Röportaj: Kejê Bêmal
Kaynak için: [YekbunaWelat]
Uzun yıllar sürgünde kalan bir Kürd siyasetçisi, hoşgeldiniz.. Dönüşten sonraki yaşam nasıl gidiyor?Alışabildiniz mi buradaki dengelere? Hepimiz biliriz ki sürgünlüğün en trajik yanlarından biri de yabancılaşmadır? Var mı sizde bu tür yabancılaşmalar?
Asıl olarak da ülkedeki fiziki değişiklik. Kentler çok büyüyüş, genişyollar yapılmış, köyler bile değişmiş. Sosyal hayattaki bazı değişimleri ise kavramak için ise zaman gerekiyor.
-Sürgün olmak. Dünyada bir insanın başına gelecek en zor durumlardan biri. Sürgün edenin hedefi bellidir zaten. Bulunduğu yere yabancılaştırma, bulduğu kültüre ve siyasal düşüncesine yabancılaştırma. Sizin pozisyonunuz farklıydı tabii ki; ama binlerce Kürd çocuğu var sürgünde ve bunlar çoğu zaman çok zor koşullarda, kendilerine ait olan her şeyden koparılıp yabancılaştırıldılar. Uzun yıllar sürgünde kalan biri olarak sizce sürgünlük insanlara neler katıyor? Neler kaybettiriyor? Kırılma noktaları nelerdir sürgünün?
-Sanıyorum bizim sürgünlüğümüz uzun sürse de geçmiştekilerden daha avantajlıydı. Sürgünlüğün şansı olamaz ama, tabiri caizse daha şanslıydık. Örneğin Şeyh Said hareketinden sonra bir sürgün dalgası yaşandı. Kürt aydınlarının, yurtseverlerin bir bölümü Suriye’de kaldılar. Bazıları Avrupa ülkelerine geçtiler. Onlar için zordu. Çünkü o dönemde iletişim çok sınırlıydı. Bir mektup belki bir ayda sahibine ulaşırdı. Öyle olunca onlar için hasretlik çok ağır bir şeydi. Gerçekten yabancıydılar gittikleri ülkelerde. Onların çok büyük sıkıntılar yaşadığını, bu durumun büyük travmalara yol açtığını düşünüyorum. Oysa bizimkisi farklıydı. Bizim için nisbeten elverişli koşullar vardı. Gittiğimiz her ülkede bir koloni vardı bizim insanlarımızdan. Dernekleri, siyasi çalışmaları vardı, kendi kültürlerini yaşıyorlardı. Örneğin topluca Newrozu kutluyorlardı. Böylece sudan çıkmışbalık gibi olmadık, fazla yabancılık çekmedik. Siyasi ve kültürel çalışmaların içinde olduk. Çalışmalara hiç ara vermedik. Hatta diyebilirim ki Kürt kültürü, Kuzey Kürtleri bakımından önce Avrupa’da çiçeklendi. Sovyetler Birliği’ni, Irak’ı falan saymıyorum, o ayrı. Ama biz Avrupalı göçmenler bakımından diyorum. Birçok Kürt yazar ve araştırmacı yetişti; İsveç’te, Almanya’da, Fransa’da ve diğer ülkelerde. Bunun etkileri ülkeye, yani yurt içine de yansıdı. Örneğin ben hiç boş kalmadım.
-Bunlar pozitif etkiler. Sizin özel durumlarınız da var tabii ki, siz bir örgütün lideriydiniz. Tabii ki sürgünün sizde hedeflediği şekilde sonuç alması mümkün değildi. Çevrenizde görüldüğünüz kırılmalar var mıydı? Çünkü sürgün en ağır insanlık suçlarından biridir bence. Ve genelde hedefine ulaşır.
-Tabii, örgütsel çalışmalardan kopan insanlarda bu daha çok görüldü. Yani sürgünlük doğal olarak hepimizi bir dereceye kadar olumsuz etkilemiştir; ama demin bahsettiğim nedenlerden dolayı, eğer bir çalışma içerisindeyseniz, eğer boşkalmıyorsanız yine üretebiliyorsanız ve dışarıdan ülkedeki mücadeleye destek olabiliyorsanız bunu aşıyorsunuz. Sanki ülkedeymişgibi mücadelenin içindesiniz çünkü. Ama örgütsel mücadeleden kopanlar, boşkalanlar, onlar gerçekten çok büyük sıkıntılar yaşadılar. Onlar işte sudan çıkmışbalığa dönenler. Çünkü daha önceki doğal ve sosyal çevrelerinden kopmuşlardı, toprağından sökülüp başka yere dikilmişbir ağaç gibi. Ama orada, değişen koşullar yüzünden -biraz da kendi tutumlarına bağlı olarak- o insanlar için gerçekten zor oldu. Bunalım geçirenler, hatta çeşitli bedensel ve ruhsal hastalıklara yakalananlar oldu. Bir keresinde politik mültecilerle ilgili hastalıkları sıralayan bir Kürt doktor, nerdeyse kanserin sebebini bile mültecilik diye göstermişti. İşin bu tarafı da var tabii.
-Ve döndünüz. Gelirken neleri düşündünüz? Nasıl aldınız dönüş kararını? Nasıl bir duyguydu dönmek?
Güzel bir duygu! Zaten gittiğiniz andan itibaren dönüşü hep düşünürsünüz. Ben iki kez yurtdışına çıktım. Her ikisinde de zorunlu nedenlerle idi. İlk kez 1972 yılında 12 mart döneminde çıktım. Cezaevinden çıkmıştım, yeniden tutuklanma kararı çıktı, ben de gittim. O zaman yurt dışında iki yıl kaldım. Genel af çıkınca hemen döndüm. İkincisi 1980 darbesinin hemen öncesinde. Darbenin geleceği belliydi. Arkadaşlar çıkmamı yararlı gördüler. Açıkçası, gittiğimde o kadar uzun süre kalacağımı ben de düşünmemiştim. Üç-dört yıl sürer, yine döneriz diye düşünmüştüm. Olmadı. Maalesef dönüşkoşulları çok geç olgunlaştı. Her zaman dönmeyi düşündüm ve istedim. Yurt dışında ne kadar çalışsam da, verimli olsam da, 30 yıl kaybedilmişbir dönemdir bir yönüyle. Yani yurt içinde mücadele etseydik, sorunlarımızı özgürce tartışabilseydik, özgürce siyaset yapabilseydik, belki bu günkü ağır sorunları yaşamayacaktık. Dönmek duygusu tabii ki çok güzel. Öte yandan ben hiçbir zaman göçmenliği bir hastalık haline getirmedim. Bazen hasret duygusu sizi hasta eder. O duruma getirmedim; ama her zaman istedim ve dönüşsevincim tabii ki büyük oldu. Kendi köyüme gidişim örneğin, bunun nirengi noktası oldu. Bu kadarını ben de tahmin etmiyordum açıkçası. Sonuçta orası da bir toprak parçası, diyordum, dağı, taşı, otu ağacıyla… Ama köye ayak bastığım zaman kendimi çok değişik, anlatılmaz güzel bir ortamda buldum. Bunu dile getirmek çok zor.
-Tahmin ediyorum…
Dönüşünüzde çok coşkulu bir kitle tarafından çok güzel karşılandınız. İlk bakışta her şey yolundaydı. Kürdistan’da bir Kemal Burkay algısı vardı. Kürd hareketlerinin mühendislerinden biri. Beyaz, şair, sürgün, barışçı ve ağabey… Ve dönüşünüz insanları umutlandırmıştı. Sonra demeçleriniz yüzünden kitlelerde kırılmalar ve tepkilenmeler başladı. Bu ciddi bir tepkiye dönüşse de siz bildiğiniz yolda yıllardır yürüdüğünüz gibi bu tepkilere rağmen yürümeye devam ettiniz. Sizce bu tepkilerin sebebi neydi?
Ben farklı düşünüyorum bu konuda. Bana karşı tepkiler daha dönmeden önce de vardı. Yurtdışında olduğum dönemlerde de hep vardı. Tabii ki belli kesimlerden… O kesimleri biliyorsunuz ve herkes de biliyor. Yurtdışında da bizim yoldaşlarımız saldırıya uğradı. Hedeftik. Yoldaşlarımızdan vurulanlar oldu. Yani yurtdışında da siyaset yapmak kolay değildi. Devlet, elbet özellikle cunta, yurt dışındaki muhalefeti de sindirmek için çok sistemli çalışmalar yaptı. Bunların bazılarını ülkücüler ve derin devlet dediğimiz gruplar eliyle yaptı. Bir kısmını da bizzat Kürtlerin içindeki kesimler eliyle yaptı. Bizim yurtdışında çok değerli diplomatik çalışmalar yapan, rejimin kötülüklerini anlatan, Kürt halkının durumunu dışkamuoyuna yansıtan ve destek sağlayan yoldaşlarımızı vuruldular. Böyle bir çalışma içindeydik, ama hepimiz hedeftik. Tabii hepimizi vurmayı, hareketi durdurmayı başaramadılar; ama çok zararlar verdiler. Bu kapsamda bana karşı tepkiler daha dönmeden önce başladı. Mesela 2010 yılında, “önümüzdeki yıl dönebilirim” dediğim zaman, Öcalan İmralı’dan hemen açıklama yaptı: ‘’Bu bir devlet projesidir, Ak Parti projesidir!’’dedi. Ve işaret verdi kendi taraftarlarına. Bana karşı kampanya başlattılar. Şıvan Perwer’e karşı da açıldı bu kampanya, biliyorsunuz. Nedeni de Bülent Arınç’la görüşmesi. Şıvan Perver tanınmışbir Kürt sanatçı. Yani bu devletin üst mevkiinde bir insan böyle bir sanatçıyla görüşmek istiyorsa, bana göre bu olumsuz değil, olumlu bir değişimi gösterir. Bu devletin zirvesindekiler bizi hep düşman olarak gördüler geçmişte; Kürt yazarı, Kürt politikacısı veya Kürt sanatçısı olarak. Eğer böylesine bir değişim varsa ve artık bizimle bir diyalog yolu arıyorlarsa, bu güzel bir şey. Ama eğer bu bizi değiştirip kendi zıddımıza dönüştürüyorsa o kötüdür! Diyelim ki bu diyalog eğer bizim görüşmelerimizi terk etme biçiminde, kendi halkımızın mücadelesine ters düşme, onların deyişiyle ‘’işbirlikçi’’olma biçimindeyse, tabii ki çok kötü! Ama böyle bir durum yok!
-Ben net bir şekilde bir kez daha sorayım: bu bir devlet projesi miydi? Sizin dönüşünüz bir Ak Parti projesi miydi?
-Hiç ilgisi yok! Bu iddia tümüyle gerçek dışıdır! Ben hep dönmeyi düşündüm. Son yıllarda daha çok düşündüm, çünkü birçok insan döndü, benim arkadaşlarım da dahil. Yani Kürdistan Sosyalist Partisi’nin yönetiminde, diplomatik çalışmalarında ön planda yer alan, bilinen insanlar döndü ve bir şey olmadı. Hatta bana da şu deniyordu: ’’Neden dönmüyorsun?’’ Yani gecikmiştim aslında. Örneğin rahmetli Abdülmelik Fırat bana iki kez neden dönmüyorsun diye ısrarla sordu. Bense şunu söyledim: “Henüz dönüşkoşullarım yok. Dönersem tutuklanabilirim. Oysa gelince serbestçe çalışmayı istiyorum, hapse girmenin bir anlamı yok.”
Şimdiyse hakkımdaki dava düştü bir kere. 30 yılı geçti. Şiddete bulaşmamışım, silahlı mücadeleye girmemişim. Benim siyasi hareketim barışçıl siyasal bir mücadele; ama buna rağmen o dönemde illegal olduğu için kovuşturma konusu oldu. Ama koşullar değişti, zaman değişti, bizzat Türkiye’deki devlet tutumu değişti. Mültecilerin dönüşüne yönelik daha hoşgörülü bir yaklaşım oldu. Ve bizzat Başbakan, İç işleri Bakanı, başka isimlerin yanı sıra benim ismimi de vererek serbestçe dönebilirler dedi. Şimdi böyle söylediler diye biz suçlu olmayız. Biz yaptıklarımızdan ve söylediklerimizden sorumluyuz. Ben yurtdışına çıkmadan önce söylediklerimi yurtdışında da söyledim, döndüğümde de söyledim. Bende bir değişiklik yok. Ama Türkiye’de hükümetin politikalarında, özellikle de AK Parti hükümeti döneminde belli değişimler olduğu bir gerçek. Bazıları bunu görmek istemeyebilir. Bu onların sorunudur! ‘’Görmek istemeyen kadar kör biri yoktur’’derler. Bu ayrı bir konu, ama o değişim vardı ve ben de dönebildim. Ben AK Parti hükümetiyle bir pazarlık yaparak, onlardan bir garanti alarak dönmedim. Benim diyalogum yoldaşlarımla oldu. Yani HAK-PAR’ı yöneten arkadaşlarımla oldu. Beni karşılamak için onlar bir komite oluşturdular. Dostlarım ve sevenlerim havaalanına geldiler. İyi bir karşılama oldu. Sonra otelde mesaj verebildim. Yani bütün bunlarda AK Parti’nin hiçbir rolü yoktur. Dönüşte belki tutuklanabilirim diye düşündüm ve bunu da göze alarak geldim. Bu saatten sonra 75 yaşındaki bir insanı eğer bu devlet tutuklayacaksa varsın tutuklasın, dedim! Söyleyeceklerimi söyledim, yapacaklarımı yaptım; korkmuyorum! Ama çok ilginç, yurt dışındayken “Avrupa’dan konuşuyor, neden dönmüyor” diye beni eleştiren, bana karşı kampanya yürüten çevreler, dönüşten sonra bu kez de, “neden şimdi döndü?” diye suçluyorlar!
Dönerken şunu önüme koymuştum: Barışa, çözüme katkı sunacak mesajlar vermek… Amacım PKK ile, onların taraftarları belli kesimlerle boğuşmak değildi. Ama bu kesimler daha baştan benim dönüşüme karşı önyargılı bir tutum aldılar. Bu hükümetin bir projesi, dediler. Neden? Neden bana gösterilen ilgiden rahatsız oldular? Benim için İstanbul, Ankara ve Diyarbakır’da düzenlenen yemeğe BDP’li arkadaşlar da davet edilmişlerdi, ama gelmediler. Her kesimden insanlar geldi. Onlar gelmediler. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’i ve Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ı ziyaret ettim. Sadece BDP Genel Başkanı Demirtaş bana hoşgeldin telefonu açtı. Güzel bir jestti. Onun dışında BDP kesiminden hiç kimse hoşgeldin demedi. Buna rağmen bunu sorun yapmadım. Niye yapayım ki? İsteyen gelir, isteyen gelmez! Ama arkasından bana yönelik bir kampanya başladı. Neden? TV’lere çıkıp görüşlerimi söylüyorum diye! Buna hakkım yok mu? Bu onları rahatsız etti; çünkü kendilerinin dışında hiçbir grubun, hiçbir kesimin Kürt siyasetinde var olmasını istemiyorlar. Ya onlardan olacaksınız, ya onların dediğini yapacaksınız, ya da siz onlara düşmansınız! Böyle bir anlayışolur mu? Bu demokratik bir tutum değil.
Dediniz ki ‘’geldiğinizde iyi karşılandınız ama sonra kırılmalar oldu.’’ Beni iyi karşılayanlar zaten bu kesim değildi. Onlardan kimse gelmemişti havaalanına. Tam tersine daha gelmeden önce önyargıyla karşıladılar! Ondan sonra da açtıkları aleyhte kampanyalar halkta karşılık bulmadı. Beni seven kesimlerde bir eksilme olmadı. Döndükten sonra birhayli gezip dolaştım. Sokakta, mağazada, lokantada birçok insan yanıma geliyor, iyi niyetlerini, sevgilerini gösteriyor. Bu Doğu’da, Kürdistan kentlerinde de, Ankara’da, İstanbul’da da böyle. Her yerde çok büyük ilgi gördüm. Yalnız geldiğim dönemde değil, şimdi de aynı ilgi var. Özellikle de TV’lerde ve basında verdiğim mesajlar halkın çoğunluğunun onayladığı şeyler. Bundan rahatsız olansa küçük bir kesim. Kürtlerin de Türklerin de büyük kesimi ön yargılı değil ve benim verdiğim mesajları çok iyi karşılıyorlar. Ha, önyargılı bir kesim var elbet. Onlarınkini de kırılma olarak görmeyin, onlar zaten öyleydiler! Önce bir suskunluk yaşadılar, arkasından yeniden atağa geçtiler! Ben de onlara gereken cevabı verdim. Sorun bundan ibaret!
Daha önce de söyledim. Siz Kürd hareketinin mühendislerinden birisiniz. Ömrünüzü Kürd Özgürlük hareketi içerisinde mücadele ederek geçirdiniz. Bu anlamda tabii ki hepimizin yanında, yüreğinde değeriniz büyük. Sizin lafınızdı sanırım, ‘’her daim mızrağın ucu egemenlere dönük olsun!’’ Biz bunu sizden öğrendik. Lakin sizin tavrınız sön dönemlerde sanki bu öğretinizin dışında mı? Ya da biz mi yanılıyoruz? Kürdistani duruşunuz bile sorgulanır oldu.
Şimdi… Kürdistan diye bir olgu var, o bizim ülkemizdir, yurdumuzdur. Bu tabiri ilk kullananlardan biri benim, özellikle 1938’den sonra yaşanan o uzun suskunluk döneminden sonra. Daha öncesini söylemiyorum. Ben 12 Mart dönemimde yurtdışından döndüğümde bu tabiri sözlü olarak, ya da yazılı basında kullandığımda insanlar garip garip bakıyorlardı… Ama kullandık, bu cesareti gösterdik. Kürdistan bizim ülkemizdir. Bir takım şeylerin yeniden gündeme gelmesinde ben ve hareketim, yoldaşlarım öncü bir rol oynadık. Bunlardan bir tanesi Newroz geleneğinin canlanmasıdır, Avrupa’da ve yurt içerisinde. Bunları övünmek için söylemiyorum, ama bunlar gerçek. Daha 1966’da, Yeni Akış dergisinde yazdığım yazıda Kürt Halkı ve Kürdistan tabirlerini kullandığım için tutuklandım. 4 ay tutuklu kaldım ve beraat ettim. Peki “Kürdistani” ne? Kürtlere özgü olan… Kürtlere özgü olan her şey çok mu iyi? Bence bunlar arasında iyi şeyler de var, kötü şeyler de. Biz elbet bir ülkenin insanıyız, Kürdüz ve bundan utanmamak lazım. Kendi haklarımızı da elbette sonuna kadar istemeliyiz. Bu mücadele haklı bir mücadele. Ama başka halklarla yan yana yaşıyoruz, başka halklar da var. Biz bir dünyanın içinde yaşıyoruz, yani dünyalıyız aynı zamanda. Dolayısıyla böyle kendi kabuğumuza çekilmek ve kendi dışımızdaki her şeyi yabancı gibi görmek, ondan ürkmek ve onu düşman gibi görmek yanlışbir şey. Ben bir sosyalistim aynı zamanda, kimse bunu unutmasın! Yani ben dar kalıplarla bakan bir Kürt milliyetçisi değilim; ama Kürdüm, Kürdistan’lıyım. Öte yandan diğer halkları da kardeş olarak görüyorum. Kendi halkımın hak ve özgürlüklerini de kararlıca savunuyorum. Şimdi başkaları beni nasıl niteler, nitelemez onların bileceği bir şey. Bazıları, enternasyonalist olduğum için, bunu da bir kusur gibi gösterirler… Oysa ben bunu iyi bir nitelik, hem de üstün bir nitelik olarak görüyorum. Çünkü böylece siz kendi dar kafesinizden çıkıp dünyadaki bütün insanları kardeşolarak görüyorsunuz. Onların eşitliğini ve haklarını savunuyorsunuz. Dünyaya böyle bakmak lazım, bu bir. İkincisine gelince, benim bütün siyasi hayatım boyunca yandaşlarım da oldu, karşıtlarım da. Dostu da düşmanı da çok olan bir insanım. Bunu da anlıyorum. Şimdi aynı cephede olduğumuz halde, oklarını bize çevirmişolan çokları var. Yani Kürt yurtsever hareketinin içerisindeyiz, sosyalist hareketin içinde olanlarla birlikte ortak amaçlarımız var, ama insanların hepsi toplumun çıkarını düşünmüyorlar. Bazıları Kürt halkından çokça bahsediyorlar, Kürdistan’dan, “Kürdistanî”likten çokça bahsediyorlar, ama gerektiği zaman da örgütlü çalışmaya katılmıyorlar, güç birliğine, birlikte iş yapmaya gelmiyorlar. Bu, ne yazık ki Kürt toplumunda çok derin izleri olan bir hastalık.
Kürdler neden ortak çalışma ve birlikte hareket etme konusunda bu kadar başarısız?
Feodalizmden gelen bir özellik bir bakıma. Yani bölünmek çok kolay, çekişmek çok kolay, ama bir araya gelmek çok zor. Bu açıdan baktığımız zaman benim hayatım ortada. Kimse beni bu açıdan suçlayamaz. Kemal Burkay Kürt hareketini böldü diyemez. Kimse Kemal Burkay Kürtlerin Birliği için çalışmadı diyemez. 1979’dan beri birlik çalışmalarımız var. Yani ömrümün ve zamanımın önemli bir bölümünü buna harcadım. Bazen karamsar oldum. Neden bu toplumda aydınlar, politikacılar bir araya gelmeyi başaramıyorlar, niçin ayak sürüyorlar, niçin bin bir bahane yaratıyorlar? Geçmişten gelen birtakım olumsuz etkenler hala devam ediyor. Biliyorsunuz, gecikerek de olsa sosyalist akım bu ülkeye de geldi, özellikle 1960’lı yıllardan sonra belli bir kitleselleşmede oldu; ama bizim Kürdistan’da aşiret biçimine dönüştü. Siyasi partiler yer yer aşiret yapılanmalarına dönüştüler. Bakıyorsunuz filan aşiret bir partiden, falan aşiret bir başka partiden… Ya da yine filan aşiret bir sosyalist fraksiyondan, falan aşiret başka bir fraksiyondan… Ben bunu kendi yöremde Dersim’de gördüm. Böyle saçmalık olur mu? Yani sınıf mücadelesi bile, aşiret kalıplarına bürünüyor. Bu nerden geliyor? Bu bizim toplumumuzun hala feodalizmin izlerini, hatta feodalizm öncesi yapıların izlerini tümüyle aşamadığını gösteriyor. Demokratikleşme de sosyalizm de toplumsal değişmenin bir ürünü olarak gelir. Demokratikleşme öyle ha deyince, bir kanunla, yöneticilerin arzusuyla, bir seçimle sağlanamaz. Demokratikleşme aynı zamanda toplumun modernleşmesi, uygarlaşması; siyasal, kültürel, ekonomik gelişmenin bir bütün olarak sonucudur. Biz geri kalmışbir ülkeyiz hala, çok sorunlarımız var. Onun için bu tür sıkıntıları yaşıyoruz. Onun için ulusal harekette bütünlüğü sağlayamıyoruz, bölük-pörçük kalıyoruz. Ayrı ayrı başlar çekiliyor. Birtakım insanlara mutlaka bir kulübe lazım! Kendi kulübelerini kuruyorlar, bir tepenin başına bir ağa konağı inşa eder gibi… Bizim Kürt toplumda bu var ve bu önemli zaaflarımızdan biridir. Onun için ben hayatım boyunca bunu, bu dar kalıpları aşmaya çalıştım. Örneğin aşiret, ağalık, şeyhlik… Bu çerçeveleri aşmak, ulusal bir çerçeve de bir araya gelmek lazım. Modern partiler, modern hedefler, bunun da ötesinde daha ileri sosyalist bir toplum… Ha kolay mı? Elbet değil. Şu an, toplum olarak hangi aşamada olduğumuzu biliyorum. Şu anda biz, Kürt halkının özgürleşmesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için mücadele ediyoruz. Çünkü bu ikisi birbirine bağlı.
Son otuz yılda sizin de bildiğiniz gibi savaşortamından kaynaklı, devletin de çok ağır ve ezici zulmü oldu! Kürdistan’ın adeta coğrafik, siyasal, sosyal yapısı tamamıyla değiştirildi. Devletin pervazsız şiddetinden dolayı insanlar kendi kabuğuna çekildi. Öyle bir noktaya geldiler ki artık kendilerinden başka halkın kendilerine derman olamayacağını düşünerek ayrışma noktasına doğru gittiler. Sizin dar kalıpçı diye bahsettiğiniz Kürd milliyetçiliği bu zulümden kaynaklı güç kazandı. Gelinen noktada ne kadar kardeşolabilir Kürd halkı? Ya da ne kadar demokratikleşebilir Türkiye? Sizin örgütünüzün çok naif, barışçı bir tarzı var. Bu tarz T.C devletinin kurulduğu günden bu yana Kürdistan’da uyguladığı asker zihniyeti ve tarzına karşı durabilir miydi, bu gün durabilir mi?
Bizim hareketimiz çok naif mi bilmiyorum, ama barışçıl olduğumuz gerçek. Öte yandan gerçekçiydik aynı zamanda, romantik olmadık. Biz 20. Yüzyılın ikinci yarısındaki koşullarda siyaset yaptık. Bizim hareketimiz 1970’li yıllarda ortaya çıktı. Ben siyasete 1960’lı yılların başında girdim. Elli yılı geçiyor. Bu dönemde Kürt halkının durumu nedir, bölge durumu nedir, dünya durumu nedir? Politikamızı buna göre belirledik. Bana göre gerçekçi bir politikaydı. Bazıları bunu gerçekçi bulmayabilir. O zamanki Kürt hareketinde de sol harekette de iki eğilimden söz edilebilir. Hemen silaha sarılmak isteyenler, yani devrim yapmak için acelesi olanlar… Bunlar genellikle de Latin Amerika örneklerini taklit ettiler. Biz ise aksine, daha yola çıktığımız gün şunu söyledik: ‘’Devrim bir macera değildir, halkı kazanmamız lazım.’’ Bizim en büyük devrimci olarak gördüğümüz Lenin’de böyle yaptı. Lenin öyle hemen işin başında, ‘’hadi silahlara sarılalım da devrim yapalım’’ demedi. Aksine bu tür eğilimleri yanlışbuldu. Devrim koşulları oluştuğunda da hiç tereddüt etmedi. Çarlık Rusyası despot bir rejimdi, zulüm rejimiydi ve ona karşı ayaklanmak meşruydu. Biz de kendi koşullarımız değerlendirdik ve hem sol hareket hem de Kürt hareketi bakımından zamansız silahlı eylemlerin bir sonuç vermeyeceğini söyledik. Daha 1960’lı yıllarda bazı gençlik gruplarının silaha sarılmasını yanlış bulduk. TİP’liydim 60’lı yıllarda ve şunu söylüyordum: ’’Halkı kazanmak lazım!’’ Nitekim bulunduğum Dersim yöresinde ve çevresinde (Elazığ, Bingöl, Erzincan) TİP’in örgütlenmesinde rol aldım. Saldırılara uğradık, göğüs gerdik ve iyi sonuçlar aldık. Dersim yöresinde kitlelerle çok iyi bağlar kurduk. O dönemde de hemen silaha sarılma hevesindeki kesimleri yanlışbuldum. Nitekim başarısız oldular. Cesaretlerine saygı duyabiliriz, ama yanlışyaptıkları kanısındayım. Bu zamansız çıkışı hayatlarıyla ödediler. Şu ya da bu türden bir devrim yapacaksınız, öncelikle halkı kazanacaksınız, kitleleri kazanacaksınız. Bu da siyasal mücadeleyle olur. Hemen silaha sarılıp dağın başına çıkmakla olmaz. Kitleler sizi izlemez. Gerçekçi olmak budur.
Bu açıdan Kürt hareketine bakarsak… Kürtler 19. Yüzyıl başından, 1806’dan itibaren Kürdistan’ın değişik parçalarında pek çok kez ayaklandılar. Önce Osmanlı- İran sınırları içinde, Birinci dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye, Irak ve İran’da. Ama bu ayaklanmaların hepsinde yenildiler. Son Güney Kürdistan’daki yapı hariç. O da dışetkenlerin yardımıyla oluştu. 1938’de biliyorsunuz, son Kürt direnişi yaşandı Kuzey parçasında, o da yenilgiye uğradı. Bunu uzun bir sessizlik dönemi izledi. Biz yeni dönemde siyasal mücadeleye ağırlık verilmesi gerektiği kanısındaydık. Siyasal ve barışçı bir mücadele… Kürt halkı büyük bir halk. Nüfusu şu anda, salt Türkiye sınırları içinde 20 milyonun üzerinde. O dönemde de 15 milyon dolayındaydı. Yani bu halk eğer iyi örgütlenir, taleplerini dile getirirse hiçbir güç önünde duramaz. Bunun için dağa çıkmaya gerek yok! Bunun için şiddete başvurmaya gerek yok. Aksine şiddet karşı tarafın bizi yönelttiği çıkmaz sokaktır. Bunu bilerek yaparlar bazen. 60’lı yıllarda yaptılar, 70’li yıllarda yaptılar. 60 lı ve 70 li yıllarda sistem ulusal ve uluslararası istihbarat örgütleri eliyle hem solu, hem Kürt hareketini şiddete itmek için bir dizi komplolara başvurdu. İçine ajan sızdırdı, paravan örgütler kurdu. CIA bir taraftan, MİT bir taraftan… Zaten birlikte çalışıyorlardı. Kontrgerilla diye bir örgüt vardı, 1950’lilerde bütün NATO ülkelerinde oluşmuş. Türkiye’de de son derece örgütlüydü. Hala devam ediyor. 1990’lardan itibaren sosyalist sistem çöküp Sovyetler dağıldıktan sonra buna ihtiyaç kalmadı ve diğer NATO ülkelerinde tasfiye edildi. Ama Türkiye’de edilmedi, hala duruyor. Türkiye’deki yapı kendisini sürdürüyor. Önce Amerika’nın yörüngesindeydi, sonra Amerika’ya karşı bir konuma geldi. Çünkü Amerika’nın artık darbelere, bu tür şeylere ihtiyacı kalmamıştı. Söz konusu ortamda ben ve hareketim şunu söyledik: Kürt Hareketi silahlı bir ayaklanmadan medet beklememeli. Görüyoruz geçmişte Kürtler pek çok kez ayaklandı ve hep yenildiler. Çok büyük bedeller ödendi. Şimdi barışçıl yöntemlerle, parlamenter yöntemlerle, Türkiye’deki değişimi de göz önüne alarak çalışmalıyız. 1950’lerden itibaren çok partili yaşam, 1960’lı yıllarda sol hareketin gelişip boy vermesi ve Kürt hareketinin canlanması -legal veya illegal, ama silahlı değil. Nitekim biz bunun verimli ürünlerini daha 1960lı-70’li yıllarda almaya başladık. 1960’larda TİP ve KDP gibi örnekler. 1970’lerde Özgürlük yolu, DDKD, KUK, Rizgari, KAWA ve ötekiler… Yani Kürt hareketi legal dernekler ve yayınlar vasıtasıyla illegal de olsa çiçeklendi. Öyle bir dönemdi ki 70’li yıllar, Kürdistan’da faşist hareket silindi! Bazı noktalarda, örneğin sınır illerinde, özellikle de Ağrı, Bingöl, Van’da direndi, püskürtüldü. Öyle bir hale gelmişti ki Türkeşbile gelip toplantı yapamıyordu orada. Böylesine bir gelişme vardı ve bu silahlarla olmadı, siyasal çalışmayla oldu. Biz o dönemde Özgürlük Yolu hareketi olarak Kürtçe-Türkçe Roja Welat’ı çıkarıyorduk, 40 bin tirajımız vardı. Özgürlük Yolu dergisini çıkarıyorduk, 10-12 bin tirajımız vardı. Şimdi hiçbir dergi ve Kürt gazetesi o tiraja ulaşamıyor. Yine Diyarbakır’da belediye başkanlığı seçimlerini kazandık. Tabii diğer yurtsever güçlerin, özellikle KDP’li yurtseverlerin desteği oldu. Ağrı’da belediye başkanlığını aldık. Bu yurtsever güçlerin bir başarısıydı. Kürt Ulusal Hareketi barışçıl-siyasal yönde çok hızlı gelişiyordu. İşte rejim bundan korktu! Rejim bunun önünü kesmek ve Kürt Hareketini şiddete yöneltip ezmek için harekete geçti. Bu oyuna düşmemek lazımdı. Rejim sizi kendi minderine çekiyor, şiddet minderine. Siyaset minderinde durum sizden yanadır; halka sesleniyorsunuz, halkı kazanıyorsunuz. Onu zorla önleyemezler! Tamam, engeller çıkarırlar, baskı yaparlar, tutuklamalar ve siyasi cinayetler olur. Bütün bunlar oldu. Ama bunun karşılığı hemen silaha sarılmak değildi. O, karşı tarafın sizi çektiği şiddet minderine sürüklenmekti. Biz bu hataya düşmedik. Ama PKK bilerek ya da bilmeyerek bu hataya düştü. O dönem bazı keskimler ille silah diyordu, sarıldılar, 30 yıl savaştılar da, sonuç?..
Sizin şu ana kadarki teorinizde şu var; silaha sarılırsanız sonuç vermez ve arkanızda bir kitle desteği olmaz. Sizce PKK’nin şu anda kitle desteği yok mudur Kürdistan’da?
Hayır. Kitle desteği olmaz demiyorum. Olabilir ve oldu da. Askeri darbe geldi, ezdi bütün demokratik güçleri, hepimizi. Bir kısmımızı sürgün yollarına düşürdü, bir kısmımızı cezaevine koydu. O arada PKK silah kullandı ve o gelişti. Ama bu onun doğru yaptığını göstermez. Sonuçlarına bakmak lazım. Sonuç ne? Binlerce köy boşaltıldı, binlerce insan öldü, demokratik güçler ezildi. Cuntanın yarattığı faşist çarkın tasfiyesi gecikti, her iki toplum militarize oldu. Ve toplum ona göre kutuplaştı. Türklerin büyük kesimi militarist bir anlayışın çevresinde kümelendiler, milliyetçilik gelişti. Kürtlerin de önemli bir kesimi PKK çevresinde kenetlendi. Ama sonuç ne? Çatışma ortamı bir sonuç vermedi. Kürtler amaçlarına ulaşamadılar, aradan 30 yıl geçmesine ve bu kadar ciddi kayba rağmen bununla bir şey kazanamadılar ve zaman kaybettiler. Çok büyük bedeller ödediler. 3-4 bin köy boşaldı, 3-4milyon insan sürgün durumuna düştü, perişan oldu. Sonuç ne?
Sizce bu gün gelinen noktada PKK’nin hiç mi kazanımı yok? Yani bu silahlı hareketin bu halka kazandırdığı hiçbir şey yok mu?
Yok! Kaybettirdi sadece. Türkiye’de demokrasi güçleri kaybetti. Kürdistan’da da demokratik hareket kaybetti ve siyasal planda da Kürtlerin kazanımı olmadı. Gördüğünüz hiçbir gelişme silahlı eylemin eseri değil. Silah kullanılmasaydı da Kürtlerin daha 1970’li yılların sonunda 80’li yıllarda daha fazlasını sağlayabileceği kanısındayım. Bugün Kazanım gibi görünen şeyler, örneğin daha 1970’li yıllarda kazanılmaya başlanmıştı. Demin söyledim: Roja Welat gibi tirajı 40 bine ulaşan Kürtçe-Türkçe bir gazete çıkıyor, Özgürlük Yolu diye bir dergi çıkıyor, Rızgari çıkıyor. Biz yurtsever güçlerin birliği için bir çalışma içerisindeydik. Özgürlük Yolu, DDKD ve KUK bir birlik yaptık: UDG (Ulusal Demokratik Güçbirliği) ve buna Rızgari’nin, Kawa’nın da katılması mümkündü süreç içerisinde. Bunu darbe kesintiye uğratmasaydı ve onu engellemeyi başarsaydık, inanın ki daha 1980’li yıllarda Kürdistan’da belediyelerin 50’sini, 100’nü falan değil, belki bütün belediyeleri kazanabilirdik. Belki parlamentoya 30 milletvekili değil, 80 milletvekili sokardık. Yeter ki o birlik oluşsaydı, ki onun da ilk adımlarını atmıştık. Ama darbe geldi, süreç kesintiye uğradı. Bu nedenle, şimdi bu kazanımları PKK’nin silahlı eylemlerinin kazanımları olarak görmenin hiçbir haklı nedeni yok. O süreci kesintiye uğrattı. Daha 70’li yıllarda TÖB-DER kongrelerinde Kürt Halkının anadilinde eğitim hakkı savunuldu, bu yönde kararlar çıktı. Diğer bir deyişle Türk halkını da haklı davamızdan yana kazanıyorduk. Türk öğretmenini, Türk Mühendisini, Türk emekçisini… DİSK gibi bir sendikanın, TÖB-DER gibi bir öğretmen derneğinin de içinde olduğu 40 kadar demokratik örgüt –ki Halkevleri bile vardı, hani Kemalist yönleri ağır basan- bize destek verdi, TÖB-DER’in Demokrasi Kurultayı’nda Roja Welat’a uygulanan baskıları protesto eden kararlar alındı. Şunu diyorum: o dönemde bizim Türkiye Demokrasi güçleri ile çok sıkı bağlarımız vardı ve bu gelişiyordu. Bunu 12 Eylül sekteye uğrattı; bizleri ezdi ve şiddetin önünü açtı. Bunda PKK’nin de payı var. Çünkü 1970’li yıllarda PKK ve diğer bazı gruplar, bir yandan Faşist çevreler, bir yandan soldaki bazı çevrelerle bazı Kürt gruplar bu şiddet sarmalına tutuştular. Silahla devrim yapacağız havasına girdiler. Ama bunu başaramadılar, sadece süreci kesintiye uğrattılar. Bugün sağlanan kazanımlar tabii ki Kürt Halkının mücadelesinin bir ürünüdür ve bu mücadelenin içinde biz de varız. Bunu silahların bir kazanımı gibi göstermek yanlıştır. Böyle bir yorum, savaşın devam etmesinin de adeta bir gerekçesi olur. Yani bu savaşdevam etmezse hiçbir hak vermezler bize, öyle mi? Hayır! Kendinize güveneceksiniz. 20-25 milyonluk bir halk varsa bu halka ve bunun haklı taleplerine güveneceksiniz. Bunun yanı sıra Türk tarafındaki emekçi, demokrat insan çoğunluğuna güveneceksiniz. Onları düşman gibi görmeyeceksiniz.
Siz PSK’yi kurduğunuz günden bu yana hep Federasyon’u savundunuz. Bu güne kadar aynı çizgide geldiniz.Türk devleti ve halkıyla olan ilişkileri hiçbir dönem göz ardı etmediniz. Neden Tam Bağımsız Kurdistan değil de federasyon?
Bizim programımızda ikisi de vardı, hem bağımsızlık hem federasyon. Ama şunu diyorduk: Kürt halkının bağımsız olma
hakkı da vardır, ama ülke, bölge ve dünya koşulları federasyona uygundur. Nitekim Güney Kürtlerinin bir dönem fiili bağımsızlık gibi bir durumları oldu, ama ilan edemediler. Federatif yapıyı en sonunda tercih ettiler. Ha, gelecekte
bağımsızlığın koşulları olabilir mi? Olabilir tabii. Kürtler bunu seçebilir mi? Seçebilir tabii. Bununla daha mı mutlu olurlar? Bunun garantisi yok! Eğer demokratik, gelişkin bir Kürdistan olursa tabii ki daha mutlu olurlar; ama bir de bir diktatörlüğün eli altına düşerlerse bin pişman olurlar. Onun için Federasyon eşitlikçi bir çözümdür. Federatif bir yapıda hiç kimse diğerine baskı yapamaz, eşitlik vardır. Başka halklarla bir arada yaşamaktan korkmamak lazım. Onun için mesela ben Sovyetler Birliği’nin federatif yapısını destekledim. Hatta Yugoslavya’nın federatif yapısını destekledim; keşke dağılmasaydı, o halklar birbirlerinin boğazına sarılmasaydı, eşit halklar olarak devam edebilselerdi. Şimdi Bağımsızlığı böyle fetişhaline getirmek ne derece halkların çıkarınadır, o ayrı bir konu. Kanımca bölge koşulları da Kürt halkının kendi koşulları da federasyona uygundur. Ve onun için güneyde bir federatif yapı oluştu. Doğu da İran Kürdistan’ında İran çerçevesi içerisinde bir federatif yapı isteniyor. Suriye’de bir değişim söz konusu, oradaki Kürtler de federal bir yapı istiyorlar. Bu Türkiye’de de bizim talebimiz başından beri. Gerçekçi bir talep. Bazıları bunu küçümseyebilir, bu onların sorunu.
Peki bu Federasyon talebinizi bağımsızlığın ilk aşaması olarak mı görüyorsunuz yoksa federasyon nihayi son mu?
Hayır. Bu gün federasyon yarın bağımsızlık olsun diye bir derdimiz yok! Belki de ileride Avrupa Birliği gibi bir birlik oluşacak Ortadoğu’da. Belki Araplar, Farslar, Kürtler, Türkler, hatta İsrailliler böylesine bir birlik içine girecekler. Yani bu şu demektir: dünya sınırları kaldırmaya doğru gidiyor. Ben 19. Yüzyılda yaşamıyorum, 20. Yüzyılda da yaşamıyorum, 21. Yüzyılda yaşıyorum. Federasyon sanki çok basit bir şey de, hatta otonomi çok basit bir şey de, altın tepsi içinde sunuyorlar da biz kabul etmiyoruz! Siyasetten anlamayanlar böyle düşünebilirler, ama Federasyon gerçekçidir. Bu konuda birlikte yaşadığımız halkları ikna etmek daha kolaydır. Çok fazla kan dökülmeden, çok büyük bedeller ödemeden eğer bunu başarabilirsek, ki ben barışçıl ve siyasal yöntemlerle başarabileceğimiz kanısındayım. Bu çok daha gerçekçi ve çok daha iyi bir şeydir. 4.5 milyon Kürt yaşıyor İstanbul’da, ne yapacaksınız bu Kürtleri? Tekrar geri mi süreceksiniz geldikleri yerlere? Bu insanlar isteyecek mi bunu? Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Antalya’da yaşayan Kürtleri geri mi süreceksiniz? Onun için gerçekçi olmak lazım. Geçmişbir yana, ama en azından son 50-60 yılda yaşadıklarımız, Kürtlerin Anadolu’da, Trakya’da, yani Türkiye sınırları içerisindeki dağılımı da bizi federatif bir yapıya sürüklüyor. Kürdistan’da Kürtlerin çoğunlukta olduğu coğrafyada bir Kürt Federasyonu oluşur, öteki yerlerde de kültürel ve her türlü haklarını da kullanırlar. Böylece Türkiye demokratikleşir, Kürdistan özgürleşir!
Peki T.C federasyonu kabul edecek mi? T.C nin şu andaki tavrı Kürdlere tam cepheden bakmaktan ibaret.
Bağımsızlığı mı kabul edecek?..
Bağımsızlığınızı siz ilan edeceksiniz onlar kabul etmeyecek!
Ya, tabii tabii… Birileri demokratik özerkliği ilan ettiler ve çok iyi sonuçlar aldılar!
Sanırım ikimiz çok farklı şeylerden bahsediyoruz.
Şimdi… Kabul ettirmek bir mücadele meselesidir, bu mücadeleyi göze alacaksınız! Ve siyaset yapmayı bileceksiniz, siyasal çalışmayı bileceksiniz. Siyasal çalışma da işin kolayından silah alıp dağa çıkma değildir! Siyasal çalışma kitlelere taleplerinizi anlatabilmek, onların gönlünü kazanabilmek, hatta yalnız Kürtlere değil, Türklere de anlatabilmektir. Yani siz Türk Halkı’nı düşman olarak görürseniz olmaz!
Ya siz değil de onlar sizi düşman gibi görüyorsa nasıl olacak?
Hayır, sizi düşman gibi gören Türk halkı değil. Kürt halkına karşı savaşı planlayan yöneticiler başka, halk başka…
Peki sizce silah alıp dağa çıkmak gerçekten işin kolay tarafı mıydı?
İşin kolay tarafıydı! Bir insan eğer yeterince gelişkin ve uygar değilse tartışmaya ve konuşmaya gelmez, hemen yumruğuna sarılır. Yumruğuna sarıldığı zamansa kuvvetli olan kazanır o kavgayı. Sorun şudur: Bir halkın, bir sınıfın, kitlelerin mücadelesinde taleplerinizi hayata geçirmek için demokratik koşullar varsa, o kanallar açıksa, o kanalları kullanacaksınız!
Değilse peki?
O kanallar açık! Bu gün oldukça açık. Bakın, HAK-PAR’ın programında federasyon talebi var. Biz kitlelere bunu anlatacağız. Kitleler eğer bize destek verirse başaracağız. BDP’nin programında demokratik özerklik var. İçi boş bir talep üstelik. Böyle bir talep için silaha sarılmaya hiç gerek yok. Dolayısıyla, ben PKK’nın bu demokratik özerkliği sağlamak için silaha sarıldığı kanısında değilim. O silahlı eylemlerin sürmesinin çok başka nedenleri var.
Siz de PKK’ye çok sert bakıyor olabilir misiniz? PKK’nin silahlı eylemlerini yapanlar sonuçta Kürd çocukları, bizim çocuklarımız. Oraya giden her çocuk Kürdistan’ın özgürlüğü için savaştığına inanarak gitti. Ve o çocukların arakasında aileleri var. Bu bir Kurdistan davası haline dönüştü. Şu an halkın böyle bir durumu var. Sizin bu kadar sert çıkışlarınız onları kırıyor olabilir mi? Fikirlerinizi anlatmanın daha uygun bir yöntemi yok mudur? Hiç bu açıdan düşündünüz mü?
Ben şunu diyorum: Silahlı eyleme sarılmak yanlış oldu. Sonuç vermeyecekti, vermedi. Bedeli ağır oldu. Silahlı eylemleri sürdürmenin bir yararı yok. Bunu sürdürmenin bu saatten sonra bedeli çok ağır olacaktır ve zaman kaybı olacaktır. Onun için bu yanlıştan dönmek lazım. Ha, çocukları dağda ölenler, çocuklarını kaybedenler elbette haklı, üzülmekte haklı; hatta onların anısına saygı duyup sahip çıkmakta haklı. Ama ben insanların şunu düşünmesini istiyorum: bir yanlış yapılıyorsa bu yanlıştan dönmek lazım. Türkler için de Kürtler için de. Örneğin Türk Ordusu orda savaşarak neyi kurtaracak? Onların da kaybı büyük. Bu savaşyanlışbir şey diyoruz. Yani bu çocuklar ölmemeli. Türk olsun ya da Kürt olsun. Türkiye bu savaşı sürdürmekle Türk halkı için iyi bir şey mi yapıyor? Asla! Türk Devleti’nin yapacağı en iyi şey Kürt halkının varlığını ve haklarını tanımak, bu sorunu barışçı şekilde çözmektir, akan kanı durdurup eşitlik temelinde bir çözüm üretmektir. Kürtler için de yanlışbir yöntem seçildiyse silahlı mücadele yöntemi gibi, toplumun bir kesimi buna yöneldiyse, bunu devam ettirmek gerekmiyor. Bu yanlıştan dönmek lazım! Biz bu yanlıştan acilen dönülmesini istiyoruz. Bu yanlıştan dönülmesi o çocukların yararınadır. Hala dağda olup hayatlarını kaybetmemişolanların ve hala dağa çıkmamışolanların yararınadır. Sürmekte olan bu savaşın suçu o gençlerin değil. Onlar dağa inanarak gittiler, buna saygı duyarım. Öylesine genç olsam belki ben de dağa çıkardım. Gerçi 1960-70’lerde ben de gençtim ve zemin o zaman da müsait olmasına rağmen o hatayı yapmadım. Buna rağmen yapabilirdim. Birçok genç bunu yapabilir, bunu bir çözüm sanabilir.
Özür dilerim ama silahlı mücadele devrimin bir parçası olmaz mı? Devrime gidiş yöntemlerinden biri olmaz mı? Neden siz hep bunu korkunç bir hata olarak görüyorsunuz?
Bir dakika, bir dakika! Koşullara bağlı bu. Başından söyledim, bizim koşullarımızda silahlı eyleme sarılmak yanlıştı. Çünkü 60’lı yıllardan itibaren Türkiye’de demokratik kanallar açılıyordu. Bunları zorlamamız lazımdı. Legal partiler vardı, bunda ısrarlı olmalıydık. Legal dernekler ve yayınları güçlendirmemiz gerekiyordu. Silaha sarılmak sadece bizi karşı tarafın şiddet minderine çekmeye yaradı. Çocuklar öldülerse eğer, bunun suçu onlarda değil tabii. Suçlular belli. Birincisi Türkiye’deki yönetimindir; Kürt sorununu çözmedi, Kürtlerin haklarını tanımadı ve bize şiddet uyguladı. Böylece Kürtlerin bir kesimini şiddete yöneltti, hatta bilerek yöneltti. Hatta paravan örgütler kurarak yöneltti. Hatta Kürt hareketinin içine ajan provokatörler sızdırarak yöneltti. Türk Solu’nun içine nasıl ajan provokatörler sızdırdıysa… Ergenekon örgütü neyin nesidir? İşte budur! Şimdi Türk Devleti bütün bunların günahını taşıyor ve ben bunları hep söyledim. Bu gün de söylüyorum. Diğer taraftan Kürt hareketinde de bir kesim bilerek ya da bilmeyerek bu yanlışı yaptı. Gençleri dağa yönlendirdi. Bunun bedeli de çok ağır oldu. Bu gençlerin hayatından onlar sorumludur. Örneğin bugün BDP gibi bir örgüt varken, HAK-PAR gibi bir örgüt varken, Kürt halkının haklarını parlamentoda ve parlamento dışında savunmak mümkünken (bakın kongrelerini daha dün yaptı BDP’liler (14/10/2012) ve bizim birtakım taleplerimize de yaklaştılar; bu da güzel bir şey. Kürtçe Kürdistan’da resmi dil olabilir, özerk Kürdistan –o da Federe Kurdistan demektir aslında, demokratik özerklik gibi içi boşbir şey değil- ) silaha ne gerek var? HAK-PAR’da biz federal çözümü programımıza koymuşsak ve bunun için mücadele ediyorsak dağlarda savaşa ne gerek var? Bu gençlerin ölümünden ve hayatından onlar, yani bu savaşı sürdürenler sorumludur. Her iki tarafta da.
Bu söyledikleriniz bu gün için geçerli. Peki ya dün!
Dün için de geçerliydi Kejê! Lütfen anlamaya çalış! Sabahtan beri anlatıyorum.
Ben anlamak istiyorum ama onun için buradayım!
Peki o zaman bir daha anlatayım: Bakın, bazen yanlış yolda olanlar çok olabilir. Döneme göre güç dengeleri değişiyor. 80 öncesi farklıydı, biz kitleseldik. 80 sonrası durum değişti, şiddet egemen oldu ve ona göre bir kutuplaşma oldu, PKK güçlendi. Ama bu sonuç vermedi. Şimdi barışçı demokratik mücadele yöntemlerine dönelim diyoruz! Bunda kim başarır, kim kazanır o ayrı hikaye! Benim post derdim yok! Kürdistan’a cumhurbaşkanı olma gibi bir hayalim, öyle bir beklentim de yok. O postlar başkalarının olsun! Ben hayatım boyunca doğru bildiğini söyleyen bir şair, yazar, bir siyaset adamı oldum! Ben buna değer verdim. Paraya posta değer vermedim. Onun hastası çoktur, müşterisi de. Yarın Federe Kürdistan kurulursa birileri onun yerel başkanı olsun, birileri onun başbakanı olsun. Benim için önemli değil. Zaten o kadar yaşayabileceğimi de sanmıyorum. Sonuç olarak şunu diyorum: Dağda ölen gençlerin sorumlusu bu savaşı sürdürenlerdir her iki tarafta. Onun için demesinler ki bu savaş olmasa Kürtlere hak verilmez. Hayır! Bu savaş Kürtlerin hakkı önünde bir engeldir! Lütfen acilen bu savaşı durdursunlar! Lütfen o gençleri telef etmesinler orada!
Aynı çağrıyı Kurdistan’ı işgal edip adım başı karakol kurmuş ve orayı ülkesinin askeri yığınağı haline getirmiş T.C ‘ye de yapıyoruz değil mi?
Her zaman yaptım, Kejê!!!
Yine de bir kez daha yapın. Tüm militarist güçlerini çeksin Kurdistan’dan!
Kejê…Kejê!.. Siyasette realist ol! Hiç bir devlet ordusunu terhis etmez, ama çözüm olduğu zaman doğal olarak durum değişecek. Şimdi mesela Güney Kurdistan’da çözüm oldu, orada Irak ordusu yok artık. Orada Kürtlerin kendi ordusu var. Burada da barışçı bir çözüm olursa zaten militarizm gerileyecektir, savaşlobileri çökecektir her iki tarafta da. Sonra seçimler olacak. Yani ona göre bir yapılanma, ademi merkeziyetçi bir yapılanma, federal bir yapılanma olacak. Kürtler çoğunlukta oldukları yerde, Federe Kürdistan’da kendi yöneticilerini seçecekler. Kim olur onu bilemem. Belki BDP’liler çoğunluk olurlar, belki başkaları çıkar sahneye; ama çoğulcu bir demokrasi olur orda da. Seçilenler yönetirler. Orada artık Kürt hareketini baskı altında tutmaya çalışan bir ordu olmaz. Öyle bir polis gücü olmaz. Geçmişe takılıp kalınmamalı, geçmişe tutsak olunmamalı. Yüzümüzü geleceğe çevirelim. Sorunu nasıl çözeceğimiz önemlidir. Bugün sonuç verecek olan silahlı eylemler, ya da şiddet değil, tam tersine şiddetin son bulmasıdır; sonuç verecek olan siyasal mücadeledir. O da bir günde olmayacaktır. PKK’nin silah bırakması ilk önemli halkadır. Çünkü Türk tarafında da bu savaşı sürdürmek isteyenler için en büyük bahane PKK’nin silahlı eylemleridir. Üstelik o tür eylemler kondu ki Kürt hareketine zarar vermek için ne lazımsa yapıldı!
Benim anladığım kadarıyla siz zaten şiddetin her biçiminden nefret ediyorsunuz! Şiddeti şiddetle red ediyorsunuz.
Evet ben şiddetten nefret ediyorum!
Benim anlamadığım şu, sadece sizin böyle bir çizginiz varken ve bunu ısrarla dile getirirken Kürt kamuoyunda sizden neden daha farklı şeyler bekleniyor? Siz kendinizi net ortaya koyuyorsunuz da anlamayan ısrarla bizler miyiz ki hala sizi sorguluyoruz?
Şimdi bakın, ben Kürt halkının özgürleşmesi için, ülkemizde demokratik bir toplum oluşması için, doğru olan ve gerekli olan politikayı izlediğim kanısındayım. Bana göre doğru olan politika budur! Ben solcuyum, ama bir Pol Pot değilim. Kızıl Kemerler örgütünün yaptığı gibi Kurdistan’ı kurtarıp orada insan kafatasından kuleler yaratmak niyetinde değilim. Öylesi var, ama maazallah! Şimdi önemli olan Kürt halkının özgürleşmesi ve Türkiye’nin de demokratikleşmesi. Çünkü bu ikisi birbirine bağlı. Suriye’de, İran’da, Irak’ta da Kürt halkının özgürleşmesini savundum; çünkü bu benim halkımdır. Ama demin de söyledim, dünyanın başka yerlerinde de zulme karşı tavır alırım, insanların özgürlüğünden yana olurum, sömürüye karşı tavır alırım. Bu ayrı. Şimdi geldiğimiz durumda Kürt sorununun çözümü için önerimiz bu! Biz PKK ya da BDP düşmanlığı üzerine bir politika yürütmüyoruz, bunu söyleyenler doğruyu söylemiyorlar! Biz PKK’nin yanlış politikalarını eleştiriyoruz! Buna hakkımız var! Çünkü biz Kürt hareketinin bir parçasıyız. Eğer birileri Kürtleri kurtarma adına çok yanlış şeyler yapıyorsa ve bu Kürt halkına çok zarar verdiyse ve vermekte devam ediyorsa, bizim bu hataları söylememiz kadar doğal bir şey olamaz. Bu konuda susmak korkaklıktır, vicdansızlıktır. Hele yanlışı bile bile desteklemek utanmazlık ve vicdansızlığın karışımı bir şeydir. Onun için şunu diyorum: BDP’ye düşman değilim. Bizim dışımızda tabii ki başka siyasi hareketler de olacak, başka liderler de olacak. Olsun! Demokrasinin gereğidir bu. Biz onlara saldırmıyoruz. Kaba güç kullanmıyoruz. Biz görüşlerimizi söylüyoruz, onlarda söylesinler. Onlar üstelik kitlelerin kendi yanlarında oldukları kanısındalar. Öyleyse sorun yok! Kimseyi tehdit etmesinler. Bizden başka kimse olmayacak gibi politikaları terk etsinler. Bu aşamadan sonra Kürt sorununun çözümü için yapılması gereken en önemli şeylerden biri bu çatışmanın sona ermesi. Bunun için PKK tek taraflı silah bırakmalı. BDP siyasi mücadeleyi omuzlasın o kanalda. Onun dışında başka guruplar, başka partiler de olabilir. HAK-PAR’da var. Bizim programımızda federasyon var, onlarınkinde demokratik özerklik. Bu yarışma devam etsin…
HAK-PAR’a gelecek olursak. Dönüşünüzde sizden beklenen şeyler vardı Kürd kamuoyunda. Örneğin akil adam rolü, ya da Kürd rûspi’si. Ya da politikanın dışında tüm Kürd toplumuna aynı mesafede duran tarafsız bir Kemal Burkay. Siz bütün bunların dışında gidip HAK-PAR’a üye olarak aynı zamanda Kürd halkına şunu mu söylemek istediniz: Ben ‘’tarafım!’’ Ben aktif siyasi hayatıma devam edecem! Önümüzdeki günlerde bir kongreniz var. Ve bu kongrede Genel Başkan adayısınız. Neler düşünüyorsunuz? Neyi eksik gördünüz de işin başına geçmeye karar verdiniz? Çünkü her şeyin dışında köyünüze gidip kitaplarınızı da yazabilirdiniz. Yaşınız gereği eminim sizin de huzura ihtiyacınız vardır. Bu kadar aktif olan bir arenaya hiç düşünmeden devam etmenizin nedeni ne?
Ben siyasetten hiç kopmadım zaten. 2002’de PSK genel sekreterliğinden ayrıldım, artık yönetici pozisyonlarda görev almadım, ama siyasetten hiç kopmadım. Görüşlerimi hep söyledim yazdım, yani her platformda dile getirdim. Geldikten sonra da hem kendi arkadaşlarımın ve taraftarlarımın hem de genel olarak toplumun belli bir beklentisi olduğunu gördüm. Öyle insanlar oldu ki yanıma geldiler ‘’bu sorunu çözsen sen çözersin!’’falan dediler. Benim öyle bir gücüm mü var? Hayır. Belki o insanlar çok iyi niyetli. Ama ben gerçekçiyim, hayalperest değilim. Benim elimde sihirli değnek yok. Daha geldiğim gün söyledim bunu. Çözüme olumlu katkı sunmak istiyorum. Döndükten sonra örgütlü siyasete hiç karışmayabilirdim elbet, kendi rahatımı seçebilirdim. Ama eğer olumlu bir rolüm olacaksa kenara çekilip oturmaya hakkım yok! Bu “akil adam’’ ve ‘’rûspî’’ söylemi de, bu adam bir şeye karışmasın tavrıdır. Hiç de iyi niyetli bir şey değil.
Siyaset sanırım sizin için bir yaşam biçimi?
Şimdi eğer arkadaşlarım bana bugün deseler ki: “Kemal Abi, sen yine her şeye rağmen kenarda dur.” Buna sevinirim! Bu bir bakıma bahanem olur, buna siz yol açtınız derim. Ama kendim kaçamam mücadeleden. Yapabileceğim şeyler varken yapamamayı kendime yediremem, utanırım bundan. Halkıma karşı sorumluluğum olduğunu düşünüyorum bugün de. Türkiye’de doğru politikalar önerme bakımından çok insan yok. Bakın, şu anda toplumu yöneten partilerin durumu ortada. AK Parti bu kadar güçlü bir parti, birtakım olumlu çıkışlarına ben de destek verdim, bundan dolayı pişman değilim. Olumlu yaptıklarına destek vermekle iyi yaptığım kanısındayım; ama yanlışyaptıklarını eleştirdim, bu gün de eleştiriyorum. Şimdi AK Parti de geldi durdu bir yerde. Türkiye’nin sorunlarını çözebilecek mi? Şu andaki durumuyla bence hayır! Yani açıkçası geçmişte de çok iyimser olmadım bu konuda. Bazılarının bütün iddialarına rağmen başından beri çok iyimser olmadım. Şimdi Başbakan Kürt sorunu yok diyor, bitti diyor. Bu durumda Kürt sorununu çözebilir mi? Kürt sorunu duruyor ortada. Alevi sorunu örneğin… Bu tutumla,‘’camiler var, camilere gidin!’’demekle bu sorun çözülür mü? Alevi sorunu da çözülmez. Bu tutumla demokrasi sorunu çözülür mü? Hayır çözülmez. Peki CHP görevini yapabiliyor mu ana muhalefet partisi olarak? Hayır. Sosyal demokratım diyor ama hiç ilgisi yok. Ne Kürt meselesi konusunda, ne alevi meselesinde, ne Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda her hangi bir çözüm önerisi, derli toplu projeleri var mı? Hayır. Onun için hatta Türk aydınları arasında da pek çok insan yeni bir oluşuma ihtiyaç var diyorlar. Peki BDP bunu yapabiliyor mu, ülkeye gerekli olan politikaları seslendirebiliyor mu? BDP de yapamıyor. BDP PKK’nin kuyruğunda politika yapmaktan kurtulamıyor. İmralı ve Kandil’in kuyruğundan kopup rüştünü ıspatlayamadı bir türlü. Ortada her şey. Halbuki önemli gücü var. Neden yapamıyor? Çünkü kendisine güveni yok, çünkü o özgürlüğü yok. Bunu BDP’li arkadaşlar benden çok daha iyi bilirler. Ben onlara iftira filan atmıyorum. Kendilerine güvenleri yok. İrademiz Öcalan’dır dediler uzunca bir dönem, şimdi o lafı kullanmıyorlar. Ayıp değil mi? Yani legal bir partisin, parlamentodasın, belediyelerin var… Neden kendi iradeni ortaya koymayıp İmralı’nın kuyruğuna takılıyorsun? Tamam, yetenekli olabilir o kişi, çok mücadelesi olabilir; ama bir parti, bir örgüt kendi tabanına güvenmeli her şeyden önce. Halka güvenmeliyiz. Örgütlü mücadeleye ve kendi organlarımıza güvenmeliyiz. O organların yerine bir tek kişi geçmez. Bir kişi halkın iradesinin yerine geçemez! Onun için BDP özgürce siyaset yapamıyor, İmralı’dan gelen direktiflere göre politika değiştiriyor.
Peki HAK-PAR bu açığı kapatabilir mi?
HAK-PAR yapabilir mi yapamaz mı, onu ancak zaman gösterecek. Ama Hak-Par en azından olumlu bir rol oynayabilir. Küçük bir parti olabiliriz, ama doğru politikalar önerebiliriz topluma. Bu çok önemli.
Doğru bir fikir, doğru bir politika her şeyin başlangıcıdır!
Peki şu ana kadar gelen HAK-PAR’ın çizgisi sizin söylediklerinize karşılık geldi mi? Memnun musunuz? Eleştirdiğiniz yönleri var mı?
Eleştirilerim var tabii ki! Geçen yıl seçimlere girmemesi mesela, çok büyük yanlış! Bunun hazırlığını yapmamaları, seçimde ne yapacaklarını bilemez duruma düşmeleri çok ciddi bir olumsuzluktu ve HAK-PAR’ın tabanında da, dostları arasında da çok büyük tepkiye yol açtı. Ben de eleştirdim. Madem 10 yıllık bir partisin, seçimlere girmek için hazırlığını yapacaksın, gireceksin! Alacağın oy az olabilir, çok olabilir; kitlenin karşısına çıkacaksın. Kendi taleplerini söyleyeceksin, kendi politikanın farklarını göstereceksin. Ama bunu yapamadı. Sonra da ‘’bağımsız adayları destekliyoruz’’ dedi. Bu HAK-PAR için çok önemli bir kayıp oldu! Sadece bu değil elbet; bu 10 yıl boyunca HAK-PAR gereği gibi yönetilebilseydi, politikalarını kararlılıkla savunulabilseydi, iyi bir kitle çalışması yapılabilseydi bence çok daha güçlü bir parti olurdu.
Mükemmelliyetçi misiniz?
Belki.
Bu yüzden mi çok fazla sorumluluk alıyorsunuz? Ekibinize güvenmiyor musunuz? Sizin siyasi fikirlerinize ve heyecanınıza karşılık yeterince atak bir ekibiniz var mı? Neden bu kadar fazla sorumluluk alıyorsunuz?
Arkadaşlarıma hep güvendim. HAK-PAR kurulduğu zaman destek oldum, onun işlerine karışmayı ise hiçbir zaman düşünmedim. Dışarıdan karışmak, direktif vermek gibi… Zaten böyle bir hakkım yok, ne adına karışacağım? Kendi organları var, kendi başkanları var. Şu anda ise HAK-PAR’ın bir üyesiyim, HAK-PAR’la ilgili konuşabilirim. Yarın eğer bana üst düzey bir görev verilirse, o zaman bir görevli olarak konuşurum, HAK-PAR’ın politikalarını dile getiririm. Elbet herkesin hakkı var her partinin politikasını eleştirmeye, bunun için o partinin üyesi olmak gerekmiyor. Ama HAK-PAR’ın içinde bir sorumlu olarak çalışmak daha farklı bir şey. Şimdi onlara omuz vereceğim, olayın özü bu. Bir rûspilik, akil adamlık rolü varsa, ben bunu HAK-Par’da yapmaya çalışacağım.
Kaptan gemisinin başına geçiyor yani… Peki Genel Başkanlığa seçilemezseniz? Bu da bir ihtimal çünkü. Sonuçta demokratik bir oylama değil mi?
Belki de memnun olurum! Beni büyük bir yükten kurtarırlar (gülüşmeler). Bakın yükten kaçmıyorum, aksine omuzlamak istiyorum. Başkan olmam şart değil. Yani bir üye olarak da kalabilirim HAK-PAR’da.
Yani ola ki genel başkan seçilmediniz, üye olarak da çalışmalarıma devam eder misiniz?
Niye etmeyeyim? Çok çok yönetici değilimdir, yönetim planında önericilik yapamam, sözcüsü olamam o örgütün; ama HAK-Par’ın bir üyesi olarak görüşlerimi söylerim!
HAK-PAR bir çatı partisi düşünülerek kuruldu. Sanırım kuruluşamaçlarından bir tanesi birçok Kürd örgütünü legal bir parti şemsiyesi altında toplamaktı. Ama zaman içerisinde bazı çatlaklar oluştu ve bu çatlaklarda hep iddialar şöyle oldu. HAK-PAR PSK’nin legal partisi gibi çalışıyor. Dolayısıyla biz burada azınlık kalıyoruz. PSK’liler ezici üstünlüğe sahip, bu yüzden kararları kendileri alıyor gibi iddalar oldu. Bundan sonraki HAK-PAR’In çizgisi nasıl olacak? Yine çeşitli örgütlerin bir araya geldiği bir parti mi? Yoksa sadece belli bir zümrenin bulunduğu bir parti mi? Yani PSK’nin legal partisi durumuna mı geçecek?
Öncelikle şunu düzelteyim: HAK-PAR bir çatı örgütü olarak kurulmadı. HAK-PAR belli bir program ve tüzük doğrultusunda kuruldu ve buna geçmişte şu veya bu örgütte çalışmışherkes katılabildi. Çünkü geçmişfarklı bir şey. Geçmişte birçok örgüt var ve bunların birçoğu da illegal falan… Ama HAK-PAR legal bir parti! 1990’dan bu yana Kürtler legal planda örgütleniyorlar. Bunları bir koalisyon partisi olarak görmek yanlıştır. Elbet kuruluşsüreçlerinin bir özelliği var. Yani değişik örgütsel kökenden insanlar bir araya geliyor ve birlikte çalışmak gerektiğini söylüyorlar; ama bu bir çatı partisi değil. Merkez organından üyesine kadar tipik üniter bir parti. Bir cephe, ya da çatı örgütü değil. Cepheler, veya koalisyonlar öyle olur. Yani farklı partiler anlaşırlar, ortak bir programı hayata geçirmeye çalışırlar, seçtikleri hedefe uygun şekilde. HAK-PAR öyle değil. Şimdi bir çatı partisi oluşturmak isteyenler var mesela. Diyelim ki farklı partiler kendilerini feshetmeden, kişiliklerini koruyarak bir araya gelip, ortak politikalar belirleyip bir arada çalışırlar. Bu farklı bir şey. HAK-PAR böylesi bir çatı partisi içinde de değil. Bazı insanlar bu tür iddialarda bulundular, PSK etkiliyor falan diye, o psikolojiyi üzerlerinden atamadılar. Bunun acaba haklı nedenleri var mıydı? Belki hatalar da olmuşolabilir.
Kadroları gökten getiremezsiniz, her şeye sıfırdan başlayamazsınız. Hiçbir örgüte bulaşmamışinsanlardan mı kuracaksınız partiyi? Bu mümkün değil. Böyle bir partiyi oluştururken geçmişte farklı kulvarlarda koşmuş, farklı örgütlerde çalışmışinsanlar bir araya gelecekler, bir başlangıç yapacaklar. Biz de artık HAK-PAR’lıyız ve ortak programımız bu. Burada herkes eşit haklara sahip. Kendi bilgi ve becerisine, çalışmasına göre görev almalı ve bu iştümüyle demokratik biçimde olmalı. Böyle bir partide grupçuluk olmaması lazım, geçmişe ait gruplaşmaların partiye yansıtılmaması lazım. HAK-PAR’a başkan olursam benim anlayışım bu.
Genel başkan olduğunuzda belirgin olarak önem vereceğiniz alanlar belli mi kafanızda? Örneğin HAK-PAR’da benim gördüğüm kadarıyla kadın kadrolar konusunda bir açık var. Eksiklik var. Bu konuda pozitif ayrımcılık yapmayı düşünüyor musunuz? Çünkü HAK-PAR’ın kadrolarında bulunan kadınların erkeklerin önlerini kestiğine dair ciddi serzenişleri var.Örneğin partinin üst düzeylerinde ya da MYK’da kadınlar bulunacak mı? Eksiklik gördüğünüz ve tamamlamayı düşündüğünüz benzeri alanlar var mı?
HAK-PAR’da kadınların ve gençlerin yeterince organlarda yer almadığı kanısındayım. Bazen toplantılarda falan da dikkatimi çekiyor bu. Saçları beyazlamışve tepeleri açılmışinsanlar çoğunlukta. Kadınlar az, gençler de az. Demek ki bu bizim ciddi eksiğimiz. Bundan böyle kadınların ve gençlerin hem parti içinde hem de organlarda daha fazla olması gerektiğine inanıyorum. Öte yandan deneyim de, bilgi de önemlidir. Yani eğer bir takım kadrolar oldukça deneyimli ve verimli iseler sırf erkek ve olgun oldukları için onları dışlamak doğru değil.
Ama kadınlarınızın şöyle bir iddası var, diyorlar ki ‘’erkekler bu konuda hayatın her alanında olduğu gibi çok hegemonik, hatta kadınlarınızın şöyle bir iddası var yine; biz çok güzel örgütlendik, iyi de gidiyorduk, ama erkekler bizim hızımızı kesti ve biz geri adım atmak zorunda kaldık!’’
Erkek egemen bir toplum olmamızın yan etkileri bunlar. O var tabii. Ben buna karşıyım ve bu anlayışla mücadele edeceğim. İkincisi, parti içerisinde sadece yaşlı olmak insana bir avantaj sağlamamalı. Karşılıklı saygı olmalı yaşlılar ve gençler arasında. Yani demokratik ilişkiler egemen olmalı. HAK-PAR yurtsever ve demokratik bir parti ve o türden tüm kadrolara açık. İster sosyalist ve sosyal demokrat, ister İslamcı ve liberal olsunlar, açık. Yeter ki ortak programa evet desinler. Böyle bir partide kadınlara ve gençlere yaklaşım çok daha demokratik olmalı.
Peki küskünler ne olacak? Fazla küskün var sanki? Aralarında çok değerli kadrolar ve benim tanıdığım çok değerli insanlar da var. Onlara bir çağrınız var mı?
Küskünler gelsinler. Bu parti legal ve demokratik bir parti. Geçmişte başka platformlarda ya da bizzat HAK-PAR içinde küsmüş, birbirinden uzaklaşmışinsanların bunu sürdürmek için bir nedeni yok bence. Ben onların bir kısmıyla görüşüyorum zaten. Geldikten sonra bana hoşgeldin dediler, toplantılarıma katıldılar, diyalogum var onlarla. Bazısının çok yetenekli olduğunu biliyorum. Görev almalarından yanayım. Yani eğer ben görev alırsam yeni bir sayfa açmayı düşünüyorum. Ayrıca genel olarak bize HAK-PAR’ın politikasını benimseyen yurtsever insanların gelmesini istiyorum. İnsanlar kendilerine ille de mum gönderilmesini beklememeli gelmek için. Bu hepimizin mücadelesi. Burada örgütsel bir çalışma var, gelip katılsınlar. Elbet şu anda bizim kimseye rant sağlayacak, yağlı postlar sunacak durumumuz yok. Gelecek insanlar eğer bu politikayı doğru buluyorlarsa, Kürt sorununun eşitlik temelinde çözümü, Türkiye’nin demokratikleşmesi bakımından HAK-PAR’ı adres olarak görüyorlarsa gelsinler. Gelsinler, görev alıp çalışsınlar.
Hedefiniz nedir? Yani HAK-PAR’a genel başkan oldunuz. Bir hedefiniz vardır elbet. HAKPAR’ı nereye götürmek?
En başta HAK-PAR’ı, Kürt sorunu başta olmak üzere, Türkiye’nin yüz yüze olduğu temel sorunların çözümü konusunda net projeler, öneriler yapan bir parti haline getirmek. Partimiz zaten önemli oranda, örneğin Kürt sorununa Federatif çözümü programına alarak bunu yapıyor. Diğer sorunlar konusunda da bizim söyleyeceğimiz olmalı. Sorunların çözümünde net bir ses! Ben Türkiye’nin de Kürtlerin de buna ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Öte yandan kitlelere ulaşabilmek. Bu bir anda olmaz. Siz eğer doğru politikalarla ortaya çıkıp kararlı davranırsanız zaman sizden yana işler. Çünkü Kürtlerin de buna ihtiyacı var, Türklerin de. Elbet insanlar bir anda partimize koşacaklar gibi bir hayal beslemiyorum; ama kitleselleşebiliriz. Eğer kitlelerin taleplerini dile getirebilirsek. Kürt sorunu tek sorunu değil, ama en büyük sorunu bu ülkenin. Bir alevi sorunu var. Bu konuda bizim politikamız ne? Biz Alevilere buyurun camiye gidin demeyeceğiz, bugünkü iktidar partisinin yaptığı gibi. Mesela kadın sorunu… Türkiye’de her gün 2-3 kadın şiddete kurban gidiyor. Yine aile içi şiddet… Türkiye’de her gün işkazalarında işçiler ölüyor. Bizim işgüvenliği, işçi hakları, sendikal haklar konusunda söyleyecek sözümüz olmalı. Bizim çevre sorunlarıyla ilgili söyleyecek sözümüz olmalı. Çünkü çevre sorunları tüm dünya gibi bizim de geleceğimizi ilgilendiren bir sorun. Bu aynı zamanda eğitim sorunu; aile içinde, okulda, partide yapılması gereken bir eğitim. Yani bizim bu konularda söyleyecek sözümüz olmalı. HAK-PAR sırf Kürt sorunuyla uğraşıp kendi kabuğuna çekilemez; bütün bunlar aynı zamanda Kürtlerin de sorunları.
Tabii ki ekoljik denge çok önemli. Ve bu Kurdistan’ın ehemiyetle üzerinde durması gereken bir mesele. Zaten yıllardır savaşgerekçe gösterilerek yakılıp yıkılan ormanlar bir taraftan, bir taraftan çevre bilincinin halkta karşılığını bulmaması Kurdistan’ın dört bir yanını bozkır ve çöp yığınına çevirdi. Paha biçilmez tarihi eserler hoyratça savruluyor. Kurdistan bu konuda çok çok geri. Yine çarpık kentleşme, seksen yıla yayılması gereken göçün otuz yıla sıkıştırılması kentlere inanılmaz hasar verdi. Açıkçası bu konudaki her çalışmaya seve seve destek olur herkes. Çünkü bence yurtseverlik tam da burada başlar. Özür dilerim. Çevre benim oldukça hassas olduğum bir konu dolayısıyla heyecanlanıp araya girdim. Buyrun lütfen…
Tabii çevre bilinci çok önemli. Yine çarpık kentleşmeyle, kent mimarisiyle ilgili görüşümüz, önerilerimiz olmalı. Bizim kentlerimizi Stokholm’le kıyaslayınca insanın yüreği acıyor. Gerçekten uygar kent odur. Bu körü körüne bir batı hayranlığı değil. Siz birçok yerde binaları göremiyorsunuz, öylesine yeşile gömülmüş. Burada da bu kadar betonlaşma olmayabilirdi. Böylesine boğucu bir trafik olmayabilirdi. Ne kentlerin alt yapılarını düşünmüşüz, ne caddelerin genişliğini… Bu sorunların ağırlaşmasında aynı zamanda Kürt sorunu ve zorunlu göç var. Siz Kürt sorununu çözemediğiniz için milyonlarca insanı sürüp kentlerin de yaşamını alt üst etmişsiniz. Sosyal düzen alt üst olmuş, kriminal olaylar artmışve siz Kürtleri suçluyorsunuz. Onlar geldi, bu duruma yol açtı diyorsunuz. Ama onları oraya köylerinden kasabalarından koparıp sürenler kim? Görüldüğü gibi sorunlar birbirine bağlı. Onları akıl ve bilgiyle çözemezseniz işte bu durumu yaratırsınız. Sonuç olarak şehir planlaması çok önemli. Nüfus planlaması da. Önemli olan kadınların 3 veya daha çok çocuk doğurması değil, çocuklara daha iyi bir hayat sağlamak, insanlarımızın yaşam kalitesini yükseltmektir.
Kurdistan halkı bir yana T.C devleti kendi halkına bile anlattığınız konulardaki hakların tayini konusunda çok geride bir devlet. Yine şehircilik anlayışında çok çok geri. Demokrasi deseniz hali ortada. İşçi hakları,kadın sorunu,çocuk sorunları vs.
Düşünün, İstanbul gibi güzelim bir kent betonlaşmış, nefes alamaz bir hale getirilmişdurumda. Onun için diyorum, bizim Türkiye’nin tüm temel meselelerinde söyleyecek sözümüz olmalı. Bu Kürt meselesine zarar vermez!
Ama HAK-PAR bir Kürd partisidir değil mi?
Eksen olarak öyle tabii. Bir Kürt partisinden ziyade Kürdistan partisi diyebilirsiniz. Bence PSK’de öyleydi. KDP’de öyleydi. PSK’de bizim Çerkez, Laz, Arap Türk arkadaşlarımız vardı. Azdılar belki, ama bizim için değerliydiler. Öyle olması gerekir. Elbet biz Kürt sorununu eksen yapmışbir partiyiz. Asıl olarak Kürdistan’da, ama aynı zamanda Türkiye’nin tamamında siyaset yapıyoruz. Bizim hem Kürtlere hem Türklere söyleyecek sözümüz var. Biz Kürdistan özgür olsun derken, oradaki Türkler için de iyi bir yönetim olsun, içindeki tüm azınlıkların ve halkların hak ve özgürlüklerinin korunduğu iyi bir ülke olsun derdindeyiz. Karşılıklı bir göç, mübadele düşünmüyoruz. İstediğimiz, Kürtlerin özgür olması, ama bulunduğumuz ülkenin bir bütün olarak demokratik ve yaşanılır olmasıdır. Böyle olunca bizim bütün sorunlar için söyleyecek sözümüz ve çözüm önerimiz olmalı!
PSK ile ilgili birkaç soru sorabilirmiyim?
Valla sen bilirsin, sor tabii. Benim her soruya verecek cevabım var.
Yıllarca PSK’ye liderlik yaptınız. Nasıl bir liderdiniz? Biz dışarıdan sizi çok naif, demokrat, sosyalist gibi görüyoruz. Gerçekten liderlik anlayışınızda böyle miydi?
Onu bana değil, asıl birlikte çalıştığım insanlara sormalısın.
Sordum cevaplar birbirini tutmadı. Bazıları sizden övgü ve bağlılıkla bahsederken bazıları Abdullah Öcalan’la biçim açısından bir farkınız olmadığını söyledi.
Olabilir tabii. Diyorum ya, birlikte çalıştığımız insanlara sor. Benim herkesin fikrine saygım var. Bizimkisi gönüllü bir birlikti. Bizim, hareketten ayrılıp da niye ayrıldın diye baskı yaptığımız tek bir kişi yoktur. Bizim hareketimizden ayrılıp da gidip serbestçe politika yapmak isteyen ve yapamayan tek bir kişi yoktur. Bizde birlik gönüllülük esasına dayanıyordu bu bir. İkincisi beni tanıyanlar bilirler, olduğum gibi görünmeye çalıştım. Arkadaşlarıma yoldaşça davrandım. Bunun dışındaki insanlara da öyle. Ben avukatlık yaptığım zamanlarda mesela hiçbir müşterimin çantanı taşımasına izin vermezdim. Derdim ki ben gencim, çantamı taşıyabiliyorum, neden siz benim çantamı taşıyacaksınız? Eleştirirdim!
Ha o zaman avukatların çantalarını mı taşıyorlardı?
Hala da vardır. Adliyeye gidersiniz mesela, hemen çantanıza yapışır yanınızdaki köylüler. Ben bu tür şeylerden yaşamım boyunca kaçındım!
Sinirli biri misiniz?
Gençlik zamanlarıma göre çok azalmışolsa da sanırım hala birazcık var. Ama içinde bulunduğum şartları düşündüğümde sinirlerimi çok yontmuşum gibime geliyor.
Bu zekadan kaynaklı olabilir mi? Zeka aynı zamanda insanı agresifleştiriyor.Yani çok hızlı düşündüğünüzde karşınızdaki sizi anlamakta güçlük çektiğinde sinirleniyorsunuz. Böyle bir şey olabilir mi?
Onu bilemem. Bu benim alanım değil. Biyolojik bir sorun olabilir.
PSK bundan sonra ne olacak?
Kendileri karar veririler, ben ona karar veremem.
Yani o konuyla ilgilenmiyorsunuz?
Evet.
Legal platformda örneğin parti….(sözümü kesiyor)
Bakın o konuda PSK’nin ne yapıp yapmayacağına kendileri karar veririler. Öyle de yapıyorlar zaten. Kendi yetkili organları var. Bir parti kendi geleceği hakkında kendisi karar verir. Ben şu anda HAK-PAR’lıyım, HAK-PAR yönetimine talibim. Bu legal ve demokratik bir partidir. HAK-PAR’ın illegaliteyle hiçbir ilgisi yoktur, olamaz. İllegal hiçbir ilişkiye de meydan vermemesi gerekir. HAK-PAR kendi üye ve taraftarlarınındır. Şu veya bu illegal grupla ilişkisi olamaz.
Özel hayatınızla ilgili birkaç şey sormak istiyorum.
Buyrun.
Kemal Burkay şair, çok güzel şiirler yazar, şair insanın yüreği ince olur. Aşka bakışaçınızı öğrenebilir miyim? Size aşk nedir?
Şair olduğum halde, aşk konusunda fazla kafa yormuşdeğilim. Ama ben de gençlik döneminden başlayarak berilerini sevmişimdir.
Hiç aşık olmadınız mı tutkulu bir şekilde?
O konuyu tartışmak istemiyorum. Yaşadıklarım aşk mıydı değimiydi, bilmiyorum. Ama ben de tabii severek evlendim. Evlenmeden önce de sevgi duyduğum kızlar, kadınlar olmuştur. İki kez evlendim, eşlerime çok sadıktım.
Tek eşliydiniz yani?
Bir kere evlendim ayrıldım, ondan sonra ikinci kez evlendim.
Yok benim sormak istediğim tam olarak o değildi. Yani evlilik süresi boyunca tek eşliliği savunuyorsunuz?
Tabii ki.
Eşinizin ayrılma gerekçesi neydi? Fazla zaman ayıramamanız mı?
Onlar özel.
Peki.
Ayrıldıktan sonrada diyalogumuz oldu tabii, düşman olmadık birbirimize.
Kaç çocuğunuz vardı hanımefendiden?
İlk eşimden 3 çocuğum oldu. İkinci eşimle 1976’da evlendim. Ondan da iki çocuğum oldu. Ama dediğim gibi, evli olduğum
süre içerisinde eşlerime çok sadıktım. Öyle çapkınlık yapmayı koşullar uygun olsa bile hiç düşünmedim. Zaten siyasetle uğraşıyordum. Zamanım da yoktu açıkçası. Şair olmak aynı zamanda şiire zaman ayırmayı da gerektiriyor. Öyle çapkınlık yapacak zamanım falan yoktu.
Çapkınlık şairliği beslemez mi? Mesela Cemal Süreyya çok çapkın ve çok iyi bir şairdi! Şiirlerinin çoğu da sevda ve çapkınlık öykülerinden oluşur.
Bilemiyorum. Farklı olabilir. Bütün şairler aynı olmaz!
Bu devrimcilerin bir tarzı mıdır acaba? Hani çapkınlığı bir kusurmuşgibi görmek.
Onun etkisi olabilir. Özel hayatımızda çok dikkatliyizdir.
Peki gerçekten devrimcilerin özel hayatı o kadar düzenli midir?
Toplumu rahatsız edecek şeylerden uzak dururuz. Belli sorumluluklarımız var çünkü.
Topluma kalsa toplum her şeyden rahatsız oluyor. Yani…(sözümü bi daha kesiyor)
Ama bizim görevlerimiz var, öyle bakmak gerekiyor.
Anladım… Lider olmak, uzunca yıllar lider olmak insana nasıl bir külfet yüklüyor? Gerek özel hayatında gerek toplumla ilişkilerinde? Hani böyle canınızın çok isteyip de yapamadığınız, siyasi pozisyonunuz yüzünden içinizde ukde kalan şeyler var mı?
İçimde ukde kaldı filan diyemem. Ama doğal olarak siyasette belli konumdaysanız, toplumun ve arkadaşlarınızın gözleri sizin üzerinizdeyse, özellikle özel hayatınızda dikkatli olmak ve fedakârlık yapmak zorundasınız.
Nasıl bir aile reisisiniz?
Bir kere ben aileme yeterince zaman ayıramadım. Mesela ilk çocuğum doğduğu zaman ben dağköylerinde seçim çalışmasındaydım. Döndüğümde çocuğum doğmuştu.
Bir kadın için ne kadar zor bir durum!
Tabii ki. Aslında bu öyle övünülerek söylenecek bir şey değil. Ama buna rağmen anlayışla karşılamıştı eşim. Çünkü o da biliyordu ve içinde bulunduğum mücadeleye destek veriyordu.
Çocuklarınızda durum nasıl?
Onlar için de zor. Kendilerine yeterince zaman ayıramadım. Mesela oğlum bir keresinde yakındı benden, ‘’baba, sen beni yanına alıp bir erkek gibi yetiştirmedin!’’dedi. Ona hak verdim.
Baba olgusunu özlemiştir çocuklar. Çünkü çok aktif çalışıyorsunuz.
Çocuklar bir bakıma annenin ve babanın yanında hayata katılmayı öğrenirler. Siz onları kendi hallerine ya da sadece anneye bırakırsanız, baba olarak kendi görevlerinizi yapmazsanız, bir şeyler eksik kalır. İşte bunlar var bizim hayatımızda. Ama biz öylesi bir mücadelenin içindeydik, gözümüz başka bir şeyi görmüyordu.
Siz sanırım yoldaşlarınıza evlatlarınızdan daha fazla babalık yaptınız.
Bilemiyorum. Zamanımın çoğunu onlarla geçirdiğim muhakkak. Çünkü örgütlü çalışma içindeydik, hep birlikteydik. Ee, öyleydi tabii. Ben yurtdışında olduğum zamanlarda da bir ayağım İsveç’teydi, bir ayağım Avrupa’nın diğer ülkelerinde. Yani eğer bir hesabı yapılsa belki de ev dışında kaldığım zaman evde kaldığım zamanlardan daha çoktur.
Kızlarınızla diyalog daha mı iyi? Erkek bir tane mi?
Evet, oğlum bir tane. Çocuklarımın hepsiyle de diyalogum iyi sayılır.
Bir de sizin çevreniz hep kalabalık olmuştur muhakkak. Çünkü bir örgüt liderisiniz, programlarınız, çalışmalarınız vs var. Çocuklar size ulaşmaya çalışsa bile sorunlarını ertelemek zorundalar. Ergenlik dönemlerini bu açıdan zor mu geçirdiler? Size ihtiyaç duydukları anda yanlarında bulamamak, bu size karşı bir hırçınlığa dönüştü mü?
Hayır. Çocuklarımdan bana o nedenle tepki duyan yok! Mesela ikiz kızlarım ben yurtdışına çıktıktan sonra İstanbul’da annelerinin yanında kaldılar. Ben onları ancak 15 yıl sonra görebildim. Bıraktığımda 10 yaşındaydılar tekrar görüştüğümüzde 25 yaşlarında… İlgilensem bile bu son derece sınırlı oluyordu; ama buna rağmen onlarla da ilişkilerim çok iyi.
Bütün bu siyasi mücadele içerisinde kaçırdıklarınıza baktığınızda örneğin çocuklarınızın büyüdüğünü görememek, Kürdistan’da yaşayamamak, sürgün olmak, bir başka ülkede yaşamak zorunda kalmak, o ülkeye göre şekillenmek, hatta o ülkeyi de özlemek… Örneğin siz dönerken bir veda mektubu yazmıştınız İsveç’e. Ben açıkçası çok etkilenmiştim. Ve fark etmiştim ki orası artık sizin yürekten ikinci vatanınız. Acaba sürgün olmak böyle bir şey mi? Yani doğal dinamiklerinizle şimik nedenlerden ötürü oynanması. Örneğin siz Kürdistan’dan gitmemişolsaydınız İsveç’i asla özlemeyecektiniz. Bütün bunlar aynı zamanda bir bölünme midir?
Tabii, doğru bir tabir. Bir bakıma kendinizi bölünmüş hissediyorsunuz iki ülke arasında. Bu şu demek değil elbet. Ben asıl olarak doğduğum ve büyüdüğüm ülkeye mensubum. Ama İsveç’te de 31 yılım, yani hayatımın nerdeyse yarısı geçti. Yaşadığınız bütün mekanlar sizde derin izler bırakırlar. Yani onlar yaşamınızın bir parçası olur. Dolayısıyla İsveç benim için öyledir. Hatta İsveç’in dışında da ben Almanya’ya çok gittiğim için, orada da güçlü anılarım var. Çünkü birçok şehirde yaşamışım. Parklarını gezmişim, sokaklarını dolaşmışım filan… Bir sürü anım var.
Yazarken canı gönülden sevgi dolu seslenmiştiniz o mektupta İsveç’e. Oldukça centilmen bir mektuptu.
Evet.
Çocuklarınız istediğiniz gibi yetişti mi?
Her insanın hayat çizgisi farklı olur. Anne babaların istediği gibi olmaz her şey. Ama genel olarak başarılı oldular. Mesela İstanbul’daki kızlarım üniversiteyi bitirdiler, meslek sahibi oldular. Yanımda olmadıkları halde… İsveç’tekilerde öyle, kendi ayakları üzerinde yürüyorlar.
Yani asayiş berkemal diyorsunuz.
İyidir, iyidir…
Kırmızı çizgileriniz nelerdir?
Bu konuda Marks’ın bir sözünü örnek alırım: ‘’İnsanî olan hiçbir şey bana yabancı değildir.’’ Kırmızı çizgilerimi olaylar ve şartlar belirler. Şu an aklıma geleni söyleyeyim, örneğin asla egemenlerin partilerinden birinde aday olmam!
Bu kadar çalışmanızın arasında oldukça fazla zamanınızı aldım. Bana ayırdığınız bunca zaman için çok teşerkkür ederim.. Son olarak sizn eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Yok. Çok teşekkür ederim!
Röportaj: Kejê Bêmal
Kaynak için: [YekbunaWelat]