Cevap: Aslında ifade ettiğiniz gibi bütün yazarlar aynı zamanda çok iyi birer okuyucudurlar da. Okumadan yazamazsınız, yazmaya kalkarsanız yazdıklarınız toplum tarafından “Bahçelerde maydanoz, gel bize bazı bazı” muamelesi görür. Bu yüzden yazıyorsanız özellikle gençliğin ne okuduğunu bilmeniz gerekir, yoksa onlarla konuşamazsınız. Konuşsanız da anlayamazsınız onları, onlara uzak kalırsınız. İşte sırf bu yüzden gençlik tarafından çok okunuyor diye kimi popüler kitapları da okumak zorunda kalıyorsunuz. Bazen okumak için verdiğiniz zamana acıdığınız kitaplar da oluyor ama ne yaparsınız…
Benim “Zar Adam” serisini okumak zorunda kaldığım gibi…
Önemsediğim isimlere gelince: Ali Şeriati, Mustafa Çamran, Seyit Kutup, Mehmet Akif Ersoy, Mustafa İslamoğlu, Cihan Aktaş, Hüseyin Hatemi, Necip Fazıl Kısakürek, Hugo, Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, Kafka, George Orwell gibi isimleri sayabilirim.
Ama son zamanlarda Kur’an-ı Kerim’e yoğunlaşmış durumdayım. Bunda şuan okuduğum İlahiyat Önlisans’ın payı var mıdır yok mudur? Bilmiyorum. Ama ben buna “Öze Dönüş” diyorum
Soru: Süreç içerisinde 4/5 kitap bastırdınız. Özellikle “Başeğmek İçin Başkaldırıyorum”u soralım, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kitapçılarda fotokopilerinin satıldığını gördük, bu albeniyi birde sizden dinleyelim, nedir bu kadar rağbet görmesinin hikmeti üstad?
Cevap: Öncelikle o üstad tanımlamasını kabul etmediğimi peşinen ifade edeyim. Ben kendi halimde Allah dışında hiç kimseyle bir bağı/ilişkisi olmayan, gariban deli divanenin biriyim. O kitabı yazarken Rahmetli Ahmet Kaya’nın “Başkaldırıyorum” kaseti yeni çıkmıştı. İsmi ondan ilham aldım desem yalan olmaz. O kaseti belki yüzlerce kez dinlemişimdir. O zamanlar, her ne kadar mahallemizde hiç uygun karşılanmazsa da ben dinliyordum.
Sol gençliğin müziği ve “Devrimci ayakları” karşısında, bizim İslami gençliğin Hindikuş Dağlarını seslendiren marşlardan başkaca kendilerini ifade edecek bir argümanları yoktu.“Başeğmek için Başkaldırıyorum” kitabı, üniversitelerdeki İslami Gençliğin, onlar karşısında kendilerini net olarak ifade etmelerini sağlayan ve aynı zamanda ülkücülük yaftasını da alınlarından kökten silecek kadar, çok etkili ve güçlü bir argüman olmuştur.
Bu yüzden İslami gençlik çoğu zaman kendini karşı tarafa anlatmak yerine kitabı vererek;“alın bunu okuyun işte biz buyuz” demişlerdir. Öyle ki, kitabı İslami gençlikten daha çok diğer guruplar okumuştur.
Terör eylemleri hazırlığında olduğunu iddia ettikleri hücre evlerine yapılan baskınlarda bile, ele geçirildiği iddia ettikleri patlayıcılar ve Molotoflar emniyet birimlerince basına gösterilirken, bombaların arasında çoğu zaman “Başeğmek için Başkaldırıyorum” kitabı da sergilenmiştir.
Bunu düşünebiliyor musunuz?
Bu yüzden piyasada kitabı bulamayan birçok kişi söz konusu görüntülerden dolayı kitabın yasaklandığını sanısına kapılmışlardır. Piyasada kitap bulunmayınca birçok yerde fotokopi ile çoğaltılmıştır. Ve bu baskıları okuyan çok kişi olmuştur.
O kitap kaç kez sil baştan yazıldı tahmin bile edemezsiniz. Bir ping pong virüsü vardı bilgisayarımıza bulaşan. Ekranda gezinip duruyordu. Dizgi aşamasında çarptığı harfleri alıp götürüyor yazıyı allak bulak ediyordu. Şimdiki gibi flash bellekler, hard diskler yoktu. Sadece 5.25’lik iki disketimiz vardı. Onların içinde de sadece DOS işletim sistemi ve “Star Word” diye bir kelime işlem programı vardı.
Kitabı yazarken günlerce sabahladığımı bilirim. Ping pong virüsü ile baş edemeyince, en sonunda kitabı elle yazıp bitirmek zorunda kalmıştım.
Tabi bilgisayar benim değil ev arkadaşımındı. Zaten kitabı da ona ithaf etmiştim.
O kadar çok sabahladım ki, hatta üçüncü sınıfta sabah ilk iki derse hiç girememiştim. Vize günü sınavda beni gören Abuzer Yücel Hoca; “Niye hiç derse gelmedin?” diye sordu. “Yazılarım yüzünden hep sabahladığım için yetişemedim” desem inandırıcı olmaz ve yalan söylediğimi düşünür diye “Dersinizi sevmiyorum” diye bir yalanla kestirip atmıştım. O da sağ olsun “bende seni bırakıyorum” diye beni sınavdan kapı dışarı etmişti.
Üçüncü sınıfa o iki dersten tekrara kaldım. Her ne kadar dördüncü sınıfta onları alttan aldıysam da yine geçemedim. Hoca mı bıraktı ben mi geçemedim (21 yıl önceydi) tam hatırlamıyorum. Sadece Eylül’de o iki ders için son kez bütünlemeye girdiğimde. (Tabi bu arada Temmuz’da kitabı çıkarmış, baskısını tüketmiştim bile) Abuzer Yücel Hoca sınavda yanıma geldi “Aferin, vaktini boşa harcamamışsın.” Dedi. Meğer kitabı alıp okumuş. O an iki dersten de geçtiğimi anladım ve o gün mezun oldum. O gün aynı zamanda benim doğum günümdü…
O kitabın fazla okunması ve çok sevilmesi kuşkusuz sadece benim yazdıklarımdan kaynaklanmıyordu. Ben o kitapla insanlara, isimlerini vermeden Ali Şeriati, Seyid Kutup ve İmam Humeyni ile tanıştırdım. Çünkü o kitapta bu kişilerden çokça alıntılar var. Ama roman olduğu için kaynakları vermedim kaynak verseydim eminim o kadar tutulmazdı. O kitabın tutulması o alıntılar yüzündendir. Zaten dikkat ettiyseniz, kitapta İmam’ın “Cihadı Ekber”inden okuma yaparken kitabı merak eden Zeki’ye kitabın ismini ve yazarını vermiyorum. “Verirsem bana şucu bucu dersin” diye. Kitabı ve yazarını bulmayı meraklı okuyucuya bırakıyorum.
O kitap “Üniversitelerdeki İslami Gençliğin” elini sol gençliğin karşısında o kadar güçlendirmiştir ki. “Din afyondur ve sizin ülkücülerden farkınız yoktur” söylemlerine karşı en büyük bir silahları olmuştur.
Üç bin âdeti iki ayda tüketildi ama geri dönüşleri olmadığı için maalesef bir daha da basılmadı. O kitapla ilk kez Müslümanların haram yemekten korkmadıklarını, ahiret hesabına da aslında inanmadıklarını maalesef çok üzülerek öğrenmiş oldum. Ama hepsine de hakkımı helal ettim…
Bir de en önemlisi o kitap helal para ile basılmıştı. Rahmetli babam ailemizin bir yıllık bütün gelirini (gelir derken biz tarlalarda ırgatlık yaparak geçinirdik) o kitabı basmam için vermişti. Zira hiçbir yayınevi basmaya yanaşmadı. Hala da yanaşmıyorlar. Şimdi bile düşündükçe, babamın o kararını çok büyük ve korkunç buluyorum. Kitabı basmam için o kadar parayı nasıl verebildi hala aklım almıyor. Düşünüyorum da, çok daha rahat kazanmama rağmen, onun yerinde olsam, bugün bile o parayı asla veremem ben. Resmen delilikti yaptığı, ruhu şad olsun…
O paranın çeyreği bile dönmedi. Çoğu kitabı aldı sattı parasını afiyetle yedi.
Ama O kitapta, Temmuz, Ağustos aylarında pamuk sulayan, çapalayan ve seyrelten, Eylül’ün kırağı sabahlarında, sahurda kalkıp pamuk toplamaya giden çocukların emeği vardı belki de o yüzden çok tutuldu. Bilemeyeceğim…
Soru: “Gençlik Köprüsü” kitabınızdaki “Türbanlı” hikâyenizde başörtü taktığı için okuldan atılan kızın, herkesin önünde örtüsünü ip şeklinde kullanarak bir kediyi kurtardığını okuduk, bu anekdot acaba “Başörtüsü Teferruattır”ın karşılığı mıdır?
Cevap: “Ayşe Apo” da, aynen “Başeğmek için Başkaldırıyorum” kitabı gibi üniversite gençliği için kaleme alınmıştır. Bahsettiğiniz “Gençlik Köprüsü”nde ki “Türbanlı” hikâyemde “Başörtüsü Teferruattır”dan ziyade, çok daha büyük bir mesajı vardır. Dikkat edin, o eylemi başörtüsü için okuldan kovulan ve eve geri dönen bir genç kardeşimiz yapmıştır. O basit ve sıradan bir hareket değildir. İslam’ın ta kendisidir. Başörtülülerin gerçek yüreğidir. Ama bunu herkes anlayamaz…
Ben de anlatamam. Yazarken bile günlerce sarhoş gibi Erzurum sokaklarında dolaştım. Gerçek midir derseniz değildir. O zaman nasıl oluyor da bu kadar etkisinde kalabiliyorsunuz diye düşünebilirsiz belki. İşte bu yazanın ruh dünyası ile ilgili bir şeydir. Ben onu birebir paralel evrende yaşadıktan sonra kaleme almışımdır. Dikkat ederseniz “Ayşe Apo Dağdan İnenleri” kızlarıma ithaf ederken, “Gençlik Köprüsü” nü ise hikâyenin kahramanlarına ithaf ettim. Kimisi buna şizofreni de diyebilir… Ama ben bu halimi seviyorum.
“Genlik Köprüsü” ve “Ayşe Apo Dağdan İnenler” kitaplarımla, bu sefer üniversiteli Müslüman genç kızların eline güçlü bir argüman vermek istedim. Sistem ve Müslümanlara karşı, “Kurban edilmeye” artık sessiz kalmasınlar diye birçok şeyi göze alarak kaleme aldım. Kitabın, son sözünü okursanız bunu apaçık göreceksiniz. “Ayşe Apo Dağdan İnenler” in her kelimesini kutsal metinler gibi sahiplenen başörtüsü mağdurları olduğu gibi, mahalle baskısını hala yenememiş kimseler tarafında da yakılmıştır.
Soru: Biz neredeyiz, ne yapıyoruz, olmamız gereken yer doğru mu?
Cevap: Doğrusunu isterseniz kimin, kimlerin nerede durduklarını/olduklarını bilemiyorum, merakta etmiyorum. Zira hiç kimseyle maddi ve manevi bir bağım yoktur. Ancak, sadece şunu söyleyebilirim ki, “Başeğmek için Başkaldırıyorum” kitabımda rahmetli Erbakan Hoca’nın taraftarlarının oylarımızı almak için ne tür manevralar çevirdiklerini, ancak “o gün oy kullanmanın küfür hükmünde olduğuna inandığımız için” bizi bir türlü ikna edemediklerini vurgulamıştım.
Ama bugün geldiğimiz noktaya baktığımızda, görüyoruz ki, o düşünce sahipleri bile artık Parti kurar duruma geldiler.
Öte yandan ben son seçim hariç maalesef Ak Parti’ye oy verdim hep.
Oy kullanmaya hayatımda Ak Parti ile başladım. Bayrak yaptığımız başörtüsünün, ortasına iktidar partisini koyarak, her birimiz bir ucunda tutup yükselttikçe yükselttik. Neticede sadece iktidarı yükseltmiş olduk. Nice genç kızlarımızı bu uğurda kurban verdik/ettik. Bununla birilerinin ırki iktidarları perçinleştirdiğimizi ise ne yazık ki çok geç fark ettik...
“Ayşe Apo” ile bir genç kızın elimizde tuttuğumuz o bayraklaştırdığımız başörtüsünü, çekip almasını ve üzerindeki iktidarların tepetaklak olmasını arzu ettim. Bu yüzden onu gerçek konumuna teferruattır’a indirgeyerek yazdım. Bu elbette atalarının dininde olanlar için kolay kabul edilecek bir şey değildir, onlar hala kurban arıyorlar bu yüzden kitabı yakanlar bile oldu. Ama zaman da, mahşer de, beni haklı çıkaracaktır ben buna inanıyorum. Başörtüsü dini bir emir ve zorunluluktan ziyade insani bir haktır. Öyle bakıyorum ve inanıyorum.
Soru: Öze dönüş kavramını biraz açar mısınız ağabey, nedir İslam’da öze dönüş?
Cevap: Ben onu kitaba dönüş olarak algılıyorum. Zira özümüz o! Ama kitabım yüz binlerce sayfadan oluşmuş bir bilgi kirliliğinin altında adeta kaybolmuştur. Neredeyse ona ulaşmak imkânsız gibi bir şey ama ben işte o imkânsızı başarmak istiyorum. Bu yüzden tek başıma yürüyorum. Başörtü sorunu da o bilgi kirliliğindendir. Çok aforoz edenler çıkacaktır biliyorum ama ben inandıklarımı yazıyorum. Allah bana apaçık bir kitap göndermiştir. Yüzbinlerce sayfa tefsir ve hadis kitabı göndermemiştir. Onları hiç durmadan ömrüm boyunca sürekli okusam dahi asla gerçek kitaba sıra gelmeyeceğinin artık farkına vardım.
Ve bir karar aldım.
Bütün o bilgi kirliliklerini, kutsallıklarına bakmadan zihnimden/çöpe attım. Bu kitabı sanki sadece bana yeni gönderilmiş gibi heyecanla yeniden okumaya başladım. Bundan geçmiş âlimleri/ulemaları küçümsediğim anlamı lütfen çıkarılmasın. Kitabı iyice okuyup özümsedikten sonra belki onların da yazdıklarına göz atacağım. Ama ben başkasının doğrusunu taklit ederek cennete gireceğime kendi yanlışımla cehenneme girmeyi tercih edenlerdenim. Kitap bana gönderilmiştir ve ben ona anladığım şekilde iman ederim, ha yanlış anlamışsam ve bu yüzden yanlış yola girmişsen varsın beni cehenneme atsın yanmaya razıyım ama allo çello gibi inanmak ve anlamak zorunda değilim. Hele eteklerine yapışıp arkalarından asla ve asla gidemem, gitmem de. Düşünüyorum ve sorguluyorum…
Soru: Her roman ve öykü kahramanının bir yarısı sizde yaşıyor gibi geliyor bana. Onların acısını içinizde özümsemeden, damıtmadan kâğıda döktüğünüze inanmıyorum. Bilmem yanılıyor muyum bu zannımda? Kim bilir kaç gece uykusuz kalmışlığınız; yıldızlarla, hırçın dalgalarla hasbihal etmişliğiniz vardır?
Cevap: Daha önce ki sorunuza verdiğim cevapta ifade ettiğim gibi, ben yazmadan önce o olayı en yoğun şekliyle paralel evrenlerde yaşarım, yaşamadan yazamam zaten. Şimdilerde buna empati diyorlar, işte o yönüm çok güçlü.
Ama bir hikâye ya da yazı yazmaya karar verdiğimde daha yazmadan eşim ve çocuklarım bendeki değişikliğin yeni bir yazının doğum sancılarından kaynaklandığını artık çok iyi biliyorlar. Düşüncelerimiz uyuşmasa da bu halimi seviyorlar. Ben de onları çok seviyorum.
Soru: Adıyaman ve hususen Kâhta için neler söyleyebilirsiniz, okuyucularımıza söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Cevap: Adıyaman’a sanırım hiç uğramadım, uğramışsam da çok uzun zaman geçtiği için hatırlamıyorumdur. Ama Kâhta’yı çok iyi hatırlıyorum. Dönüş yolunda Şeyhin hayranlarıyla aynı portatif feribota binmiş öylece karşıya Siverek tarafına geçmiştim.
Genelde Kâhtalı özelde haber sitenizin değerli okuyucularını, bu söyleşi ile hayallerinde büyüttükleri insan gibi konuşmadığım ve davranmadığım için belki de onları üzmüş ve hayal kırıklığına da uğratmış olabilirim. Ama ben sadece inandıklarımı paylaştım. Ve insanların, onları çok sevdiğimi, onları hiçbir şeye feda edemeyeceğimi de iyi bilmelerini isterim.
Bana sayfalarınızda yer verdiğiniz için çok te şükürler
MAHMUT SEMEN KİMDİR?
Mardin-Kızıltepe’de yaşayan Mahmut Semen, “Meles u Melisa” hikâyesinde ifade ettiği gibi aslen Sultan Şeyhmuslu olup Kızıltepe’nin Abdulimam (Hocaköy) köyünde 11 çocuklu bir ailenin 5. çocuğu olarak 1966’da dünya ya geldi.
Bitlis Erkek Öğretmen Lisesinden sonra kazandığı Dicle Üniversitesi Şanlıurfa Ziraat Fakültesinden 1991 yılında mezun oldu. Şimdiye kadar 5 kitabı basılan ve ilk kitabı olan“Başeğmek için Başkaldırıyorum”u 1991 yılında son sınıf öğrencisiyken yazan Mahmut Semen’in ikinci kitabı 1992 yılında aynı kitabın ikinci cildi olarak “Firavunları Devirmek”ismiyle Menzil yayınlarından çıktı. 1993 yılında “Sultan Şeyhmusa-i Zuli hayatı ve mücadelesi” adlı araştırma biyografi kitabını yayınladı.
Ziraat Mühendisi olan Mahmut Semen, 1997 yılında sınıf öğretmeni olarak atandı.
2001 yılında gönüllü olarak Hakkâri’ye tayin istediği için deliliğine hükmedildi. Yüksekova Merkezde bir yıl görev yaptıktan sonra geri döndü. Son iki kitabı Hakkâri’ye gidişin meyveleridir diyebiliriz. Uzun bir aradan sonra 17 Ağustos 2009’da büyük depremin yıldönümünde, “Ayşe Apo Dağdan İnenler” ile “Gençlik Köprüsü” adlı iki kitabını yayınlandı.
Milli Eğitim Bakanlığının EBİTEFO için açtığı iki sınavı da kazanan Mahmut Semen, 2007 yılından beri Eğitici Bilişim Teknolojileri Formatör Öğretmenidir. Milli Eğitim Bakanlığının Fatih Projesi için bütün Türkiye’de görevlendirdiği 441 EBİTEFO’dan biri olarak Mardin Kızıltepe İlçesinde görev yapmaktadır.
Evli olan Mahmut Semen’in Setenay Ceren, Muhammed Ali, Ahmet Ferhat ve Tuana Helen adlarında iki kız iki erkek çocuğu vardır.
Mahmut Semen’in notu: Bu Röportajın Edebi düzeltme ve kontrolleri Yazar Gülten Kahraman tarafından yapılmıştır. Kendilerine çok te şükürler.
Haber Kaynağını tıklayınız
RÖPORTAJ: HİKMET KIZIL
KAHTA DİYALOG GAZETESİ