Üçüncülük ödülünü “BEHMUT’UN YARATIĞI: SELİM” isimli hikâye aldı

Üçüncülük ödülünü “BEHMUT’UN YARATIĞI: SELİM” isimli hikâye aldı
Kalkınma Bakanlığınca SODES kapsamında finanse edilen ve Mardin Valiliği Koordinasyonunda Mardin Aile ve sosyal Politikalar Bakanlığı Mardin İl Müdürlüğü tarafından “Mardin’in Kanayan Yarası: Kan Davaları” adlı proje kapsamında “Herkesin bir hikâyesi vardır” ismi altında yapılan hikâye yarışmasında üçüncülük ödülünü “BEHMUT’UN YARATIĞI: SELİM” isimli hikâyesi ile Mehmet Akif Nuhoğlu Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi 12/A sınıf öğrencisi Merve ÖNEY oldu.01.05.2015 23:31

                                               


 

 

 BEHMUT’UN YARATIĞI: SELİM

 

 “Dört duvar arasında, parmaklıklar ardında…”

 

Henüz yirmi birinde genç bir delikanlı… Her gece başını yastığa koyduğunda içinde fütursuzca kopan fırtınalar… Durmak bilmeyen vicdanın fısıltısı, beynin oradan oraya savurduğu düşünceler, hisler… Onun en büyük çığlığıdır sessizlik aslında. Herkes susarken o bağırıyordu, o ise bağırırken bile susuyordu. Bağırıyordu delikanlı. Kendi içinde, kendi sessizliğinde. Boğulacak gibi. Savaşıyordu benliğiyle. Keşke küsse, aldırmasa…Kader almış başı bir kere, durur mu ki?Dönüp ardına bakar mı hiç?

 

Yedi yirmi dört kendi bedeni yetmezmiş gibi is içinde, sigara dumanlarının dahi sığamadığı dört duvar arasında, dışarıdan birinin bir saniye bile durmasının imkansız olduğu bu oda, bu dünya cehennemi, onların yaşam alanıydı.6 ranza toplam 12 yataklı, 12 tekli dolap, valizler, çantalar ağzı açık vaziyette yerde kendilerine birer köşe bulmuş, yıllardır nefes almayı bekliyorlar.12 yatak üstüne, tam iki katı beden sığabilmişti bu mahkumlar odasına. Toplasan, yılın sadece bir ayında güneş sızabiliyordu buraya.2 biçimsiz pencere, nefesi daha da kuvvetlendirmek için yarısı kırık camlar, onların hayata dışarıdan baktıkları tek yapıt. Burası hafta sonları birkaç arkadaş çıkıp çay içtikleri, belki taştan kale yaparak futbol maçı oynadıkları; o boğucu, akciğerin işlevini yitirmeye başladığı o cehennemden,hayatta olduklarının farkına vardıkları,güneşin ve belki üç dört kuşun onlara hayat verdiği bir avlu…Burada herkesin bir hikayesi var.Yaşanmışlığı ve bunun getirdiği oldukça ağır ve yüklendiği sırtta derin izler bırakan bedeller var.Tıpkı onun gibi.Delikanlı daha yirmi birinde ama gördükleri ve geçirdikleriyle asırlıkların bile eline su dökemeyeceği pırıl pırıl bir genç.Bakınca içini okutan bir sima,kalbin dayanmadığı,hüznün hiç terk etmediği bir çift göz,yıllarca akıtılan yaşların zamanla aşındırmaya başladığı bu narin yanaklar,onu görenlerin cennetten yeryüzüne düşen bir melek olan bu masumiyet timsali gencin nasıl olur da “Burası mı,dipsiz kuyu mu?” diye sorulduğunda ikincisini tercih edenlerin arasına, tam ortasına düşmüştü?

 

Hayatı boyunca, akranları arasında bile “ben buradayım” diyen, annelerin kızlarını onunla evlendirmek için birbiriyle yarıştığı, Behmut köyünün tek küçük beyi olan bu delikanlı, şimdi yıllardır hesaplaşma içinde olduğu vicdanını bir kenara koymuş, başta annesi olmak üzere tüm Behmut köyü el birliğiyle bu vahşi, acımasız, vurdumduymaz bir küçük bey yaratmıştı. Bunu kendisi de biliyordu, ama artık vicdanını dinlemiyordu. Kendine bir yol çizmişti. Nasıl gideceği belli olmayan bu yolda tek başına değildi üstelik. Bundan sonra da olmayacaktı…

 

 “Hayata yeniden dönme umudu: Görüş Günü…”

 

21 Haziran 2009.Günlerden pazartesi. Zaten onun için pazartesilerin, salıların, cumaların bir önemi yoktu. Her günü her anı aynıydı onun. Aynı monotonluktaydı. Sabah 08.00 civarı tüm koğuş uyanır; “Günaydın… Hayırlı sabahlar… Sabah şerifleriniz hayırlı ola… Günaydın Müfit Amca… Günaydın Selim…” sesleri yükselir. El birliğiyle, Allah ne verdiyse dolaptan çıkarılır. Yeri geldiğinde sigara molası, yeri geldiğinde hikâyelerin, yaşanmışlıkların anlatıldığı, çok cüzi de olsa kitapların gün yüzüne çıktığı boyalı tahta masa, bu kez açlığı gidermek için gazetenin serildiği, “yemek masası” süsü verilen bir masa… Kahvaltının ardından sıra kimdeyse bulaşıkları o yıkadı. Kısa bir toplu sohbetten sonra herkes kendi yatağına dinlenmeye çekildi. Elim de öyle yaptı. 10-15 dakika sonra, koğuş kapısı tüm tedirginliğiyle açıldı. Çok şey ifade ediyordu bu kapı. Kimileri için sevdiğine kavuşma kapısı, kimileri için de mahkeme duvarı bu kapı. Ama bu kapı Selim’e ilk defa bir şeyler ifade ediyordu. İyi veya kötü ilk defa…

 

Kapı açıldı, gardiyan Hasan içeri girdi. Koğuştaki tüm gözler ona çevrildi. Onun gözü ise tek bir kişiyi arıyordu. “Selim Özdaş… Ziyaretçin var… ”Selim, yatağından hafif doğruldu. Şaşkın ve hüzün dolu gözlerle baktı Hasan’a. “Acaba, yanlış söylemiş olmayasın!” dercesine gardiyanın, ismini tekrar söylemesini bekledi. “Hey! Ne öyle bakıyorsun? Biliyorum şaşırdın ama… Haydi! Kalk da bekletme..” diye, Selim’in kendine gelmesini bekledi. Sonunda Selim terliklerini giyerek Hasan’ın yanına vardı. Hasan, onu kolundan tuttu ve hızla ziyaretçi odasına doğru ilerlediler. Selim’in aklından tüm isimler yavaş yavaş geçti. Biraz sonra göreceğine rağmen “acaba kim?” diye düşünmeden edemiyordu. Çünkü ziyaret odasına gitmeyeli yıllar olmuştu… 17 yaşından beri ziyaretçi gelmemişti. O kadar alışmıştı ki, görüş günleri onun için sıradandı. Yatağına uzanır, çarşafı kafasına çeker, Hasan’ın çağırdığı isimleri duyardı. Kendi ismini duymamıştı uzun zamandır. Aslında böylesi daha iyiydi. Kapı açıldı, tek masa etrafında 2 sandalyeden birine oturmuş 40’lı yaşlarda bir kadın gördü. Bir iki adım attı, kendini içerde buldu. Kadın ise, oturduğu yerden, dizlerinin arkasıyla sandalyeyi hızlıca geriye itti ve ayağa kalktı. Yıllardır evlat hasreti çeken bu kadın Selim’in öz annesiydi. Sarıldı… Olağan gücüyle… Yılların birikmiş kuvvetiyle… Tüm cesaretiyle sarıldı oğluna. Kokusunu çekti içine. Elleriyle yüzünü okşadı. Gözlerini, gözlerine sabitlemişti anne. Ellerini sımsıkı tuttu. Boş olan sandalyeye oturttu oğlunu. Kendisi de, ellerini hiç bırakmadan karşıdaki sandalyeye geçti. Selim, annesinin yüzüne hiç bakmadı. Bakamadı. Ama Selim masumdu, hiçbir günahı yoktu onun. Alnı aktı. “Oğlum, yavrum… İyi misin Selim’im? İyi bakıyorlar mı sana? Aç mısın, sağlığın sıhhatin nasıl, iyidir inşallah?” “Selim, konuşsana yavrum, bir şey söyle şu garip anana…” Ellerini avuçlarına almış, sürekli öpüyor, kokluyor annesi. Selim tek kelime bile etmiyor. Annesine “Neden buradasın, neden beni hiç sormadın, ne haldeyim şimdi mutlu musunuz?” diye geçiriyor içinden. Ve söyledikleri sadece içinde kalıyor Selim’in. “Yavrum, çıkacaksın buradan, çıkaracağım seni. Sen meraklanma, ben bu işi halledeceğim…” Selim’in bir anda gözleri yukarı kalktı ve annesine baktı. İlk defa annesine baktı. Kızgındı ona. Sanki yaşadıklarının bedelini onu bu cehennemden çıkararak ödeyecekti. Yine de razıydı Selim. Buradan kurtulmak için her şey yapmaya razıydı. Annesi devam etti: ”Rahmetli babanın Adana’da bir arkadaşı varmış. Görüşmeyeli yıllar olmuş.2 gün önce geldi. Babanın öldüğünden bihaber, evimize kadar geldi. Olan biteni ona anlattım. Adamcağız çok üzüldü. Kendisi avukatmış. Oğlunuz için elimden geleni yapar, onu oradan çıkarmaya çalışırım. Sizin oğlunuz benim de evladımdır. Bilirim Selim’i, vardır bu işte bir şey, dedi. Biliyorum bana kızgınsın, öfkelisin… Cahillik ettim seni sormayarak. Burada yalnız bırakarak. Affedebilecek misin anneni?” Tam bu sırada hemen dış kapıda duran gardiyan Hasan içeri girdi. “Ziyaret süresi bitmiştir!” diyerek kadını kolundan tutarak dışarı çıkardı. Kadın çıkarken “Oğlum affet… Affet yavrum! Böyle olsun ister miydim ben?” dedi bağırarak. Selim, oturduğu sandalyeden hiç kıpırdamadı. Yine kendisiyle konuşuyordu. Bağırıyordu içinden. Annesi bir umut vermişti ona. Kötü de olsa bir umut…İntikam umuduydu onunki.Çıkıp Behmut köyünden ve zaman zaman rüyasına giren keramet sahibi çocuğun canilerinden intikam alacaktı.Bunu yapacaktı Selim.Kararlıydı…

 

“Geri dönüş planı: İntikam…”

 

Tek ve oldukça etkileyici bu görüş gününden ihtiyacı olan inanç ve kuvveti alan Selim, hayata yeniden dönme umuduyla intikam planı hazırlamaya başlar. Tabi Selim, bu yolculukta yalnız değildir. Mahpus arkadaşları sözde ona yardımcı olmak için birbiriyle yarışıyor. Ama kimse, Selim’in gerçek hikayesini bilmiyordu. O bile… Hiç sormadı kendine.Sormayacaktı da…Sahi,neydi Selim’in hikayesi?Neden düşmüştü hapishane köşelerine, dört duvar arasına?

 

Selim 2 Şubat 1988 yılında, Gaziantep’in Kavaklıdere beldesine bağlı Behmut köyünde dünyaya geldi. Ondan 5 yaş büyük abisi Cemil ve yılların birikmişliğiyle bir hayli yorgun düşen annesi Leyla ile birlikte yaşıyordu.Babası ise,daha o kundaktayken ölmüştü. Öldürülmüştü. Aslı Rumeli göçmeni olan bu aile, 22 yıl önce babalarının işi dolayısıyla Türkiye’ye göç etmiş, Gaziantep’e yerleşmişti. Babaları Cevdet, uzun yol şoförüydü. Türkiye’den Bulgaristan’a giderken kaza geçirerek hayatını kaybeden 47 yaşındaki Cevdet işine dört elle sarılan, ailesi ve çevresi tarafından sevilen, ağırbaşlı biriydi. Bu ani ölümüne hiç kimse anlam verememişti. Ama belliydi. Cevdet ölüme kurban gitmişti. Jandarma olay yerine geldiğinde, detaylı inceleme için otopsi raporu istemişti. O rapora göre Cevdet 2’si kafasına, 2’si göğsüne isabet eden 4 kör kurşunun kurbanı olmuştu. O dönemde iş konusunda anlaşmazlığa düştüğü ve kendinden hiçbir iz bırakmadan Cevdet’i öldüren şirketin ortağı yurtdışına çıkmış; yıllar sonra bile yakalanamamıştı. Senelerce herkes, Cevdet’in sıradan bir trafik kazasına kurban gittiğini biliyordu. Cemil dışında… Evin büyük oğlu Cemil, babasını çok seviyordu. Bu olay bilhassa Cemil’i sarsmıştı. Çok büyük değildi yaşı. Kanı hâlâ kaynıyordu. Hırs bürümüştü gözünü. Babasının kanını o temizlemek istiyordu. Ama bunu yapamazdı. Daha önce de sabıkalı olduğundan bu intikamı da alırsa, ömrünü cezaevinde geçirecekti. Bunu biliyordu Cemil. Bu yüzden intikamı kendisi alamazdı. Bunu Selim yapacaktı. Cemil yakın iki arkadaşıyla oturup saatlerce bunu planladı. Kim yapacaktı bu işi? “Babamın kanı yerde kalmayacak!” diye söyleniyordu sürekli. Bu arada, bir diğer arkadaşı Cevdet’in ölümünü kendi yöntemleriyle araştırıyordu. Nedenini bulmaya çalışıyordu. En sonunda Cemil’in beklediği haber geldi. Babası saldırıya uğramış, öldürülmüştü. Cemil’in öfkesi katbekat arttı. Bunu keza arkadaşları da hissediyordu. Cemil, düşündüğü bu plana yakın arkadaşlarını da dahil etmişti. Arkadaşları da seviyordu Cevdet’i. Çok yardımı dokunmuştu onlara. Bu olayı onlar da bir kenara atamazdı. En sonunda onlar da planın altına imzalarını atmışlardı.

 

Arkadaşı hemen bir iskemle çekti ve olayını şaşkınlığıyla, biraz da ürkekçe her şeyi anlatmaya başladı: “Cemil, şimdi beni iyi dinle. Tam hissettiğimiz gibi. Cevdet amcayı Bulgaristan’a giderken takip etmişler. Cevdet amca onları fark etmiş, ama yoluna yine devam etmiş. O gerginlik ve panikle polisi, sizi ya da başkasını aramak aklına gelmemiş olacak ki, haber verememiş. Cevdet amca hızlanarak geldiği yöne geri dönmüş. Araç trafiğini görünce, farklı bir yola sapmış. Kamyonu Behmut yakınlarındaki Samir Dağı eteğine doğru sürmüş. Yol çok kasisliymiş. Aracın hızı azalmaya başlamış. Tam bu sırada, o adamlar…” Cemil, istemsizce araya girdi ve “Kim, kim bu adamlar kardeşim? Babamın önüne çıkan katiller, caniler kim? Kimin oğlu?” “20 km ötedeki Aran köyünün, Toprak ailesi kardeşim. Amca çocuklarıymış. Babaları vermiş ellerine aletleri. Üç kişilermiş. Aran köyünün en tanınmış aşiretidir bunlar. Çok belalı tipler. Adresleri burada. Al…” Arkadaşı, Cemil’e adresin yazılı olduğu kağıdı uzatır. Cemil, “İstediği kadar belalı olsun. Kaç yazar? Tamamdır kardeşim, sağol. Unutmam bu yaptığını ömür boyu.” Cemil bu günden sonra daha sıkı sarılır bu işe. Planını aynen uygulamaya devam eder. Bu kez planında Selim de vardır. Oturur, planını arkadaşlarına da anlatır: “Bizim köyde küçük bir çocuk var. Adı Osman. 9 yaşında. Ama yaşıtlarından çok farklı. Onun başka bir dünyası var sanki.Bizden değil gibi.Garip…Her neyse,biz işimize bakalım…İşte bu çocuğu öldürüp aynen babam gibi Samir’in eteğine cesedini bırakacağız.Etrafına Selim’e ait birkaç küçük detay bırakacağız. Bir gün en fazla iki gün sonra jandarma bulur onu. Gerisi de malûmunuz… Dört duvar…” “Ahmet ve Zeyni. Siz de bir yolunu bulup kardeşimle aynı mahpusa gireceksiniz. Ben ayarlayacağım orasını. Selim’i orada sürekli intikam almaya iteceksiniz. Aklına gireceksiniz. Kışkırtacaksınız onu. Zaten bu arada tüm Behmut, masum bir çocuğu katletmiş Selim’e gereken her şeyi söyleyecek, onların beddualarını alacak. Buna ne beden dayanır ne de akıl. Kendi kendini yiyecek içerde. Artık dayanamaz hale gelecek. Ve zamanla o da öfkesine yenik düşecek. Çocuğu öldüreni ve kendini bu hale getireni bulmak isteyecek. Ona, Aran köyündeki Toprak ailesinin yaptığını söyleyeceksiniz. O kızgınlık ve öfke ile size nereden öğrendiğinizi, kim olduğunuzu sormayacak bile. Biliyorum… Hem de çok iyi…” der ve çok uzaklara gözünü dikerek bir süre boş ve anlamsızca bakar. Sessizlik oluşur. Üç arkadaş birbirine bakar. Onlar da, Cemil’in aklından geçenlerden korkar. Bir an çekinirler, ama sonra tekrar kendilerine gelip onu dinlemeye başlarlar. Arkadaşları Cemil’e yarı kızgın yarı sorgulayıcı bir tavırla bakar. Cemil, ne duymak istediklerini anlar: “Bakmayın öyle. Aklınızdan ne geçiyor bilmiyorum ama bunu yapmak zorundayım. Hayatımda görüp göreceğim en masum insana, kardeşime, bunu yaptığım için kendimi hiç affetmeyeceğim. Aslını sorarsanız ben zaten artık kendimi tanımıyorum. Düşünmüyorum kendimi. Fakat babamın kanını yerde bırakamam. O kan kurumadan bunu yapanların da kanını akıtmalıyım. Sizden istediğim, bu iş bitene kadar yanımda olmanız…” Arkadaşları çaresizce, Cemil’in söylediklerini onaylayarak başlarını eğdiler. Ağızlarından tek kelime bile çıkmadı. Hiçbiri Cemil’i durdurmaya yeltenmedi bile. Çünkü biliyorlardı ki Cemil, vicdanının bedenini terk edeli yıllar olmuş bu adam, asla durmayacaktı. Cemil için bu olay, bir dava haline gelmişti. Gözü dönmüştü Cemil’in. Hiçbir şey duymuyor, kimseyi görmüyordu. Burnunun dikine gidiyordu sürekli. Babanın ölümü bu kadar değiştirebilir miydi bir evladı? En masum ve temiz duygulara, hislere sahip olan Selim’i canavarlaştırabilir miydi intikam duygusu?...

 

Yaklaşık üç gün sonra Cemil, sabah erken uyandı. Ayaküstü bir şeyler atıştırdı. Ceketini aldığı gibi evden çıktı. Osman da o esnada okula gitmek için yola koyuldu. Okul yolu Samir Dağı çevresinden geçiyordu. Cemil arabayla takip etti küçük Osman’ı. Osman okula gitti. Cemil onu çıkışa kadar bekledi. Çıkış vaktinde, Cemil çocuğun yanına yaklaştı. Bugün onu eve kendisinin götüreceğini söyledi. Osman ilk önce duraksadı; Cemil’in gözünün içine baktı ve “Hadi, gidelim!” dedi. Osman Cemil’i tanıyordu. Bu yüzden geri çevirmedi onu. Arabaya bindiler ve Cemil, Samir dağı eteğine geldi. Arabayı durdurdu. Arabadan indi ve arka kapıdan Osman’ı kolundan tuttuğu gibi aşağıya indirdi. Osman, çok sakindi. Sessizdi. Bir şeyler sezmişti onun gözüne bakarken. Ama bozuntuya vermedi hiç. Cemil onu sarsıyor, tokat atıyor, konuşmasını, bağırmasını bekliyor. Osman’dan yine ses seda yok. Bir farklılık vardı bu çocukta. Bu mütefavitlik hiç hayra alâmet değildi. Cemil aldırmadı buna. Oracıkta yere yatırdı çocuğu. İlerdeki taş parçasını eline aldı, Osman’ın kafasına attı. Bakamadı atarken. Kafasını diğer tarafa çevirdi. Sesi zaten çıkmayan bu çocuğun ölüp ölmediğini ancak kulağını kalbine dayayınca anladı. Çocuk ölmüştü. Cemil, yanında Selim’e ait ufak tefek parçalar getirmişti. Onları etrafa bıraktıktan sonra, bir daha dönmemek üzere Behmut köyünü terk etmişti. İki gün sonra da, Osman’ın ölü bedenini köylüler buldu. Jandarmaya haber verildi. Tüm köy, Samir’in eteğinde toplandı. Tüm nişaneler Selim’i gösteriyordu. Jandarma Komutanlığı’nın detaylı çalışması ile üç gün sonra Selim’i evinden cebren alarak il dışındaki cezaevine götürdüler. Tüm köy büyük şaşkınlık içinde Selim’e, her şeyden bihaber olan bu çocuğa, öfke ile bakıyordu. Herkesin gözünde şahlanan masumiyet timsali Selim, o an yerle bir olmuştu. Beddualar, dedikodular, çirkin iftiralar, küfürler Selim’i dayanılmaz hale getiriyordu. Osman kara toprağa, Selim ise parmaklıklar ardına gidiyordu…

 

Osman’ın ölümüyle köyde sıra dışı olaylar baş gösteriyordu. Nisan ayı olduğu halde, o güne değin görülmemiş yağmur Behmut’u talan etmişti. Dereler taşmış, yollar yarılmıştı. Doğa olayları bugünleri beklercesine tüm köyü etkisi altına almıştı. Hiç kimse anlayamadı nedenini. Çevre köy ve illerden hocalar, hacılar, dervişler, müritler, falcılar, büyücüler, üfürükçüler… Getirildi. Ancak hiçbiri bu gizemi anlayamadı. En sonunda yaşlı bir kadın çıktı ve “Bunların medarı küçük Osman’ın ölümüdür” dedi. Kısa bir sükûtun ardından herkes yaşlı kadına bakar. Kadın devam eder. “Anlamadınız mı hâlâ? Osman ölmeden önce, böyle şeyler olmazdı. Ben biliyordum… Bu çocuğun içinde bir şeyler olduğunu biliyordum. Alın… Görün işte. Her şey açık. Hâlâ inkar mı edeceksiniz? “ diye tüm insanları sarsar. Kadın haklıydı. Tüm hisleri intac etmişti. Osman keramet sahibiydi. Bunu yalnızca annesi biliyordu. Herkes dönüp annesine baktı ve o da bunu doğruladı. Osman herkesten farklı güçlere sahipti. Zamanı durdurabiliyor, Geri alabiliyor, nesneleri müteharrik hale getirebiliyor, en önemlisi geleceği görebiliyordu. Peki, neden ölümünü durduramamıştı? Herkes bunu merak ediyordu. Ama bunu en iyi Osman açıklardı. Eğer yaşasaydı… Osman’ın ölümü, yalnızca doğa olaylarıyla bitmiyordu. Köyde herkes birbirine düşmanca davranıyordu, nefret kusuyorlardı adeta. Köylüler ise, Osman”a kıyanı bulup öldürmedikçe bu olayların devam edeceğini düşünüyorlardı. Bu sebepten sadece Selim’in cezaevinden çıkmasını dört gözle bekliyorlardı.

 

 “Muvakkat bir beraat…”

 

Yıllarını hapishanede geçirerek ruhen ma’dum olan Selim, Cemil’in içeri gönderdiği arkadaşlarıyla dost olmuştu. Cemil’in istediği gibi Selim’in aklına girip Aran köyünden Toprak ailesinin, çocuğu öldürüp suçu onun üzerine attıklarını anlatmış ve ikna etmişlerdi. Selim ise, yeni bir bedene bürünerek öfke ve atalet içinde sabırsızlıkla oradan çıkmak istiyordu. Yıllar sonra gelen annesi, ona intikam gücü vermişti. Son duruşmada, babasının eski bir arkadaşı olan avukat, kuvvetli delillerle hakim karşısına çıkmış ve hakim, Selim’in beraatine karar vermişti. Selim için bugün, paha biçilemez bir gündü. İntikamın inkişafını tüm bedeninde, ruhunda hisseden Selim, aynı dakika içinde eşyalarını alıp kader arkadaşlarıyla helâlleşerek özgürlüğe yürüdü. Selim hiç vakit kaybetmeden, köyün yolunu tuttu. Eve geldi. Gelirken hiç kimseye görünmemeye çalıştı. Öyle de oldu. İlk gün kimse onu görmemişti. Ertesi gün, cezaevindeki arkadaşının verdiği adresin yolunu tuttu. Aran köyüne doğru hareket etti. Oraya vardığında, birkaç kişiye Toprak ailesinin ev adresini sordu. Tüm köy tarafından tanınan ailenin adresini pek az kişi biliyordu. Girişteki kahvehaneye uğradı. Oradan da, iki üç kişiye sordu. Adresi bilen bir adam, evi ona tarif etti. Nedenini sorunca, “Eski bir tanıdık, ziyarete geldim de…” diye cevap verdi. Eve gitti. Elindeki çantadan iki silah çıkardı. Arka ceplerine sakladı. Kapının önüne geldi. Zili çaldı. Genç bir kadının kapıyı açmasıyla, Selim’in silahları çıkarıp evin her tarafını taraması bir oldu. Gözünü kırmadan önüne geleni öldürüyordu. Babasının katili amca çocukları da oradaydı. Tanıdı onları. Arkadaşları tarif etmişti içerdeyken. Bilhassa gözü de onları arıyordu. Görür görmez ikisini de vurdu. 3’ü çocuk toplam 7 kişiyi öldürmüştü oracıkta. İçindeki canavar Selim’i yönetiyordu adeta. Farklı bir yaratığa bürünmüştü. Gözlerinden şedid bir nefret akıyordu. Terör estiriyordu. Geldiği gibi işini bitirdi ve döndü. Köye gitti. “Osman’ın intikamını aldım. Gecelerce bana uykuyu unutturan bu laneti temizledim. Bitirdim işlerini. Şimdi ne olursa olsun…”  diye söyledi içinden. Behmut’a, eve döndü. Annesine anlattı her şeyi. Annesi de ona, Osman’ın ölümünü ve onun cezaevine girdikten sonra, köyün bir daha eski haline gelmediğini anlattı. Selim, şaşkınlığını gizleyemedi. Annesi, çocuğun kerametli olduğunu söyledi: Selim, hayretler içinde kaldı. Belirli zaman aralıklarıyla gördüğü rüyayı anlattı annesine. Rüyasında Osman’ı görmüştü. Selim’e sürekli “Üzülme… Sabret. Çıkacaksın oradan… Çıkacaksın…” diyordu. Uzun süre aralarına derin bir sessizlik girdi. İkisi de düşünüyordu. Neden bu hale geldiklerini düşünüyorlardı.

 

Cemil ise yıllardır bihaber olduğu köyünün başına gelenleri bilmiyordu. Arkadaşları durumu anlatınca, köye dönmeye karar verdi. İşlerin daha da karışacağını göze alarak Behmut’a geri döndü Cemil. Eve geldi. Senelerce görmediği annesine sarıldı. Selim onu, o da Selim’i tanıyamadı. Annesi tanıştırdı onları. Hasret giderdiler. Küçükken birbirinden apayrı olan bu iki kardeş, şimdi çok yakındı. İkisinin de eli kanlı, ikisi de masum değildi artık. Çok benziyorlardı. Cemil öğrenmişti babasının intikamını aldığını. Esefli bir sürur kaplamıştı içini.

 

Biraz sonra dışarıda bir gürültü… Herkes koşuyor, bağırıyor, ağlıyordu. Selim ve Cemil dışarı çıktı. Geçenlere sordular: “Ne oluyor, neden herkes ağlıyor, nereye gidiyorsunuz?” “Samir’in yanındaki kayalıktan kan akıyormuş! Kimin kanı belli değil. Koşun… Koşun! Allah’ım! Sen yardım et…!” İki kardeş birbirine baktı ve vakit kaybetmeden kalabalığın arasına onlar da katıldı… Dağa doğru hızlı hızlı koşmaya başladılar. Dağa vardıklarında adamın söylediği gibi kayalıktan, nereden geldiği belirsiz kan akıyordu. Herkes büyük bir korkuya kapıldı. Cemil de öyle. Kendi kendine konuşmaya başladı: “Burası Osman’ı öldürdüğüm yer, bu taş kafasını ezdiğim taş… Şimdi bu da ne böyle? Neler oluyor?” Selim araya girerek: “Ne diyorsun sen Cemil? Kendine gel… Ne taşı, ne öldürmesi, ne Osman’ı…?” Cemil, korkunç bir şok halinde ne yapacağını bilmeden öylece kalmıştı. Hareket etmiyordu…

 

Bu kan Cemil’in kanıydı. Cemil’in ayakkabısı kan içinde kalmıştı. Ama o kıpırdamıyordu bile. Beyninde şimşekler çakıyor, bedenini hissetmiyordu. Meyyit gibiydi. Osman onu yanına çağırıyordu. Gidecekti yanına. Karar verdi. Tüm Behmut halkını topladı. Kayanın üstüne çıktı ve Osman’ı kendisinin öldürdüğünü itiraf etti. Bu geç kalmış bir itiraftı. Dahice olan planını ve çok pişman olduğunu anlattı. Babasının intikamını Toprak ailesinden alarak ona olan borcunu ödeyecekti. Cemil, Selim’in yüzüne bakamıyordu. Masumiyetin yeryüzündeki tecellisi olan kardeşini, korkunç bir yaratığa dönüştürdüğünü göremiyordu. Selim’e atılan iftira sonrası insanlarda oluşan kin, öfke ve nefret duyguları şimdi Cemil’de bir araya geliyordu. Cemil, gözünü etrafa gezdirdi. Taş parçası arıyordu. Eline aldı bir tane. Selim’e uzattı. “Al Selim… Osman’a kıydığım gibi kıy bana. Seni bu hale ben getirdim. Seni insanlıktan çıkaran benim. Al şu taşı… Vur diyorum sana. Vursana… Hadi! Ne duruyorsun? Hadi… Hadi!...” Selim eline taşı aldı. Annesi Leyla’ya baktı. Kadın yere dizlerinin üstüne çöktü. Ağır geliyordu artık taşıdıkları. Ağlamıyordu. Yıllardır kurumuştu gözyaşları. Elem ve acılarla dolu hayatı onu artık ağlatmıyordu. Oturduğu yerde Selim’i izliyordu. Ne yapacağını merak ediyordu. Selim, hızla koştu Cemil’e. Elindeki taşı yere attı. Aynı eliyle Cemil’e vurdu. Tekrar vurdu. Tekrar vurdu. Yorulana kadar vurdu. Cemil elini hiç kaldırmadı. Selim vurdukça Cemil rahatlıyordu sanki. Bedenindeki acı, ruhundaki yaralara merhem olabilir miydi Cemil’in? Cemil, bastırabilir miydi henüz kanamayan yarasını? Asıl acı şimdi başlıyordu. Selim, şimdi Cemil’in açık kalan yarasına tuz basıyordu…

 

 “Karar…”

 

Osman’ın ahı, Behmut’un bedduası iki kardeşi dipsiz karanlığa sürüklemişti. Kin ve nefretin, saflığı ve temizliği alıp götürdüğü Selim, hayatını esef ve pişmanlıklarla dolduran iflah olmaz Cemil artık hiç ayrılmayacaklardı. Aralarına asker girmiş, elleri kelepçeli olan iki kardeş şimdi hesap vermek ve sorgulanmak üzere hakim karşısına çıkıyorlardı. İçerde geçirecekleri vakitlerde en büyük mahkemeyi vicdanları kuracaktı. Ve ömürleri boyunca her an ona hesap vereceklerdi. Mahkeme salonunda, hakim karşısında, elleri kelepçeli, asker korumasında tokmak masaya vuruluyordu: “Sanıkların adam öldürmek, kaçak yaşamak, bir köyün maddi manevi zeval olmasına sebep olmak suçuyla müebbet hapis cezasına çarptırılmalarına “karar” verilmiştir…”

 

Merve ÖNEY

Mehmet Akif Nuhoğlu Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi

12/A sınıf öğrencisi

 

 

 

 

 

Diğer YARIŞMALAR haberleri

  • PAYLAŞ

YORUM EKLE

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz. Üye Girişi yapın veya Kayıt olun.