Gülenay BÖREKÇİ`nin Kawa NEMÎR`le yaptığı Röportaj...
Ortak arkadaşımız Umay Umay sayesinde tanıştığım
Kawa Nemir’le röportaj yapmayı Ulysses ve Joyce aşkım yüzünden istedim, bu
doğru. Ulysses’i Kürtçeye çeviriyordu ve bu büyük bir işti, konuşmalıydık.
Lakin röportaj denen şey her zaman planlı
programlı yürüyebilen bir şey değil. En güzel işler de zaten plansız
programsız, o yüzden de insana hayret etme, şaşırma, mutlu ve gururlu hissetme
imkanı veren buluşmalarda ortaya çıkıyor.
Kawa’yla da böyle oldu.
Onunla okumaktan söz ederek başladık. Sadece
gözleriyle, zihinleriyle değil tüm hücreleriyle okumaya ihtiyaç duyan insanlar
vardı, bunu hatırladım.
Konuştukça; bastırılmış, yok sayılmış, yok
edilmeye çalışılmış, ardından komaya girip uyuyakalmış ve çok uzun zamandır
derin derin uyuyan Kürtçenin ve edebiyatının ansızın uyanışına tanık olduğumu
hissettirdi bana Kawa. Röportajı o yüzden ikiye böldüm, ilkinde Joyce’u ve
Ulysses’i okudunuz, bu bölümdeyse Kawa’nın yazıyla yolculuğunun yanı sıra
Kürtçenin hazin ama harikulade varoluş macerasını okuyacaksınız.
Gülenay
Börekçi
İsyanımı ve suçsa eğer suçumu Yaşar Kemal’e borçluyum
Edebiyatla
ilişkiniz nasıl başladı?
Cevap: Aslında okuma yazmayı öğrendiğimden beri,
yani altı yedi yaşımdan bu yana, ben hep oraya buraya, ders kitaplarımın ve
defterlerimin kenarlarına, babamın Iğdır’da, “Benim Çukurova’m” dediğim yerde
yaptırdığı büyük bahçeli evin duvarlarına hatta bahçeyi çepeçevre saran
duvarlara hep bir şeyler çiziktirdim durdum. Okumak benim için sürekli bir
tutku, dayanılmaz bir arzu oldu. Yazmayı öğrendikten sonra, bu tutkum, arzum
ikiye katlandı. Okuduğum birçok hikâyeyi ve klasik romanların çocuk
versiyonlarını defterlere yazmaya başladım. Bunları kendi el yazımdan okumak
bana müthiş haz veriyordu. İlkokul üçüncü sınıfta defterlerimin kenarlarına
Türkçe şiirler de yazdığımı çok iyi hatırlıyorum. Bir de ilkokul ve ortaokulda,
10 Kasım ve 23 Nisan törenlerinde mesela, hep bana şiir okuturlardı. Şiir
ezberleme konusunda acayip bir hafızam vardı, zamanla buna olan ilgimi yitirdim
her nedense.
Çocukken
neler okuyordunuz?
Cevap: Üstünde doğduğum yemyeşil ve bana sonsuz
gelen ovayı çok seviyordum. Uzun zamandır görmüyor olsam da hâlâ çok severim.
Ama çocukken belki uyumsuzdum yahut ona benzer bir şeydim. Haylazlığımla,
durgunluğumla, her halimle yalnızdım ve yalnızlık çok sıkıcıydı. O yüzden önce
kitaplara sığındım, sonra şiirimsi şeyler ve küçük hikâyeler yazmaya başladım.
Ne yazık ki hepsi kaybolup gitti. Andersen’den masalları Türkçe okurken adeta
büyülenip “Ben niye böyle masallar yazamayayım ki” diye çok çabaladığımı hiç
unutmam. İnsanı hayallerinin peşinden gitmeye teşvik eden bir ortamda yaşamıyordum.
O zamanlar Iğdır’da kitap satan tek bir yer vardı. Yıldız Kırtasiye’ye her cuma
bir çocuk kitabı gelirdi ve ben harçlıklarımı biriktirip cumaları kitap almaya
giderdim. Bambi, Gulliver’in Seyahatleri ve benzeri kitaplar…
Soru: Evde
kitap okunmaz mıydı?
Cevap: Sadece iki kitap vardı, biri Kur’an,
diğeriyse Said-i Nursi’den Mektubat. İlkokulda devrimci dayıma ait olan Yaşar
Kemal’in İnce Memed’inin ilk cildini baştan sona okuyunca, dinden ve onun
abartılı, mistik, tırt adamlarından, babamların bir sürü dangalak erkeğin
toplandığı cemaat toplantılarından nefret etmeye başladım. Bu konudaki isyanımı
ve suçsa eğer, suçumu dev Yaşar Kemal’e borçluyum.
Soru: Sonra
neler oldu?
Zamanla şiir yazmak, bilinçsiz bir şekilde de
olsa, üstü kapalılık, beni ele geçirdi, yaşam biçimim haline geldi. Sanırım
buna yazarlık adı veriliyor. Annemse “yazarcılık” diyor ve kendimi heba
ettiğimi düşünerek üzülüp duruyor hâlâ. Olsun, ben, ona hiçbir zaman otelde
piyanistim demedim.
Kürtçe’yi 6
yaşına gelip de okula başladığınızda unutmuşsunuz. İnsanın ruhunda nasıl bir
hasar bırakır bu, neyin özlemi kendini hissettirir en çok?
Doğrudur. Kürtçe, doğar doğmaz kulağıma çalınan,
altı yaşıma kadar dünyamı yoğuran ve ardından Türkçe eğitimle birlikte
travmatik bir şekilde yitirdiğim anadilim. Bu süreç bir yanıyla da şöyle
işledi: Çok uzun süre fiziki ve kültürel işgale uğramış bir toplumun içine
doğmuştum. Bu dev işgal çarkı karşısında o zamanlardaki hemen hemen her Kürt
gibi ben de şak diye sindim. Gözüm korktu. Dilimi, sıcak yuvamı terk etmeyi
kabullenerek “Türk” olmak istedim. Doğru dürüst bilmediğim Türkçeyi hızla ve
mükemmel bir şekilde öğrenme başladıktan bir süre sonra da Kürtçeyi neredeyse tamamen
unuttum. Ya da belki onu def edip zihnimin derinlerine ittim. İstanbul’da lise
çağına geldiğimde, bebekliğimin, çocukluğumun ruhu olan anadilim Kürtçenin
yerinde yeller esiyordu.
Ne zaman
değişti bu?
Lisede. Ruhen ne kadar kötürüm kaldığımı yaşayarak
öğrendim. Ve Kürt aidiyetine sert bir biçimde geri dönmüş , yazmayı artık çok
daha fazla ciddiye alan bir genç adam olarak günün birinde aniden “Neden Kürtçe
yazmayasın ki?” diye bir altın soru sordum kendime. Çocukken yaşamımı Kürtçe
kelimeler inşa ediyordu ve ben o kelimeleri tarif edilemez bir şekilde
özlediğimi fark etmiş, daha da kötüsü o kelimeleri adeta sonsuza kadar yitirmiş
olduğum gerçeğiyle yüz yüze gelmiştim. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında
dünyaya gelmiş ve anadili saçma sapan bir gayretle yasaklanmış olan her Kürt
bunu yaşadı. Ne diyeyim, bu konuda maruz kaldığım acı, başkalarının acısını
döver gibi geliyor bana, gene de hep dikkat ettiğim bir şey var: Edebiyat
söylemimi, mahrumiyet, mazlumiyet ve maduniyet, yani bütün bu subaltern haller
üstüne kurmadım. Bu çok önemlidir.
İnsan
çocukken işittiği konuştuğu dile kavuşmak için de şiir yazmaya başlayabilir mi?
Doğrusu beni çocukken işittiğim, konuştuğum ve
sonradan yitirdiğim anadilime kavuşturması niyetiyle başlamadım Kürtçe şiir
yazmaya. Gene de en iyi bildiğim metin türü olan şiir, beni anadilimin
derinliklerine, oradaki görünmez damarlara yaklaştırdı. Doğası böyle işliyor
çünkü; daha derinlere neşter vurmaya, dilin uçurumlarına çekinmeden atlamaya
teşvik ediyor insanı şiir. Elbette hem kendi geleneğinden hem de insanlığın tüm
şiir birikiminden el almaya çalışan has şiirden, Apollonian olana mukabil
Dionysian ya da hectic dediğim durumu dil aracılığıyla ortaya koyan o gezgin ve
tırmanıcı ruhtan söz ediyorum… En bilineninden en bilinmeyenine has şairlerin
dilinden… Sümerli kadın şair Enheduanna’dan, Yunan Sappho’dan, Kürdistanlı
Mestûre Kurdistanî’den, Samuel Taylor Coleridge’dan, Sylvia Plath’den, Nilgün
Marmara’dan… Bu konudaki sui generis durumu hatırlatıyor bana sorunuz. Ha,
elbette hakiki şiir çabası, zamanla bu kavuşma yolunda bir nevi olumlu
suiistimal durumuna da yol açıyor. Şuna benzer bir şey kastettiğim: İster
yitirilmiş bir anadil olsun, ister tamamen yabancı bir dil olsun, siz o dili
hızla ya da yavaş yavaş yeniden edinmeyi ya da öğrenmeyi başarabilirsiniz ama
mesele o dille tefekkür etmek ise, has şiir ve has şair bilhassa teşekkür
edilmesi gerekenlerin başında gelmektedir.
Kürtçeye dönmek benim için
“hiçbir yere uçup gitmeyen bir bulut olan” çocukluğuma dönmekti…
“Kürtçe rüya
görmek istiyordum” diye anlatıyorsunuz siz de gençlik yıllarınızı…
Evet, bir dilde rüya görebilmekle yakından
ilişkili bir şey şiir. Daha doğrusu şiir hakikatle bağı kopmamış ama son derece
“örtük” (sanki çok da örtülebilirmiş gibi) bir nevi hectic recitation ise bu,
mutlaka görülmesi gereken rüyadır. O yıllarda bunu böyle tarif edemiyor,
yüzeysel bir biçimde anadilde rüya görme arzumdan söz ediyordum.
Bu arzunuz
gerçekleşti mi?
Kürtçeye zamanla tam olarak dönebilmek benim için,
çocukluk çağımın zihnine geri dönmekti. Bunu ilk kez bu kadar net tarif
edebiliyorum. Çünkü “hiçbir yere uçup gitmeyen bir bulut olan” çocukluğum, en
net fotoğraflarımı, yani altı yaşıma kadar Kürtçe gördüğüm rüyalarımı saklayan
bir albüm. Oraya dönebilmem, Jim Morrison’un ruhsal ulumasına benzer bir şey
adeta. Bu fotoğrafların, görüntülerin yerlerini sonsuz değiştirerek toplamda
tek ama değişken bir metin yazıyorum ben.
Tam olarak
ne zaman gördünüz ilk Kürtçe rüyanızı?
Bundan 23 yıl önce zor koşullarda Kürtçe üstüne
çalışmaya başladıktan iki ya da üç yıl sonra… Sanırım 1993′ün güzel bir bahar
sabahıydı. İstanbul’daydım. Demek ki çocukluğumun Kürtçesi dipten yüzeye sökün
etmeye başlamış. Uyandığımda o gece Kürtçe bir rüya gördüğümü sevinçle fark
ettim. Bir yaz günü kasası maviye boyanmış bir kamyon üstünde babamla annemin
doğduğu dağ köyüne, ardından köyün yaylasına gittiğimiz zamandan parlak bir
sahneydi. Bir ömür sonra gördüğüm ilk Kürtçe rüyam bu oldu. Yığınla ayrıntı
barındırıyordu; kayısı ve domates kasalarının arasında perişan bir halde
seyahat eden dev gibi çoban köpeği, ayaklarından bağlı tavuklar, dupduru bir
Kürtçeyle konuşan, ve aslında pagan gibi yaşayan düz Sünni akraba Kürtler vardı
ve ben şakır şakır Kürtçe konuşuyordum. Buna benzer başka rüyalar da görmeye
başladım sonra sürekli. Şunu demeye getiriyorum: “Devlet dersi”nde
öldürülmeden, yani tek ayak üstünde beklemeye alınan bir hayata geçmeden önceki
çocukluk dönemi, yaşamsal ve vazgeçilmezdir. Ayrıca her türlü territoryalizmin
de üstünde bir şeydir bu.
Şimdi
rüyalarınız hangi dilde, dillerde geliyor size?
Eskisine göre daha az olsa da uzun metrajlı Kürtçe
rüyalar görüyorum artık. Son zamanlarda gördüğüm Kurdlish rüyaları zaten
anlatmıştım.
İstanbul’da yaşayan 17
yaşındaki yeğenim Rojda yazdığım öyküyü anlayamayacaksa, batsın bu dünya!
Bu
coğrafyada yaşayan Kürtler çoğunlukla kendi dillerini yetişkin olduktan sonra
öğreniyorlar. Edebiyatı nasıl etkiliyor bu?
“Kürtçe eğitim” diye bir şey olmadığından bizde
çocuk ve genç okur diye bir kategori yok, bu da konuşulan ve yazılan Kürtçenin
milyonlarca okurdan mahrum olduğu anlamına geliyor. Anadilde eğitimden
meselesinde devletlerin bu saklı sinerjiyi baskılamak için ne denli haince
planlar devreye sokup neden sürekli bu işi yokuşa sürdüklerini artık çok iyi
biliyoruz. Hal böyle olunca, edebiyatta bize kala kala Kürtçe okumayı kendi
gayretleriyle öğrenen, sayıca da öyle on binleri, yüz binleri bulmayan yaşça
büyük okurlar kalıyor.
Yazarlar
açısından durum ne?
İlginç bir durum söz konusu; Kürt yazarların
sayısı giderek artıyor, dünyaya oynayan iyi yazarlarımız var.
Ama okurları
yok mu diyorsunuz?…
Ne yazık ki öyle, Mucizeler yaratan yazarlarımız
var ama okur yok. Kendi adıma konuşayım; İstanbul’da yaşayan on yedi yaşındaki
yeğenim Rojda yazdığım bir öyküyü anlayamayacaksa, oğlum Siyabend Arî Kürtçe
hikâye kitapları okuyamayacaksa, batsın bu dünya!
Dile
dönelim… Şimdi konuştuğunuz, yazdığınız Kürtçe ile çocukluğunuzdan
hatırladığınız Kürtçe arasında fark var mı? Yani aynı dildir belki ama sizdeki
etkisi farklı olabilir mi?
Her dil gibi Kürtçe de hızlı değişimlerden geçiyor
ve yeni anlatım olanaklarına kavuşuyor. Sosyal ve siyasal hak mücadelesi de
bunu besliyor kuşkusuz. Kürtlerin ezici çoğunluğu tarafından Kürdistan’da ve
dünyada konuşulan Kurmancî lehçesi son 80 yıldır tüm ağızlarıyla ve
katmanlarıyla kendi içinde bir entegrasyon sürecinden geçiyor. Kendi adıma,
yaklaşık on yıldır faal olan Kürt dil hareketinin Kürtçeyi paketleme, budama ve
standartlaştırma pratiğini sık sık sert bir biçimde eleştiriyor ve bu tuzağa
düşmemeye özen gösteriyorum. Bu nedenle dilimin değişim süreçlerinin tam
içindeyim, bundan etkiliyorum. Kürtçenin geçmişten devraldığı ve hiç kimsenin
ortadan kaldıramadığı o renkli dünyası, Sümerlerden bu yana tüm bölge
dilleriyle iletişim halinde kalarak günümüze getirebildiği büyük birikimi beni
çok ilgilendiriyor. Çocukluğumun dili derken galiba bunu da kastediyordum. Öte
yandan bilirsiniz, şairler terennüm ederlerken dil konusunda son derece
haylazdırlar; var olanı yıkıp yerine yeni yan anlamları da içeren taptaze “dil
içinde diller” kurarlar. Hele insan şair-çevirmen olunca, dilinin sözlüğü
sürekli genişliyor. Ama elbette sözüm bunu görebilecek gözlere.
Mesele zor dil ya da kolay
dil değil, mesele edebiyat…
Şair olarak
dille ve şiirle ilişkinizi anlatır mısınız?
Sohbette geldiğimiz yer güzel. Şiir küçük,
şaşırtıcı ayrıntıları önemseyerek, aslında pek bir numarası yokmuş gibi görünen
bu hayatı elimizdeki en değerli şey olan dille yeniden kurmak demektir. Bu
syntetique, yani bireşimsel olandır. Tiyatroyla da bir şekilde teması olan,
sahnede Shakespeare’in Peter Quince’iyle Prens Hamlet’ini canlandırmış biri
olarak şiirde dramatik yapı üstüne de çalışıyorum. İleri fırlayan, geri çekilen
diyaloglardan oluşan uzun şiirler de yazıyorum yani. Dil ve şiir ilişkisinden
benim anladığım, böyle bir bütünsel çalışma. Şiirim açıktan mesaj verme kaygısı
içermez, ağlak hiç değildir. Gerçi hem bu yüzden, hem de şimdilerde yazılan
birçok şiiri ya da geleneğimizde çok şişirilmiş Cegerxwîn mitosu gibi örnekleri
yerden yere vurduğumdan, birçoklarınca pek sevilmediğimi de biliyorum.
Hangi dilde
yazıyorsunuz?
Eeştiri metinlerini bir yana bırakırsak, Türkçe
yazmayı 1995’te tamamen bıraktım. Şiir ve öykü olarak edebî metinlerimin dili
Kürtçedir.
Ama Türkçeye
pek çevrilmiyorlar sanırım…
Şiirlerimin ve öykülerimin Türkçeye ya da başka
dillere çevrildiklerini söyleyemem. Dilimin çok zor olduğundan dem vuruluyor
sürekli. Bu da edebiyattan çakmış bir kısım Kürt’ün başının altından çıkan bir
şey. Meselenin zor dil ya da kolay dil olmadığını, meselenin edebiyat olduğunu
vurguluyorum ben de. Şiirlerimi İngilizceye ve Türkçeye de kendim çeviriyorum.
Böylesi daha sağlıklı. Kendi şiirlerimi bu iki yabancı dile çevirirken, acaba burada
böyle mi demek istemişim dediğim zamanlar da oluyor. Çok eğlenceli…
Bu ülkenin Kürt olmayan yazarları dilimizi öğrenmeyi denemedi,
esas duruş hallerini bozmaya yeltenmediler
Kürtçe
edebiyat nasıl bir edebiyattır, önemli yazılı metinleri hangileridir? Biz onu
yeterince biliyor muyuz?
Sürprizlerle dolu bir edebiyattır. Bu kadar
asimile edilmeye çalışılmış bir dil için şaşırtıcı olsa da 1000 yıllık bir
yazılı birikime sahiptir. Zoru başarmıştır. Sonra 15. yüzyıldan itibaren
mesnevi ve divan formunda Feqiyê Teyran, Melayê Cizîrî, Ehmedê Xanî gibi üç
evrensel yazar ve Mem û Zîn gibi kanon bir eser çıkarabilmiştir. Özetle her
türlü talana rağmen sürpriz el yazmaları barındıran değerli bir hazinedir.
Yüzyılımızda bu birikimin etkisini daha fazla hissedeceğiz ve bu kültürel
sinerjiyi insanlığın ortak mirasına katacağız.
Biz Türkçe
konuşanlar, okuyanlar bu edebiyatın inceliklerini pek de bilmiyoruz… Bu konuda
eksiklerimiz çok.
Bu ülkenin Kürt olmayan yazarları,
akademisyenleri, araştırmacıları “ya benimsin ya kara toprağın” şeklinde eli
kolu bağlanagelmiş bu dili merak edip öğrenmeyi denemediler. Kimse bu esas
duruş halini bozmaya yeltenemedi. Haklısınız; böyle olmasaydı, bugün Kürtler,
Türkler ve bu toprakların bütün halkları olarak, ayrı ya da beraber, çok daha
iyi yerlerde olabilirdik.
Uzun yıllar
yok sayılması hatta yok edilmeye çalışılması Kürtçeyi ve edebiyatını nasıl
etkiledi? Siz “kefeni yırttı” demişsiniz ama bunca baskıyı düşünürseniz kefeni
yırtmaktan daha fazlası söz konusu bence…
Bildiğim bir hikâye var. Adı, Gamasî. Hikâye bu
ya, Gamasî Ağrı Dağı’nın karnında uykuya dalmış yarı öküz, yarı balık bir
yaratıkmış. Çocukluğumda anlatılanlardan biliyorum, dünya bu yaratığın
boynuzları üstünde duruyormuş. Yani Ağrı Dağı, bizim Olympos’umuz ya da
Cudi’miz… Derlerdi ki dünyada bir deprem olduğunda, bil ki bir sinek gelmiş
Gamasî’nin burnunun ucuna konup onu rahatsız etmiştir. İşte o zaman bu yaratık
kafasını sallarmış ve dünyada depremler, zelzeleler olurmuş. Aynen bu şekilde,
Kürtçe ve Kürt edebiyatı da o dağın karnında uyuyakalmış, bir süreliğine komaya
girip hafıza kaybına uğramıştı. Şimdi herkesi şaşkınlığa uğratarak ansızın
uyandı. Beklenmeyen, umulmayan bir şeydi bu. Bu dil ve bu dilin edebiyatı,
tarihsel koşullar da artık son derece elverişli olduğundan, büyük bir hızla
birikimini tanıdı, yanında yöresinde, altında üstünde ne var ne yok diye şöyle
bir yoklayarak yatağından doğruldu bir kere. “Kefeni yırtmak”tan fazlası bu,
doğru… O yüzden diyorum ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kürtçe,
dünya dilleri sıralamasında hızla yukarılara doğru tırmanacak. Kürtler, yakın
zamanda siyasi ve coğrafi birliklerini sağlayacaklar. Kürt edebiyatı, dünyanın
etkili edebiyatlarından biri haline gelecek. Bu dediğime gülenleri, çeyrek
yüzyıl sonra bir daha görmek isterim.
Röportaj: Gülenay Börekçi Alıntı kaynağı EgoistOkur TIKLA