paylaşılmaz. Ben, bir sorunun üstesinden gelemediğim zamanlarda mutlaka yatmadan önce başucuma kâğıt kalem bulundururum. Zira rüyamızda gördüğünüz bir çözümü rüya ortasında uyandığınızda hepsini %100 hatırlıyoruz. Ama bir daha uykuya daldığınızda beynimiz sıfırlanıyor sabah hiçbir şey hatırlamıyoruz. Eğer geceleyin satırbaşları dahi olsa not almışsanız ve bu notlara sabah uyandığınızda bir göz attığınızda bütün rüyayı olduğu gibi tekrar hatırlıyorsunuz.

Eğer rüya görürken onun rüya olduğunu biliyorsanız, siz birinci ve zor aşamayı aşmışsınız demektir. Geriye rüyanızda kafanızı çalıştırmanız kalıyor.

Ben şiirlerimin en güzel dörtlüklerini bu şekilde elde ederek yazdım, hikâyelerimin en umulmaz ve akıl almaz kısımlarını da bu şekilde elde ettim. Örneğin Ayşe Apo"daki Cengiz"in sınavda özellikle yanlış şıkları işaretleme teması projenin başında fikri dahi söz konusu değildi. Ancak hikâyenin yazım aşamasında rüyada oluşmuş ve gelişmiş bir fikirdir. Yüzyıl düşünsem aklıma gelecek bir fikir değildi. Aslında bu konuya fazla da girmek istemiyorum bu kişiye özel bir alan ama sorunuzu da cevapsız bırakmak istemedim. Şimdilik sizden bu kadarıyla yetinmenizi isteyeceğim.

Sizi çok etkileyen, çok beğendiğiniz bir eser var mı? Varsa neden beğendiğinizi söyler misiniz?

Hani bir söz vardır. Bir kitap okudum hayatım değişti. Derler ya Ben bunu şimdiye kadar sadece Kur"an-ı Kerim"de gördüm. En kötü mealden bile okuyunca Onun bir insan yazması olmadığını hemen anlayabiliyorsunuz. Bunu anlayınca arkasından bir yaratıcının varlığına iman geliyor. Ona da iman edince her şey baştan sona değişiyor bambaşka bir âleme dalıyorsunuz. Ama diyecekseniz O Allah"ın kitabı. Onun dışında beğendiğim çok kitap var kitap isimlerini vermeyeyim. Ama şuan okumaya çalıştığım elimde iki kitap var. Orhan Pamuk"un son kitabı “Masumiyet Müzesi” ve ikinci kere okuma gereğini duyduğum Dr. Mustafa ÇAMRAN"nın “İnsan ve Allah”. Bir kitap okuduktan sonra eğer üzerimde bir etki bırakmıyorsa beni atmosferini alamıyorsa, ben ona ayırdığım zamana çok üzülürüm. Bu yüzden ben yazarken o atmosferi yaratmaya ve okuyucuyu da onun içine almadan mesajlarımı vermiyorum. Siz önceki sorularınızdan birinde bu yaklaşımıma “mistik havayı oluşturarak yazılarınızı daha etkili mi kılmaya çalışıyorsunuz yoksa tarzınız bu” diye sormuştunuz. Evet, işte o sorunun tamda cevabı bu, tarz meselesi. Atmosferi oluşturmadan içimi dökmüyorum. Yoksa boşa gider. Belki bu yüzdendir kısa hikâyeler yazmayı becermiyorum. Baksanıza Ayşe Apo"nun ilk iki bölümü sadece atmosferi oluşturmak içindir. Tüm vermek istediğim mesajlar final kısmında yani son bölümü olan “Dağdan İnenler Dağa!” onunda son rötuşları yapılıyor. Ancak, işte bir türlü de bitmiyor. Doğum sancıları uzun sürüyor. Ama sanırım buna değecek.

Bu gece öleceğinizi bilseniz bazı insanlara bazı şeyleri söylememiş olmanın pişmanlığını yaşar mısınız? Peki, neden söylemezsiniz?

Ben bazı şeyleri söyleyemediğim için değil daha öğrenecek o kadar çok şey varken öğrenemediğime üzülürüm. Ama bazı insanları da aslında ne kadar sevdiğimi ama bunu onlara söyleyemediğim için, pişman değil de belki azıcık içim burkulur. Ancak, bana vakit verilse gene de onlara söyleyemem ki. Bazı şeyleri sadece kendime saklarım. Yani benim bilmem beni mutlu etmeye yeterlidir.

Günün birinde çocuğunuzun doğduğu hastanede bir yanlışlık yapıldığını ve çocukların karıştığını öğrenirseniz kendi çocuğunuzla büyüttüğünüz çocuğu değiştirir misiniz?

Değiştirmem ama alabilirsem onu da almaya çalışırım. O imkânım yoksa komşu olmaya çalışırım. O da olmazsa ona bakanın benden daha çok, onu sevdiğini kendimi inandırmaya çalışırım. Empati kurmaya çalışırım. Belki bendekini de ona veririm. O an ruh halim ne olur bilmem ama doğru bir karar vereceğimi kesinlikle inanıyorum.

Sizce bugün bir kadın olmak mı zor bir erkek olmak mı? Karşı cinsiyetten olduğunuzu hiç düşündünüz mü?

Bu coğrafyada insan olarak yaşamak zor, kadın olarak yaşamak daha da zor, Hele bir Kürt kadını olarak yaşamanın zorluğu anlatılamaz. Köle olmak zordur ama kölenin kölesi olmak daha da zor hatta dayanılmaz bir şey. Öbür dünyada büyük mahkemede Kürt kadınına reva gördüklerimiz/yaptıklarımız için çok terleyeceğiz. Hesabını da verebileceğimizi pek sanmıyorum. Bu yüzden Çoğumuzun cehennemdeki yeri rezerve edilmiş durumdadır. Cinsiyet değil insan olabilmek önemli…

Yarın sabah başka birinin kimliğinde uyanma olasılığınız olsa kimi seçerdiniz?

Sanırım tereddütsüz Hz. İsa"yı seçerdim. Peygamber olduğu için değil. Ölüleri dirilttiği için onu seçerdim. Onu seçerdim ki. Şu failli meçhullerin faillerini tek tek tespit etmek için, ölüleri diriltirdim.

Bilmem bilir misiniz? Kur"an-ı Kerim"in en uzun süresi faili meçhul bir cinayeti aydınlatmak için inmiştir. Hani şu meşhur BAKARA süresi var ya işte o süre. Hz. Musa zamanında faili meçhul bir cinayet işlenir. Ama öldürülen kişi beli başlı kişilerden, Terör, kontra gerilla, jitem, mafya, cia, kandavası…. Liste uzarda uzar. O yüzden ortalık karışır. Ve bu cinayeti herkes birbirinin üzerine atar. Adı üstünde faili meçhul, son çare olarak Hz. Musa"ya gelirler. Hz. Musa bunu çözeceğine ancak bir şartı olduğunu söyler. Hemen razı olurlar. Ama şartın; onların taptığı çok sevdiği ineklerinin kesmesi olduğunu öğrendiklerinde yan çizmeye başlarlar. Bütün çağlarda İnek kesmek zordur bugün de öyle. Ama başka çareleri de kalmamıştı. Bütün oyalama taktiklerine rağmen Bakara süresinin 68–73.ayetlerinde ifade edildiği gibi ineğin özellikleri ayrıntısı ile anlatılır. Sonunda ineği kesip bir parçası ile ölüye dokununca ölü dirilir ve kendisini İktidarda olan İsrail oğulları tarafından öldürüldüğünü açıklar. Katili teşhis eder.

Bizimde bu failli meçhulleri aydınlatmamız için ya ölüleri diriltmemiz gerekir. Ya da o ineğe benzer bir inek bulmamız gerekir: Özellikleri bakara süresinde ki 68.ayette göre: Emekli değil yeni işe girmişte değil ikisinin ortası. 69. ayette göre: güler yüzlü sempatik ve sarışın biri. 71.ayette göre: pürüzsüz yakışıklı ve anarşist ruhlu biri. Bu ineği kestiğimizde tüm failli meçhulleri çözebileceğiz. Bizimkiler İsrail oğullarından daha da sapık İneği asla kesmezler. Çünkü hem taparlar hem de korkarlar

Şimdi tüm mesele Akparti bu ineği bulup kesecek mi kesmeyecek mi? Ben şahsen keseceğine dair ihtimal görmüyorum/sanmıyorum. Ama işte arayıp ta bulamadıkları bir numaralı adamın özellikleri: Emekli değil, yeni işe de girmiş değil. Çehresi pürüzsüz Yakışıklı, Sarışın, güler yüzlü sempatik ve anarşist ruhlu. Görev başında…

Düşünün ki tanrı sizi çok sarsan bir şekilde birçok kez rüyalarınıza girip her şeyi bırakmanızı ve Kızıldeniz"de bir balıkçı olmanızı söyledi. Tepkiniz ne olurdu?

Tanrının benim gibi günahkâr bir kulun rüyasına girmeyeceğini bildiğimden olsa gerek bunun kovulmuş şeytandan bir vesvese olabileceğine kanat getiririm. Çok üstelense amenna derim. Ama bizim denizlerin suyumu çıktı? Niye Kızıldeniz? Diye itiraz ederim.

Öleceğiniz anı önceden bilmek ister miydiniz ve eğer bilseydiniz bu süreyi nasıl geçirirdiniz?

Kendimi yıllar önce ölmüş saydığım için yaklaşık 17–18 yıldır fazla yaşıyorum.Bu süreyi de en iyi şekilde dolu dolu geçirmeye çalışıyorum.

Bazı yazılarınızın ortak özelliği bir olumsuzluk durumunda "türbeye gitme" durumu oluyor. Türbe kelimesinin size çağrıştırdıkları nelerdir, söyleyebilir misiniz?

Türbe bizim toplumumuzun sosyal bir gerçeği yani fenomenidir. Çok karşı olmama rağmen, faydalı yönleri çok fazla olduğu için onu yazılarımda tema olarak işliyorum. Hangimizin babası bir gün annemizi alıp şehir dışına gezmeye götürmüştür ki. Hiç sanmıyorum, yani hiç birimizin. Ama bu Türbe ziyaretleri sayesinde çoğumuzun annesi veya bacısı Veysel Karani"ye, Şanlıurfa"ya, Mardin"e Konya"ya, Tarsus"a ve hata İstanbul"a bile gidenler olmuştur. Mazlum kadınlarımızın dışarıya açılma penceresi ve gerekçeleri olan türbeleri bu yüzden çok seviyorum.

Sihirli bir asanız olsaydı neyi değiştirirdiniz?

Allah değiştirmediğine göre bende değiştirmezdim. Asıl olan insanların kendi çabaları ile kendilerini ya da çevrelerini değiştirmeleridir.

En büyük hayaliniz ne, tasarladığınız bir projeniz var mı?

En büyük hayalim küçüklüğümde yüzmeyi öğrendiğin ama şimdi kışın bile dahi bir damla suyu akmayan Kızıltepe İlçesinin içinden geçen Zergan Deresini Zapsuyu gibi tekrar coşkulu akmasını sağlamak ve görmektir. Bunun içinde Mardin iline bağlı Derik ilçesinde debisi neredeyse Zapsuyu kadar olan bir mağaradan yerin altına akan bir kaynak suyumuz vardır. Onu Kızıltepe"ye kadar yapılacak bir kanal vasıtasıyla Zergan Deresine boşaltıp Deremizin haritadan silinmesini önlemek ve çocuklarımızın da burada küçüklüğümüzde olduğu gibi balık tutup yüzmeyi öğrenmeleri çok isterdim. Tabi bu büyük bir proje çok para ister ama değerde. Belli de olmaz. Nasip ve kısmet meselesi…

Bir öğretmen ve birikimli bir yazar olarak bölgemizin en büyük sorunu nedir? Ve bu sorunlar sizce nasıl çözülür?

Cehalettir. Eğitimle ancak çözülür. Ama bu eğitim sistemi ile de asla değil.

Sitemizin en birikimli ve yaşlı (her ne kadar yaşınızı göstermeseniz de:) yazarı olarak genç yazarlarımıza bir öneri ya da uyarınız var mı?

Tahammül etmeyi, başkalarını sevmeyi, bir düşüncesi olana saygı ve hürmet etmelerini öneririm. Zira düşünce üreten insanın ne kadar zor yetiştiği bilmeleri ve bu yüzden düşüncesinin ne olduğu değil önemli olan insanların bir düşüncesinin olmasını önemsemeleridir. İçinde öldürme fikri olan düşüncelere asla itibar etmemeleridir. Bakın 1453"ten 1923"e kadar ki 470 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu"nda yaşayan bütün insanların ibadet ve sevapları Fatih Sultan Mehmet"e yazılsa bile çıkardığı “Kardeş Katli Vaciptir” kanunu yüzünden beşikte boğularak öldürülen tek bir çocuğun günahını kapatamaz. Bu o kadar vehim bir şeydir. Hiçbir şey bir insandan asla değerli değildir. Canlı asla cansıza feda edilemez. Puta tapanlar genellikle insanı başka şeylere feda ederler.

Zaphaber olarak size teşekkür ediyoruz son olarak bize ve okuyucularımıza bir söyleyeceğiniz var mı?

Bizim; dinimiz, dilimiz ve ırkımız üzerinde oluşan tekelleri kırıp yeniden bu değerlerimize sahip çıkmamız lazım diye düşünüyorum.

Bu vesile ile Zaphaber ailesi ve değerli okuyucularına selam ve sevgilerimi iletiyorum.

Röportaj: Mehmet Işık Ron

Diğer Röportaj haberleri

  • PAYLAŞ

YORUM EKLE

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz. Üye Girişi yapın veya Kayıt olun.