Ülkemizi yangın yerine çevirmek için olağanüstü
gayretler gösterildiği bir sırada zor bir göreve geldiniz. Sonra Mevlana, Eyüp
Sultan, Ertuğrul Gazi ve Hacı Bektaş Veli gibi zatların kabirlerini ziyaret
edip “destur” yani izin istediniz. “Hacı Bayram-ı Veli’yi makamında ziyaret
edip, çilehanesinde birkaç saat kalıp secdeye kapandım, dua ettim, ondan destur
aldım” dediniz.
Destur vermeleri için o zatların hayatta
bulunmaları, kendilerine sunduğunuz isteklerle ilgili bilgi ve yetki sahibi
olmaları gerekir. Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Allah ile aranıza koyup çağrıda bulunduklarınız
sizin gibi kullardır. İçinize yatıyorsa onlara seslenin de size cevap
versinler. Ayakları mı var ki, yürüsünler. Elleri mi var ki tutsunlar. Gözleri
mi var ki, görsünler. Kulakları mı var ki, işitsinler…” (Araf 7/194-195)
“De ki; “Allah ile aranıza koyarak çağrıda
bulunduklarınızın ne olduklarını gördünüz mü? Gösterin bana; yeryüzünde neyi
yaratmışlar? Yoksa göklerde bir payları mı var? İçinize yatıyorsa bana bu
konuda, daha önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kırıntısı getirin.” Allah ile
arasına koyarak Kıyâmet gününe kadar cevap veremeyecek kimselere çağrıda
bulunandan daha sapık kimdir? Bunlar onların çağrısının farkında olmazlar.
İnsanların bir araya getirildikleri gün onlara düşman olacaklar ve yaptıkları
kulluğu kabul etmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/4-6)
Bir de, “İnsan-ı kâmil olmak için gelinen bu
dünyada” diye başlayan bir cümle kurdunuz. İnsan-ı kâmili, olgun ve örnek insan
diye anlayanlar olabilir. Ama bu kavram, “Yaşayan İsa” inancının bir
uyarlamasıdır. Bu inanışa göre “İnsan-ı kâmil âlemde daima vardır, birden fazla
olmaz. Mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey ona gizli değildir. O, eşyayı
ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir… Bu hakikat, her devirde değişen isim
ve suretlerde nebi veya veli olarak ortaya çıkar”[1].
“Mülkte tasarruf” Allah’a ait yetkileri
kullanmaktır. “Melekût” da yalnız Allah’a ait mülk demektir[2]. “Ceberût” ise
mana âlemine ve göklere hâkimiyet anlamına gelir[3]. İnsan-ı kâmil sadece bir
tane varsayıldığı için onu kabul eden, kendi kişiliğini yok bilip şeyhini veya
cemaat liderini insan-ı kâmil görerek onun şahs-ı manevisi ile bütünleşmeye
çalışır. Biz bu anlamda bir insan-ı kâmil olmak için değil, Allah’a kul olmak
için yaratıldık. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İnsanları ve cinleri, sadece
bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyât 51/56)
Bir konuşmanızda Alevilik ve Bektaşilik üzerinde
durdunuz. Bunlar, Türklük kökeni ile bağını koparmayan dini yapılardır. Kısmen
Şiilik, kısmen de Sünnilik ile bağdaştırılarak farklı bir görünüme
büründürülmüşlerdir[4]. Hak Muhammed Ali, Musahip, Cem ibadeti, Muharrem Orucu,
Hızır Orucu gibi kavramların, onlara özel anlamları vardır. Bir başbakan olarak
bu gibi terimlere kendinize göre anlam verirseniz, inançlara baskı yapmış
olursunuz. Onlara; “Bir musahibiniz olarak buradayım. Musahiplik, bir alevi
canın diğer alevi canı ebediyete kadar dost edinmesidir. Ensar ile muhacir
arasındaki kardeşlik gibi” demeniz böyle bir tavrın habercisidir.
Sayın Davutoğlu, devlet güneş gibi olmalı,
inançlara hiç bir şekilde müdahalede bulunmamalıdır. Allah Teâlâ, Elçisine
şöyle demiştir: “Sen bilgi ver (Kur’an’ı bildir); senin görevin sadece bilgi
vermek (Kur’ân’ı bildirmek)tir. Yoksa onları hizaya getirmekle görevli
değilsin.” (Ğaşiye 88/21-22)
Bu önemli görevde doğru politikalar uygulayarak
üstün başarılar elde etmenizi Allah’tan niyaz ederim.
11.11.2014
Abdulaziz BAYINDIR
[1]Hasan Kâmil YILMAZ, İnsânı Kâmil, Altınoluk
Mecmuası, Temmuz 1996, sayı 125,s. 31.
[2]Rağıb el-İsfahânî, Müfredât.
[3]Şemseddin Sami, Kâmûsi Türkî, Dersaadet 1317.
[4]Bkz. İrene MELİKOFF, http://www.alevilerinsesi.net/haberler/alevi-bektasiligin-tarihi-kokenleri.ht