Türkiye′de demokrasi tartışmaları çerçevesinde başörtüsü mihenk taşlarından biri olmuştur. Başörtüsü kimi için gericiliğin sembolü iken kimisi için de Müslüman bir toplumun özgürlük sembolüdür. Cumhuriyetin dindarları kıyımdan geçirmesinden sonra başörtüsü meselesi uzunca bir süre güçlü bir şekilde gündeme getirilememiştir. Lâkin Cumhuriyetin devre dışı bıraktığı başı açık ya da örtülü kadınlardan sonra ortaya yeterince başörtülü kadın aktör çıkmamıştır. Ancak demokrasinin hızla ilerlemesi kadınların da günlük ve siyasî hayatta söz ve iş sahibi olmalarını beraberinde getirmiştir ve büyük tartışmalar, çatışmalar yaşanmıştır. Bu çatışmaların en önemlisi ise 28 Şubat′tır. Biz de bu hafta 28 Şubat′ta yaşananları "Başörtüsüne Özgürlük Yolunda Görülmüştür" kitabının yazarı Hüda Kaya ile konuştuk. O dönem idamla yargılanan Kaya, 28 Şubat zulmünün el değiştirerek devam ettiğini belirtiyor.
"Başörtüsüne Özgürlük Yolunda Görülmüştür" kitabında neyi anlatmak istediniz?
Türkiye′nin yakın döneminde halkımız en karanlık süreçlerden birini yaşadı. Bu dönemde dindarlara büyük bir baskı ve zulüm yapıldı. Binlerce başörtülü kadın işinden ve okulundan oldu. Yazanlar, çizenler, konuşanlar mahkûm edilip ceza evlerine hapsedildi. Erkekler ise, eşleri ya da annelerinin başörtülü olmaları nedeniyle baskıya maruz kaldılar. İşte bu zorlu süreçte zulüm gören binlerce kişiden biri de ben ve ailem idi. Kitapta 28 Şubat sürecinde, kendi hikâyemiz üzerinden Türkiye gerçeğini ortaya koymaya çalıştık.
Siz de cezaevinde kaldınız değil mi?
1997 yılında "Ulusal Heyecan Gecesi ve Başörtüsü" isimli yazımdan dolayı 312. maddeden 20 ay hapis cezası aldım ve Malatya E Tipi Cezaevi′ne hapsedildim. Daha sonra cezam onanınca yatmak üzere serbest bırakıldım. Ardından 1999 yılında başörtüsü yasağı Malatya′da da kendini hissettirmeye başlamıştı. Bu yasağa karşı düzenlenen eylemleri ailecek destekliyorduk. Eylemler sırasında kızlarımdan Nurcihan 16, İntisar 17, Nurulhak ise 18 yaşındaydı. Verdiğimiz destekler nedeniyle kızlarımla birlikte E tipi cezaevine hapsedildik. Nihayetinde bizim de içinde bulunduğumuz bir gruba 146/1 ve 146/2′den idam cezası istemiyle dâvâ açıldı.
Hukukun hoyratça kullanıldığı bir adalet sisteminde idam edileceğinizi düşündünüz mü?
Koğuşta dışarıyla tek bağlantım olan gazeteleri okurken "Başörtüsüne İdam" sürmanşetini okudum. Haberin detayında ise, bizim de içinde bulunduğumuz bir grup için idam talep edildiğini gördüm. Yıllardır Allah′a "Bizleri şehitler olarak katına al!" diye duâ ederdik. Bu haber, bana şehadeti buram buram hissettirdi. Ancak bu girişimin İslâmî camiayı baskı altına almaya ve gözdağı vermeye yönelik olduğu aşikârdı. Zaten öyle de oldu; bu dâvâdan sonra başörtüsü yasağına karşı yapılan eylemler bıçak gibi kesildi. Gazeteden okuduğum haberi kızlarıma bir "müjde" diye haber verdim. Kızlarım idam talebini tekbirlerle karşıladılar. Fakat koğuşta farklı suçlardan yatan kadınlar "Başörtüsüne idam mı istenir?" diyerek, sanki bizler yarın idama gidiyormuşuz gibi, sinir krizleri geçirerek ağladılar. Onları da teskin etmek bize düştü.
Kızlarınız 18 yaşından küçük olduğu halde yetişkin muamelesi mi gördüler? Suç ehliyeti konusunda bir itirazınız olmadı mı?
Bu konuda itirazlarımız oldu, fakat tamamen "orman kanunları"nın hakim olduğu bir süreci yaşıyorduk. Kimse hukukla ilgilenmiyordu, ortada kanun falan yoktu. Keyfî uygulamalar hüküm sürüyordu.
Bu zulümlerin toplumun diğer kesimlerine anlatılabildiğini düşünüyor musunuz? Hâlâ, "28 Şubat′ta dindarlar ne yaşadı ki?" diyen insanlara rastlamak mümkün.
Hayır yeterince anlatıldığını düşünmüyorum. Bunun bir nedeni, dindar camiaya mensup insanların içe kapalı yaşaması; vicdanı, ahlâkı kendi malıymış gibi algılaması. Bu sebeple de 28 Şubat′ta yaşananları, toplumun vicdan sahibi çok geniş bir kesimi tam olarak bilmiyor. İslâmî camia 12 Eylül ve 12 Mart′ta yaşananları ne kadar hissediyorsa, aynı şey onlar için de geçerli.
Bu empati eksikliğinin zamanla azaldığını düşünüyor musunuz?
Bundan birkaç yıl önce, sol çevrelerle 28 Şubat yıl dönümünü anma toplantıları başladı. Dindar camianın yaşadığı sıkıntılar ve zulümler anlatıldığında sol kesimden arkadaşlarımız "İyi ki anlattınız, biz bunları bilmiyorduk!" tepkisini gösterdiler. Sol camia kendi yaşadığı acıları, mücadeleleri belgeselleştirme, dizileştirme, kitaplaştırma konusunda çok iyi bir yerdeler. Hatta bazı dindar gençler televizyonlarda yayınlanan dizilerdeki sol karakterleri hak mücadelesinde kendilerine idol olarak görebiliyorlar. Hâlbuki, dindarların da bir mücadele tarihi var. Fakat biz bu mücadeleleri yeterince belgeselleştiremiyoruz. İşkenceye ve zulme maruz kalmış insanlar başlarından geçenleri yazmıyorlar, konuşmuyorlar. Böyle yaparak bizler, kendi ellerimizle mücadele tarihimizin üstünü örtmüş oluyoruz. Bu nedenle "Başörtüsüne Özgürlük Yolunda Görülmüştür" kitabımı bir belge olarak tarihe mal etmek için yazdım.
28 Şubat′ı yargılama sürecinde ülkeyi kaosa sokmamak adına dâvâyı askıya almak düşüncesini nasıl buluyorsunuz? İktidarın böyle bir düşünceyle hareket etmesi sizi üzer mi?
28 Şubat sürecinin inanılmaz acıları ve gözyaşları sonucu bugünkü siyasî yelpaze oluştu. O günün mağduriyetleri bugünkü siyasî yelpazeyi güçlü kıldı, var etti. 28 Şubat′ın mağduriyetleri üzerinden bir yerlere gelen insanların dâvâ sürecini sonuna kadar götürmemeleri, mazlûmların gözyaşlarına, duâlarına ihanet olur. 28 Şubat sürecini sonuna kadar götürmek ve takip etmek zorundayız. Nasıl Ergenekon, Balyoz Dâvâları dallandırılıp budaklandırılıp sonuca gitmiyorsa, sanki 28 Şubat dâvâsı da sulandırılma aşamasında… Hele siyasîlerin, "Fazla üzerine gidilmesin" demesi "Yargıyı askıya al" gibi işaret vermesidir. Halk, eğer sizi iktidar yaptıysa, bu tür haksızlıkların üzerine gidilmesi için yapmıştır. Bu güne kadar iktidara destek veren biri olarak, umutlarım çok kırıldı. Şu anda beklentiler doğrultusunda bir irade oluşacağını düşünmüyorum. Bırakın 28 Şubat′ın zalimlerinden hesap sorulmasını, bugün bizim kardeşlerimiz eliyle halkın çok önemli bir kesimine 28 Şubat zulümleri uygulanmaya devam ediyor.
Ne kast ettiğinizi biraz açar mısınız?
Devletin yazanlara, çizenlere, düşünenlere, farklı görüş bildirenlere karşı refleksi değişmedi. Daha düne kadar basın özgürlüğünden bahseden kardeşlerimizin, bugün bırakın sokakta ya da üniversitede muhalif slogan atan gençlere tahammül etmelerini, farklı düşünce beyan eden gazetecilere bile katlanamıyorlar. Bu zulümlere kardeşlerimiz kendi elleri ve dilleriyle müdahiller. Muhalif hiçbir söze, hiçbir kelimeye anlayış göstermiyorlar. Türkiye′deki Kemalist sistem herkesi hizaya sokuyor ve zulmünü dindarlar eliyle icra ediyor. Son seçimlere kadar iktidarı destekleyen biri olarak, "Keşke ′ustalık dönemi′ yaşanmasaydı, zulümler olmasaydı!" diyorum. Hiç olmazsa, iyi bir hatıra olarak aklımızda kalırdı. Şimdi ise, toplumun her kesiminden bir çok insan kırgınlık ve umutsuzluk içinde.
Anlattığınız bu kötü gidişatı neye bağlıyorsunuz?
Bu bir kişinin meselesi değil. Medyası, sermayesi, kalemşörleri ve tabanıyla tüm İslâmî camianın meselesi… Bu tahammülsüz duruma siyasî iktidarın söylemleri de eklenince, toplumsal huzursuzluk daha da artıyor. Allah-ü Tealâ insanları yaratırken onlara akıl ve irade vermiş ve onları "köle" değil "kul" olarak nitelemiş. Verdiği irade ve akılla, Cenneti ve Cehennemi seçme hakkına sahip kılmış. Bizler Allah′ın vermiş olduğu bu "derin özgürlük" karşısında, "herkes bizim gibi düşünsün, hareket etsin" diyemeyiz. Bu vicdana ve yaratılışa aykırı!
28 Şubat′ta başörtülülere küfreden bir çok gazetecinin başörtüsü özgürlükçüsü olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tövbekâr olmuşlar… Bu sadece onlar için değil, İslâmî camia açısından da bir dönüşüme sebep oldu. 28 Şubat′ın dindarlara nefes aldırmayan baskı ve zulmü bizleri özgürlükleri için mücadele eden "vicdan sahibi solcular"la buluşturdu. 28 Şubatçılara teşekkür edeceğimiz bir husus varsa, bizleri toplumun diğer adalet arayan kesimiyle buluşturmasıdır. Adaleti savunan insanlarla birlikte haksızlıklara karşı hareket etmemize vesile olmasıdır.
Tövbekâr olan gazetecilerin en azından bazılarının samimî olduğunu düşünüyor musunuz? Yoksa güç meselesi mi?
Gerçek anlamda vicdanî ve insanî duruşa sahip insanların bulunduğuna bütün kalbimle inanıyorum. Fakat siyasî konjonktür ve güç dengesi değiştiğinde, takındıkları özgürlükçü tavırları bir anda unutacak bazı "etkin gazeteciler"in varlığı da bir gerçek.
28 Şubatçıların baskı ve zulümle de olsa dindarların hassasiyetlerini kırıp sekülerleştirdiklerini, bu bakımdan bir zafer kazandıklarını düşünüyor musunuz?
"Ayağını taşa çarptığında bunu düşmanına mal eden" bir anlayışı kabul etmek istemediğimi öncelikle belirtmek isterim. Diğer kesimler gibi İslâmî camia da kendi özeleştirisini yeterince yapamadı; "karşı tarafı eleştirme" kolaycılığına kaçtı. Bir kimse kendi nefsini düzeltirse, Allah da onu düzeltir. Bir toplum kendini düzeltirse, Allah da onu düzeltir. Onun için, temel referans noktalarımızı çok iyi bilerek, vicdanî ve ahlâkî prensiplerimizden kopmadan yaşamak zorundayız. Bizlerin hayatına dinle alâkası olmayan şeyler hâkim oldu, fakat "dindar" olarak anıldık. Bugün Kur′ân′dan kopuk bir dindarlığın ortaya çıkardığı toplumsal sorunları yaşıyoruz.
Yani Müslümanların önce kendi nefislerine bakmalarını mı istiyorsunuz?
Genel dindarlık söylemi içinde geriye dönüp baktığımda, kendi değişimimi gözlemleyebiliyorum. Gençlik çağında Kur′ân′la tanışmış biri olarak, daha sonra gücüm yettiğince İslâm′ı yaşamaya çalıştım. Genel geçer kurallar içinde bir çok hata da yaptığımın farkındayım. Daha insanî bir noktaya "vahiy" ile içimdeki kirleri yıkayarak gelebildim. Bugün toplumda hâkim olan dilin de farkındayım. Maalesef bizim insanımız, vahiyden ve vicdandan kopuk bir dindarlığın içerisinde yaşadığı dönüşümlere mazeret ve kılıf bulmaya çalışıyor.
28 Şubat nihayete erdi mi?
Ermedi. Sadece insanların geçirdikleri dönüşüm gibi, 28 Şubat da evrildi ve farklı versiyonu ile karşımızda duruyor.
Bu kadar sertsiniz?
Cezaevlerinde binlerce genç var. Şahit olduğumuz olaylardan yola çıkarak cezaevlerindeki "insanlık dışı muamele"nin devam ettiğini söyleyebilirim. Binlerce genç, sebepli-sebepsiz hapsediliyor, hapishanelerin çoğu derebeylik gibi müdür ve gardiyanların elinde, koğuşlar baskına uğruyor, mahkûmlar hakarete maruz kalıyor, donma alâmetiyle doktora gittiklerinde "Normaldir!" cevabını alıyorlar. Dövülmeleri, hücre cezaları almaları son derece normalleşmiş vaziyette.
Galiba oğlunuzun cezaevindeki tecrübelerinden yola çıkıyorsunuz?
Geçen sene Ramazan ayında oğlum, Doğu′da silâhların susması için düzenlenen eyleme katılmak üzere Taksim′e gittiğinde, alana ayak basar basmaz göz altına alındı. Tekirdağ 2 Numaralı F Tipi Cezaevi′nde mahkûm olarak kaldı. Bu aşamada ziyaretine gidip gelirken şahit olduğum şeyler var. Bunları cezaevi müdürüne iletmek istediğimde, gardiyanlar bizleri müdürle görüştürmediler. Birkaç görüşme isteğimden sonra küçük çaplı bir tartışma yaşandı. Yanımda bulunan, fakat tartışmaya katılmayan küçük oğlum ve gelinim benimle birlikte cezaevinin tek taraflı yargısız infazına maruz kaldı. Bana ve gelinime bir yıl, küçük oğluma altı ay görüş yasağı getirildi. Şu an büyük oğlum hapisten çıkmış olmasaydı, ziyaretine gidemeyecektik. Hâl böyle iken, ülkemizin doğusundan çocuklarını ziyarete gelen insanlar, yapılan zulümler karşısında son derece sessiz ve suskunlar; çünkü itiraz etseler çocuklarını görmekten mahrum kalabilirler. Yaşadığımız olaylardan sonra, hem suçlu, hem güçlü olan cezaevi bizleri devlet görevlisine karşı gelmekten mahkemeye vermiş. Eylül′ün 12′sinde mahkememiz var. Varın gerisini siz düşünün…
Dindarlar açısından mağduriyetin giderildiğini düşünüyor musunuz?
Ülkede yaşanan zulmü yazdığımız için bazı dindar gazeteciler hakkımızda karalama kampanyası başlatmış durumda. Âyet′te söylendiği gibi "Zalimden başkasına düşmanlık yoktur." Hangi inançtan, düşünceden, ırktan olursa olsun bizler mazlûmun hakkını savunmak zorundayız. Zulme karışan abdestli, namazlı kardeşlerimiz de olsa İslâm onların yanında yer almamızı istemez.
Dindarların mağduriyeti konusu… Meselâ başörtüsü…
Mağduriyet kalkmadı. Bazı resmî ve özel kuruluşlarda başörtüsüne ve dindarlara karşı yumuşamalar olduğunu söyleyebiliriz. Ancak dün sistemin eliyle yapılan zulümler, bugün dindar insanlarımızın eliyle yapılıyor; maaşlardaki dengesizlik, başörtülü olduğu için statüsü ve maaşı düşük kadınlar, gelir adaletsizliği gibi onlarca örnek sayılabilir.
Kendi camianızdan yöneticileri eleştirmek daha mı zor?
Dün yapılan zulümlerin icracıları Kemalistler olduğu için, farklı bir direnişimiz ve karşı duruşumuz olabiliyordu. Şimdi yine bu yanlışları ifade ediyoruz, ancak "farklı hesaplar"ı da gözetmek zorunda kalıyoruz.
H.Hüseyin Kemal
hhkemal@gmail.com
Ayrıntı ve kaynak için [YeniAsya]