BEHMUT’UN
YARATIĞI: SELİM
“Dört duvar arasında, parmaklıklar ardında…”
Henüz
yirmi birinde genç bir delikanlı… Her gece başını yastığa koyduğunda içinde
fütursuzca kopan fırtınalar… Durmak bilmeyen vicdanın fısıltısı, beynin oradan
oraya savurduğu düşünceler, hisler… Onun en büyük çığlığıdır sessizlik aslında.
Herkes susarken o bağırıyordu, o ise bağırırken bile susuyordu. Bağırıyordu
delikanlı. Kendi içinde, kendi sessizliğinde. Boğulacak gibi. Savaşıyordu
benliğiyle. Keşke küsse, aldırmasa…Kader almış başı bir kere, durur mu ki?Dönüp
ardına bakar mı hiç?
Yedi
yirmi dört kendi bedeni yetmezmiş gibi is içinde, sigara dumanlarının dahi
sığamadığı dört duvar arasında, dışarıdan birinin bir saniye bile durmasının
imkansız olduğu bu oda, bu dünya cehennemi, onların yaşam alanıydı.6 ranza
toplam 12 yataklı, 12 tekli dolap, valizler, çantalar ağzı açık vaziyette yerde
kendilerine birer köşe bulmuş, yıllardır nefes almayı bekliyorlar.12 yatak
üstüne, tam iki katı beden sığabilmişti bu mahkumlar odasına. Toplasan, yılın
sadece bir ayında güneş sızabiliyordu buraya.2 biçimsiz pencere, nefesi daha da
kuvvetlendirmek için yarısı kırık camlar, onların hayata dışarıdan baktıkları
tek yapıt. Burası hafta sonları birkaç arkadaş çıkıp çay içtikleri, belki
taştan kale yaparak futbol maçı oynadıkları; o boğucu, akciğerin işlevini
yitirmeye başladığı o cehennemden,hayatta olduklarının farkına
vardıkları,güneşin ve belki üç dört kuşun onlara hayat verdiği bir avlu…Burada
herkesin bir hikayesi var.Yaşanmışlığı ve bunun getirdiği oldukça ağır ve
yüklendiği sırtta derin izler bırakan bedeller var.Tıpkı onun gibi.Delikanlı
daha yirmi birinde ama gördükleri ve geçirdikleriyle asırlıkların bile eline su
dökemeyeceği pırıl pırıl bir genç.Bakınca içini okutan bir sima,kalbin
dayanmadığı,hüznün hiç terk etmediği bir çift göz,yıllarca akıtılan yaşların
zamanla aşındırmaya başladığı bu narin yanaklar,onu görenlerin cennetten
yeryüzüne düşen bir melek olan bu masumiyet timsali gencin nasıl olur da
“Burası mı,dipsiz kuyu mu?” diye sorulduğunda ikincisini tercih edenlerin
arasına, tam ortasına düşmüştü?
Hayatı
boyunca, akranları arasında bile “ben buradayım” diyen, annelerin kızlarını
onunla evlendirmek için birbiriyle yarıştığı, Behmut köyünün tek küçük beyi
olan bu delikanlı, şimdi yıllardır hesaplaşma içinde olduğu vicdanını bir
kenara koymuş, başta annesi olmak üzere tüm Behmut köyü el birliğiyle bu vahşi,
acımasız, vurdumduymaz bir küçük bey yaratmıştı. Bunu kendisi de biliyordu, ama
artık vicdanını dinlemiyordu. Kendine bir yol çizmişti. Nasıl gideceği belli
olmayan bu yolda tek başına değildi üstelik. Bundan sonra da olmayacaktı…
“Hayata yeniden dönme umudu: Görüş Günü…”
21
Haziran 2009.Günlerden pazartesi. Zaten onun için pazartesilerin, salıların, cumaların
bir önemi yoktu. Her günü her anı aynıydı onun. Aynı monotonluktaydı. Sabah
08.00 civarı tüm koğuş uyanır; “Günaydın… Hayırlı sabahlar… Sabah şerifleriniz
hayırlı ola… Günaydın Müfit Amca… Günaydın Selim…” sesleri yükselir. El
birliğiyle, Allah ne verdiyse dolaptan çıkarılır. Yeri geldiğinde sigara
molası, yeri geldiğinde hikâyelerin, yaşanmışlıkların anlatıldığı, çok cüzi de
olsa kitapların gün yüzüne çıktığı boyalı tahta masa, bu kez açlığı gidermek
için gazetenin serildiği, “yemek masası” süsü verilen bir masa… Kahvaltının
ardından sıra kimdeyse bulaşıkları o yıkadı. Kısa bir toplu sohbetten sonra
herkes kendi yatağına dinlenmeye çekildi. Elim de öyle yaptı. 10-15 dakika
sonra, koğuş kapısı tüm tedirginliğiyle açıldı. Çok şey ifade ediyordu bu kapı.
Kimileri için sevdiğine kavuşma kapısı, kimileri için de mahkeme duvarı bu
kapı. Ama bu kapı Selim’e ilk defa bir şeyler ifade ediyordu. İyi veya kötü ilk
defa…
Kapı
açıldı, gardiyan Hasan içeri girdi. Koğuştaki tüm gözler ona çevrildi. Onun
gözü ise tek bir kişiyi arıyordu. “Selim Özdaş… Ziyaretçin var… ”Selim, yatağından
hafif doğruldu. Şaşkın ve hüzün dolu gözlerle baktı Hasan’a. “Acaba, yanlış
söylemiş olmayasın!” dercesine gardiyanın, ismini tekrar söylemesini bekledi.
“Hey! Ne öyle bakıyorsun? Biliyorum şaşırdın ama… Haydi! Kalk da bekletme..”
diye, Selim’in kendine gelmesini bekledi. Sonunda Selim terliklerini giyerek
Hasan’ın yanına vardı. Hasan, onu kolundan tuttu ve hızla ziyaretçi odasına
doğru ilerlediler. Selim’in aklından tüm isimler yavaş yavaş geçti. Biraz sonra
göreceğine rağmen “acaba kim?” diye düşünmeden edemiyordu. Çünkü ziyaret
odasına gitmeyeli yıllar olmuştu… 17 yaşından beri ziyaretçi gelmemişti. O
kadar alışmıştı ki, görüş günleri onun için sıradandı. Yatağına uzanır, çarşafı
kafasına çeker, Hasan’ın çağırdığı isimleri duyardı. Kendi ismini duymamıştı
uzun zamandır. Aslında böylesi daha iyiydi. Kapı açıldı, tek masa etrafında 2
sandalyeden birine oturmuş 40’lı yaşlarda bir kadın gördü. Bir iki adım attı, kendini
içerde buldu. Kadın ise, oturduğu yerden, dizlerinin arkasıyla sandalyeyi
hızlıca geriye itti ve ayağa kalktı. Yıllardır evlat hasreti çeken bu kadın
Selim’in öz annesiydi. Sarıldı… Olağan gücüyle… Yılların birikmiş kuvvetiyle… Tüm
cesaretiyle sarıldı oğluna. Kokusunu çekti içine. Elleriyle yüzünü okşadı. Gözlerini,
gözlerine sabitlemişti anne. Ellerini sımsıkı tuttu. Boş olan sandalyeye
oturttu oğlunu. Kendisi de, ellerini hiç bırakmadan karşıdaki sandalyeye geçti.
Selim, annesinin yüzüne hiç bakmadı. Bakamadı. Ama Selim masumdu, hiçbir günahı
yoktu onun. Alnı aktı. “Oğlum, yavrum… İyi misin Selim’im? İyi bakıyorlar mı
sana? Aç mısın, sağlığın sıhhatin nasıl, iyidir inşallah?” “Selim, konuşsana
yavrum, bir şey söyle şu garip anana…” Ellerini avuçlarına almış, sürekli
öpüyor, kokluyor annesi. Selim tek kelime bile etmiyor. Annesine “Neden
buradasın, neden beni hiç sormadın, ne haldeyim şimdi mutlu musunuz?” diye
geçiriyor içinden. Ve söyledikleri sadece içinde kalıyor Selim’in. “Yavrum, çıkacaksın
buradan, çıkaracağım seni. Sen meraklanma, ben bu işi halledeceğim…” Selim’in
bir anda gözleri yukarı kalktı ve annesine baktı. İlk defa annesine baktı. Kızgındı
ona. Sanki yaşadıklarının bedelini onu bu cehennemden çıkararak ödeyecekti. Yine
de razıydı Selim. Buradan kurtulmak için her şey yapmaya razıydı. Annesi devam etti:
”Rahmetli babanın Adana’da bir arkadaşı varmış. Görüşmeyeli yıllar olmuş.2 gün
önce geldi. Babanın öldüğünden bihaber, evimize kadar geldi. Olan biteni ona
anlattım. Adamcağız çok üzüldü. Kendisi avukatmış. Oğlunuz için elimden geleni
yapar, onu oradan çıkarmaya çalışırım. Sizin oğlunuz benim de evladımdır. Bilirim
Selim’i, vardır bu işte bir şey, dedi. Biliyorum bana kızgınsın, öfkelisin… Cahillik
ettim seni sormayarak. Burada yalnız bırakarak. Affedebilecek misin anneni?”
Tam bu sırada hemen dış kapıda duran gardiyan Hasan içeri girdi. “Ziyaret
süresi bitmiştir!” diyerek kadını kolundan tutarak dışarı çıkardı. Kadın
çıkarken “Oğlum affet… Affet yavrum! Böyle olsun ister miydim ben?” dedi
bağırarak. Selim, oturduğu sandalyeden hiç kıpırdamadı. Yine kendisiyle
konuşuyordu. Bağırıyordu içinden. Annesi bir umut vermişti ona. Kötü de olsa
bir umut…İntikam umuduydu onunki.Çıkıp Behmut köyünden ve zaman zaman rüyasına
giren keramet sahibi çocuğun canilerinden intikam alacaktı.Bunu yapacaktı
Selim.Kararlıydı…
“Geri
dönüş planı: İntikam…”
Tek
ve oldukça etkileyici bu görüş gününden ihtiyacı olan inanç ve kuvveti alan
Selim, hayata yeniden dönme umuduyla intikam planı hazırlamaya başlar. Tabi
Selim, bu yolculukta yalnız değildir. Mahpus arkadaşları sözde ona yardımcı
olmak için birbiriyle yarışıyor. Ama kimse, Selim’in gerçek hikayesini
bilmiyordu. O bile… Hiç sormadı kendine.Sormayacaktı da…Sahi,neydi Selim’in
hikayesi?Neden düşmüştü hapishane köşelerine, dört duvar arasına?
Selim
2 Şubat 1988 yılında, Gaziantep’in Kavaklıdere beldesine bağlı Behmut köyünde
dünyaya geldi. Ondan 5 yaş büyük abisi Cemil ve yılların birikmişliğiyle bir
hayli yorgun düşen annesi Leyla ile birlikte yaşıyordu.Babası ise,daha o
kundaktayken ölmüştü. Öldürülmüştü. Aslı Rumeli göçmeni olan bu aile, 22 yıl
önce babalarının işi dolayısıyla Türkiye’ye göç etmiş, Gaziantep’e yerleşmişti.
Babaları Cevdet, uzun yol şoförüydü. Türkiye’den Bulgaristan’a giderken kaza
geçirerek hayatını kaybeden 47 yaşındaki Cevdet işine dört elle sarılan, ailesi
ve çevresi tarafından sevilen, ağırbaşlı biriydi. Bu ani ölümüne hiç kimse
anlam verememişti. Ama belliydi. Cevdet ölüme kurban gitmişti. Jandarma olay
yerine geldiğinde, detaylı inceleme için otopsi raporu istemişti. O rapora göre
Cevdet 2’si kafasına, 2’si göğsüne isabet eden 4 kör kurşunun kurbanı olmuştu. O
dönemde iş konusunda anlaşmazlığa düştüğü ve kendinden hiçbir iz bırakmadan
Cevdet’i öldüren şirketin ortağı yurtdışına çıkmış; yıllar sonra bile
yakalanamamıştı. Senelerce herkes, Cevdet’in sıradan bir trafik kazasına kurban
gittiğini biliyordu. Cemil dışında… Evin büyük oğlu Cemil, babasını çok
seviyordu. Bu olay bilhassa Cemil’i sarsmıştı. Çok büyük değildi yaşı. Kanı
hâlâ kaynıyordu. Hırs bürümüştü gözünü. Babasının kanını o temizlemek istiyordu.
Ama bunu yapamazdı. Daha önce de sabıkalı olduğundan bu intikamı da alırsa, ömrünü
cezaevinde geçirecekti. Bunu biliyordu Cemil. Bu yüzden intikamı kendisi
alamazdı. Bunu Selim yapacaktı. Cemil yakın iki arkadaşıyla oturup saatlerce
bunu planladı. Kim yapacaktı bu işi? “Babamın kanı yerde kalmayacak!” diye
söyleniyordu sürekli. Bu arada, bir diğer arkadaşı Cevdet’in ölümünü kendi
yöntemleriyle araştırıyordu. Nedenini bulmaya çalışıyordu. En sonunda Cemil’in
beklediği haber geldi. Babası saldırıya uğramış, öldürülmüştü. Cemil’in öfkesi
katbekat arttı. Bunu keza arkadaşları da hissediyordu. Cemil, düşündüğü bu
plana yakın arkadaşlarını da dahil etmişti. Arkadaşları da seviyordu Cevdet’i. Çok
yardımı dokunmuştu onlara. Bu olayı onlar da bir kenara atamazdı. En sonunda
onlar da planın altına imzalarını atmışlardı.
Arkadaşı
hemen bir iskemle çekti ve olayını şaşkınlığıyla, biraz da ürkekçe her şeyi
anlatmaya başladı: “Cemil, şimdi beni iyi dinle. Tam hissettiğimiz gibi. Cevdet
amcayı Bulgaristan’a giderken takip etmişler. Cevdet amca onları fark etmiş, ama
yoluna yine devam etmiş. O gerginlik ve panikle polisi, sizi ya da başkasını
aramak aklına gelmemiş olacak ki, haber verememiş. Cevdet amca hızlanarak
geldiği yöne geri dönmüş. Araç trafiğini görünce, farklı bir yola sapmış. Kamyonu
Behmut yakınlarındaki Samir Dağı eteğine doğru sürmüş. Yol çok kasisliymiş. Aracın
hızı azalmaya başlamış. Tam bu sırada, o adamlar…” Cemil, istemsizce araya
girdi ve “Kim, kim bu adamlar kardeşim? Babamın önüne çıkan katiller, caniler
kim? Kimin oğlu?” “
Yaklaşık
üç gün sonra Cemil, sabah erken uyandı. Ayaküstü bir şeyler atıştırdı. Ceketini
aldığı gibi evden çıktı. Osman da o esnada okula gitmek için yola koyuldu. Okul
yolu Samir Dağı çevresinden geçiyordu. Cemil arabayla takip etti küçük Osman’ı.
Osman okula gitti. Cemil onu çıkışa kadar bekledi. Çıkış vaktinde, Cemil
çocuğun yanına yaklaştı. Bugün onu eve kendisinin götüreceğini söyledi. Osman
ilk önce duraksadı; Cemil’in gözünün içine baktı ve “Hadi, gidelim!” dedi. Osman
Cemil’i tanıyordu. Bu yüzden geri çevirmedi onu. Arabaya bindiler ve Cemil, Samir
dağı eteğine geldi. Arabayı durdurdu. Arabadan indi ve arka kapıdan Osman’ı
kolundan tuttuğu gibi aşağıya indirdi. Osman, çok sakindi. Sessizdi. Bir şeyler
sezmişti onun gözüne bakarken. Ama bozuntuya vermedi hiç. Cemil onu sarsıyor, tokat
atıyor, konuşmasını, bağırmasını bekliyor. Osman’dan yine ses seda yok. Bir
farklılık vardı bu çocukta. Bu mütefavitlik hiç hayra alâmet değildi. Cemil
aldırmadı buna. Oracıkta yere yatırdı çocuğu. İlerdeki taş parçasını eline
aldı, Osman’ın kafasına attı. Bakamadı atarken. Kafasını diğer tarafa çevirdi. Sesi
zaten çıkmayan bu çocuğun ölüp ölmediğini ancak kulağını kalbine dayayınca
anladı. Çocuk ölmüştü. Cemil, yanında Selim’e ait ufak tefek parçalar getirmişti.
Onları etrafa bıraktıktan sonra, bir daha dönmemek üzere Behmut köyünü terk
etmişti. İki gün sonra da, Osman’ın ölü bedenini köylüler buldu. Jandarmaya
haber verildi. Tüm köy, Samir’in eteğinde toplandı. Tüm nişaneler Selim’i
gösteriyordu. Jandarma Komutanlığı’nın detaylı çalışması ile üç gün sonra
Selim’i evinden cebren alarak il dışındaki cezaevine götürdüler. Tüm köy büyük
şaşkınlık içinde Selim’e, her şeyden bihaber olan bu çocuğa, öfke ile
bakıyordu. Herkesin gözünde şahlanan masumiyet timsali Selim, o an yerle bir
olmuştu. Beddualar, dedikodular, çirkin iftiralar, küfürler Selim’i dayanılmaz
hale getiriyordu. Osman kara toprağa, Selim ise parmaklıklar ardına gidiyordu…
Osman’ın
ölümüyle köyde sıra dışı olaylar baş gösteriyordu. Nisan ayı olduğu halde, o
güne değin görülmemiş yağmur Behmut’u talan etmişti. Dereler taşmış, yollar
yarılmıştı. Doğa olayları bugünleri beklercesine tüm köyü etkisi altına
almıştı. Hiç kimse anlayamadı nedenini. Çevre köy ve illerden hocalar, hacılar,
dervişler, müritler, falcılar, büyücüler, üfürükçüler… Getirildi. Ancak hiçbiri
bu gizemi anlayamadı. En sonunda yaşlı bir kadın çıktı ve “Bunların medarı küçük
Osman’ın ölümüdür” dedi. Kısa bir sükûtun ardından herkes yaşlı kadına bakar. Kadın
devam eder. “Anlamadınız mı hâlâ? Osman ölmeden önce, böyle şeyler olmazdı. Ben
biliyordum… Bu çocuğun içinde bir şeyler olduğunu biliyordum. Alın… Görün işte.
Her şey açık. Hâlâ inkar mı edeceksiniz? “ diye tüm insanları sarsar. Kadın
haklıydı. Tüm hisleri intac etmişti. Osman keramet sahibiydi. Bunu yalnızca
annesi biliyordu. Herkes dönüp annesine baktı ve o da bunu doğruladı. Osman
herkesten farklı güçlere sahipti. Zamanı durdurabiliyor, Geri alabiliyor, nesneleri
müteharrik hale getirebiliyor, en önemlisi geleceği görebiliyordu. Peki, neden
ölümünü durduramamıştı? Herkes bunu merak ediyordu. Ama bunu en iyi Osman
açıklardı. Eğer yaşasaydı… Osman’ın ölümü, yalnızca doğa olaylarıyla
bitmiyordu. Köyde herkes birbirine düşmanca davranıyordu, nefret kusuyorlardı
adeta. Köylüler ise, Osman”a kıyanı bulup öldürmedikçe bu olayların devam
edeceğini düşünüyorlardı. Bu sebepten sadece Selim’in cezaevinden çıkmasını
dört gözle bekliyorlardı.
“Muvakkat bir beraat…”
Yıllarını
hapishanede geçirerek ruhen ma’dum olan Selim, Cemil’in içeri gönderdiği
arkadaşlarıyla dost olmuştu. Cemil’in istediği gibi Selim’in aklına girip Aran
köyünden Toprak ailesinin, çocuğu öldürüp suçu onun üzerine attıklarını
anlatmış ve ikna etmişlerdi. Selim ise, yeni bir bedene bürünerek öfke ve
atalet içinde sabırsızlıkla oradan çıkmak istiyordu. Yıllar sonra gelen annesi,
ona intikam gücü vermişti. Son duruşmada, babasının eski bir arkadaşı olan
avukat, kuvvetli delillerle hakim karşısına çıkmış ve hakim, Selim’in beraatine
karar vermişti. Selim için bugün, paha biçilemez bir gündü. İntikamın
inkişafını tüm bedeninde, ruhunda hisseden Selim, aynı dakika içinde eşyalarını
alıp kader arkadaşlarıyla helâlleşerek özgürlüğe yürüdü. Selim hiç vakit
kaybetmeden, köyün yolunu tuttu. Eve geldi. Gelirken hiç kimseye görünmemeye
çalıştı. Öyle de oldu. İlk gün kimse onu görmemişti. Ertesi gün, cezaevindeki
arkadaşının verdiği adresin yolunu tuttu. Aran köyüne doğru hareket etti. Oraya
vardığında, birkaç kişiye Toprak ailesinin ev adresini sordu. Tüm köy
tarafından tanınan ailenin adresini pek az kişi biliyordu. Girişteki
kahvehaneye uğradı. Oradan da, iki üç kişiye sordu. Adresi bilen bir adam, evi
ona tarif etti. Nedenini sorunca, “Eski bir tanıdık, ziyarete geldim de…” diye
cevap verdi. Eve gitti. Elindeki çantadan iki silah çıkardı. Arka ceplerine
sakladı. Kapının önüne geldi. Zili çaldı. Genç bir kadının kapıyı açmasıyla, Selim’in
silahları çıkarıp evin her tarafını taraması bir oldu. Gözünü kırmadan önüne
geleni öldürüyordu. Babasının katili amca çocukları da oradaydı. Tanıdı onları.
Arkadaşları tarif etmişti içerdeyken. Bilhassa gözü de onları arıyordu. Görür
görmez ikisini de vurdu. 3’ü çocuk toplam 7 kişiyi öldürmüştü oracıkta. İçindeki
canavar Selim’i yönetiyordu adeta. Farklı bir yaratığa bürünmüştü. Gözlerinden
şedid bir nefret akıyordu. Terör estiriyordu. Geldiği gibi işini bitirdi ve döndü.
Köye gitti. “Osman’ın intikamını aldım. Gecelerce bana uykuyu unutturan bu
laneti temizledim. Bitirdim işlerini. Şimdi ne olursa olsun…” diye söyledi içinden. Behmut’a, eve döndü. Annesine
anlattı her şeyi. Annesi de ona, Osman’ın ölümünü ve onun cezaevine girdikten
sonra, köyün bir daha eski haline gelmediğini anlattı. Selim, şaşkınlığını
gizleyemedi. Annesi, çocuğun kerametli olduğunu söyledi: Selim, hayretler
içinde kaldı. Belirli zaman aralıklarıyla gördüğü rüyayı anlattı annesine. Rüyasında
Osman’ı görmüştü. Selim’e sürekli “Üzülme… Sabret. Çıkacaksın oradan… Çıkacaksın…”
diyordu. Uzun süre aralarına derin bir sessizlik girdi. İkisi de düşünüyordu. Neden
bu hale geldiklerini düşünüyorlardı.
Cemil
ise yıllardır bihaber olduğu köyünün başına gelenleri bilmiyordu. Arkadaşları
durumu anlatınca, köye dönmeye karar verdi. İşlerin daha da karışacağını göze
alarak Behmut’a geri döndü Cemil. Eve geldi. Senelerce görmediği annesine
sarıldı. Selim onu, o da Selim’i tanıyamadı. Annesi tanıştırdı onları. Hasret
giderdiler. Küçükken birbirinden apayrı olan bu iki kardeş, şimdi çok yakındı. İkisinin
de eli kanlı, ikisi de masum değildi artık. Çok benziyorlardı. Cemil öğrenmişti
babasının intikamını aldığını. Esefli bir sürur kaplamıştı içini.
Biraz
sonra dışarıda bir gürültü… Herkes koşuyor, bağırıyor, ağlıyordu. Selim ve
Cemil dışarı çıktı. Geçenlere sordular: “Ne oluyor, neden herkes ağlıyor, nereye
gidiyorsunuz?” “Samir’in yanındaki kayalıktan kan akıyormuş! Kimin kanı belli
değil. Koşun… Koşun! Allah’ım! Sen yardım et…!” İki kardeş birbirine baktı ve
vakit kaybetmeden kalabalığın arasına onlar da katıldı… Dağa doğru hızlı hızlı
koşmaya başladılar. Dağa vardıklarında adamın söylediği gibi kayalıktan, nereden
geldiği belirsiz kan akıyordu. Herkes büyük bir korkuya kapıldı. Cemil de öyle.
Kendi kendine konuşmaya başladı: “Burası Osman’ı öldürdüğüm yer, bu taş
kafasını ezdiğim taş… Şimdi bu da ne böyle? Neler oluyor?” Selim araya girerek:
“Ne diyorsun sen Cemil? Kendine gel… Ne taşı, ne öldürmesi, ne Osman’ı…?”
Cemil, korkunç bir şok halinde ne yapacağını bilmeden öylece kalmıştı. Hareket
etmiyordu…
Bu
kan Cemil’in kanıydı. Cemil’in ayakkabısı kan içinde kalmıştı. Ama o
kıpırdamıyordu bile. Beyninde şimşekler çakıyor, bedenini hissetmiyordu. Meyyit
gibiydi. Osman onu yanına çağırıyordu. Gidecekti yanına. Karar verdi. Tüm
Behmut halkını topladı. Kayanın üstüne çıktı ve Osman’ı kendisinin öldürdüğünü
itiraf etti. Bu geç kalmış bir itiraftı. Dahice olan planını ve çok pişman
olduğunu anlattı. Babasının intikamını Toprak ailesinden alarak ona olan
borcunu ödeyecekti. Cemil, Selim’in yüzüne bakamıyordu. Masumiyetin
yeryüzündeki tecellisi olan kardeşini, korkunç bir yaratığa dönüştürdüğünü
göremiyordu. Selim’e atılan iftira sonrası insanlarda oluşan kin, öfke ve
nefret duyguları şimdi Cemil’de bir araya geliyordu. Cemil, gözünü etrafa
gezdirdi. Taş parçası arıyordu. Eline aldı bir tane. Selim’e uzattı. “Al Selim…
Osman’a kıydığım gibi kıy bana. Seni bu hale ben getirdim. Seni insanlıktan
çıkaran benim. Al şu taşı… Vur diyorum sana. Vursana… Hadi! Ne duruyorsun? Hadi…
Hadi!...” Selim eline taşı aldı. Annesi Leyla’ya baktı. Kadın yere dizlerinin
üstüne çöktü. Ağır geliyordu artık taşıdıkları. Ağlamıyordu. Yıllardır
kurumuştu gözyaşları. Elem ve acılarla dolu hayatı onu artık ağlatmıyordu. Oturduğu
yerde Selim’i izliyordu. Ne yapacağını merak ediyordu. Selim, hızla koştu
Cemil’e. Elindeki taşı yere attı. Aynı eliyle Cemil’e vurdu. Tekrar vurdu. Tekrar
vurdu. Yorulana kadar vurdu. Cemil elini hiç kaldırmadı. Selim vurdukça Cemil
rahatlıyordu sanki. Bedenindeki acı, ruhundaki yaralara merhem olabilir miydi
Cemil’in? Cemil, bastırabilir miydi henüz kanamayan yarasını? Asıl acı şimdi
başlıyordu. Selim, şimdi Cemil’in açık kalan yarasına tuz basıyordu…
“Karar…”
Osman’ın
ahı, Behmut’un bedduası iki kardeşi dipsiz karanlığa sürüklemişti. Kin ve
nefretin, saflığı ve temizliği alıp götürdüğü Selim, hayatını esef ve
pişmanlıklarla dolduran iflah olmaz Cemil artık hiç ayrılmayacaklardı. Aralarına
asker girmiş, elleri kelepçeli olan iki kardeş şimdi hesap vermek ve
sorgulanmak üzere hakim karşısına çıkıyorlardı. İçerde geçirecekleri vakitlerde
en büyük mahkemeyi vicdanları kuracaktı. Ve ömürleri boyunca her an ona hesap
vereceklerdi. Mahkeme salonunda, hakim karşısında, elleri kelepçeli, asker
korumasında tokmak masaya vuruluyordu: “Sanıkların adam öldürmek, kaçak
yaşamak, bir köyün maddi manevi zeval olmasına sebep olmak suçuyla müebbet
hapis cezasına çarptırılmalarına “karar” verilmiştir…”
Merve
ÖNEY
Mehmet
Akif Nuhoğlu Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
12/A
sınıf öğrencisi