Sevda Uğruna
Sabiha Ateş Alpat’ın "Sevda Uğruna" romanı, 28 Şubat günlerini Mekke’ye ve Asr-ı Saadet’e bağlıyor... 29.09.2012 15:24
Bir roman niçin yazılır?
Kimlere yazılır?
Yazarın zihninde, hayalinde canlandırdığı, kurguladığı konu, olay ve olguları okuyucuya hikâyemsi yazı diliyle uzunca sunmasıdır, denilebilir kısaca roman nedir diye sorulduğunda. Yazar, öyle bir anlatışla aktarır ki hayalindekileri, okuyucuyu meraklı bir mecraya sürürler. Hikâyeler gibi değildir roman, daha uzunca yazılır. Bu topraklarda, meramını roman yazarak anlatma ülküsünde olan müstesna güzel insanlardan birisi de Sabiha Ateş Alpat’tır. Şimdiye kadar biri deneme, onbiri roman olmak suretiyle toplam oniki kitaba imza atmıştır yazar.
Bütün eserlerinde edebiyattan ziyade, ebediyetin derdini, kaygısını, sevdasını taşımaktadır Alpat. Okuyanlar edebî yönden eleştiri kıskacına alabilirler yazarı; onlar eleştirilerini sunadururken, biz diğer yandan yazarın şu sözünü dikkate alarak okumaya devam edelim kendisini: “Süslü cümleler kurmayı değil, köklü sevdamı içimden geldiğince yazmayı yeğlerim.” Roman sahasında çok kalem eskitmiş birisi olan Emine Şenlikoğlu’nun eserlerinde de aynı vakayı görebiliyoruz. Gaye, davadır bu dertli insanlarda, anladığımız bu.
Tabi zehrin müsebbibi yazar değil, yaşanılanlardı
Fıtratımın öngördüğü yönde bilinçlenmeye henüz başladığım günlerden bugüne, Müslüman kalemlerin mürekkeplerinden süzülen çok sayıda roman okudum, okuyorum. Emine Şenlikoğlu’nun Hristiyan Gülü romanına kadar, Hristiyan Gülü de dâhil, bütün roman türü eserlerini okumuşluğum var. İkibin yılında Erzincan şehrinde dershaneye gittiğim günlerde, Doğu Anadolu’nun bu şirin vilayetinin anılmaya değer güzide mekânlarından birisi olan Meşale Kitap Kültür Merkezi (MKKM)’nde Ravza Yayınları’nın romanları yeni yeni raflardaki yerlerini almaya başlamıştı.
Nehir Aydın Gökduman’ın bütün romanlarını aralıksız ve soluksuz olarak okuduğumu bugün gibi hatırlıyorum; özellikle de Güller Ağlar Ülkemde ve Düşler Ümitler ve Yarınlar dimağımda tazeliğini koruyor hâlâ. Yine Sadullah Aydın’ın Büyük İmam’ı konu edinen eseri Ölüme Gülümseyen Adam, Yusuf Sezgin’in Güneşin Doğduğu Yer, Aysel Turan’ın Ölmesini Bilenler, Mehmet Beyhan’ın Sabır Dağı, Muhacir Müslim Nurullah (Adem Saraç)’ın Dalından Koparılan Çiçek ve Ayrıldıkça Kavuşanlar isimli romanları okumaya doyum olmayan romanlardı. (Tabi MKKM’nin sahipleri olan iki güzel Müslüman İbrahim Turan ve Selami Doğan ağabeyler şimdi esnaflık yolunda ilerliyor ve Meşale’nin yerinde ise, ‘yeller esiyor’ demek eksik olur ama, ben daha kibarca iş yerleri esiyor diyeyim.)
Sonra takvimler ikibinüç yılı Temmuz ayının günlerini yaprak yaprak sayarken, ben Kayseri’de Mehmed Göktaş Hocanın Okyanus Kültür Merkezi isimli kitapevinde çalışır vaziyette buluyorum kendimi. Genelde sabahları erkenden gelir, ben açardım dükkânı ve müşteri ıssızlığından istifade hemen yanıbaşımdaki raflardan Sabiha Ateş Alpat romanlarına uzanırdım. İlk Sarsılmadan Uyanmak’ı okumuştum. Yazar sarsılmamayı önerirken, hücrelerimde alabildiğine bir sarsıntı hasıl olmuştu. Sarsılmadan Uyanmak’ı Ölüm Çiçekleri, Kardeş Kurşunu ve Ana Yüreği izlemişti. Lezzetine doyum olmuyordu bu kitapların. Sanki yazar, cümlelerine bal tadı zerk etmişti...
Lakin eserlerde konu edinilen acı olaylar o bal tadını zehre dönüştürebiliyordu zaman zaman. Tabi zehrin müsebbibi yazar değil, yaşanılanlardı. (Romanlarının her birinde bilinç aşılama amacında olan yazar, tevhidî bir anlam ve yaşam dünyası kurmayı hedef edinmiştir.) Zaman ilerledikçe yazarın yeni çıkan kitaplarını takip ettim ve alır almaz da soluksuz okumaya koyuldum. Zamanın Zeynebi’nde duygularım öyle bir hale gelmişti ki, heyecanım tavan yapmıştı. “Modern zamanlarda mümine bir insan ancak böyle ayakta durabilir, yol alabilir” dedirtmişti bana.
Hidayeti buldular, tamam ama ya sonra?
Çokça roman sahifesi çevirmiş birisi olarak içimde bir uhde vardı: Dindar yazarların romanlarındaki genel atmosfer şöyledir: Kahramanlarımız önceki rezil ve sefih hayatlarından tevbe ederek sıyrılır ve hidayet güneşiyle hayatlarına yeni bir pencere açarlar. Ve bu minval üzere mutlu-huzurlu olarak giderken ya roman biter ya da ölüm gelip bulur onları. “Acaba”, diyordum, “romancılarımız eserlerinde hidayet yoluna koyularak şeref bulmuş kahramanlarının bu hal üzere nasıl devam ettiklerini, zorluklara, güçlüklere ve musibetlere karşı nasıl sabır-direnç gösterdiklerini neden yazmazlar, yazamazlar?” Yani buldukları, buluştukları hidayet kaynağıyla nasıl hayata devam edilir, ne badireler atlatılır, zulümlere nasıl göğüs gerilir, dava yolunda dökülme tehlikesine karşı nasıl amansız mücadele verilir vs. bunları yazmama, yazamama sebepleri nedir?
İşte, Beka Yayınları’ndan çıkan Sevda Uğruna isimli taze romanında Sabiha Ateş Alpat, benim bu sorularıma nisbeten cevaplar vermiş. Eserde, 28 Şubat günlerini gündemleştirme, unutturmama, hafızalarda tazeliğini koruma amacının güdüldüğünü, okumaya başlandığında farketmek hiç de güç değil. Yoğun bir Mekke havası soluyorsunuz sayfalara daldıkça. Yaşadıkları her olayın, işledikleri her konunun Allah’ın Rasulünün Mekke dönemiyle özdeş kılındığını görüyorsunuz. Kendinizi, bazan Bilal misali kızgın çöl kumlarına yatırılmış halde koca kayaları göğsünüzde taşırken, bazan Yasir ailesi gibi işkence ve acı sofrasında, bazan Habbab gibi vücudunuzun demirlerle dağlandığı melanet ortamlarında buluyorsunuz.
O kadar çok Erkam’ın evine girip çıkıyorsunuz ki, sizin ashab-ı kiramdan ayrı seçilecek yanınız kalmıyor. Rasulullah’ın dizinin dibinde, gözünün önündesiniz çoğu kere. Roman kahramanları kendilerini yoğunlukla Mekke dersinde/derdinde görürler. Belki de okuyanını bu kadar sıklıkla Mekke’ye götüren, Mekke dönemini yaşatan, sokaklarında usulca süzdüren başka bir roman yok diyebiliriz. Asr-ı rezaletten Asr-ı Saadet’e uzanan bir köprü görevi üstlenmiş bu eser.
28 Şubat rüzgârı romanın içinde de sertçe esiyor
Sevda Uğruna romanında, kahramanların üretilmiş şahsiyetler olmaktan ziyade, hayatın içinden seçilmiş olmaları dikkat çekici. Hayatın içinden olmakla beraber, kelimenin tam manasıyla, kadınıyla ve erkeğiyle, hepsi birer dava adamıdırlar. Zor zamanların insanı nasıl olunurmuş, bunu işliyor yazar karakterleri vasıtasıyla.
Yine yazar Sabiha Ateş Alpat, okuyanların üzerinde, roman karakterlerinin şahsında tevhidî havalar estirme derdindedir. Karakterlerin söz ve fiillerini oluştururken ve vahyi baz alarak hayat sürme profilini yerleştirmeye çalışırken ayet ve hadislerden yararlanmakta asla cimri davranmıyor. Yer yer Mekkî surelerin bazılarının tamamının mealinin paylaşıldığını görüyorsunuz. Şahısların, kendilerini ayetlerle diriltme iştiyakını roman boyunca diri tutmayı başarmalarından olacak ki, uzun uzun ayetlerin tamamını okumaktan kesinlikle sıkılmıyorsunuz. Zaten ayetlerde romanı, romanda da ayetleri buluyorsunuz, denebilir.
28 Şubat rüzgârının dalga dalga ve sert sert esmeye başladığı günlerin alevini iliklerine kadar hisseden ve o kara-ayaz günleri bizzat yaşayan yazar Alpat, bunu eserinde aynıyla işlemiş ve roman kişilerini olayların tam ortasına sürüklemiştir. Onlar, kıyıda- köşede pinekleyenlerden değil; bilakis kavganın ve davanın tam orta yerinde, mücadele saflarının en önlerinde yılmak ve yorulmaksızın yol alma sevdasındadırlar. Sevda uğruna canlarını sunmayı seve seve göze almışlardır. Zorlu ve sıkıntılı geçen günlerde ders halkalarını asla feshetmemişler, birbirleriyle irtibatı hiç koparmamışlar. Kahramanlar, birlikten dirlik doğacağını ve böylece hakikî ümmet olunacağını an be an hatırlatıyorlar unutmaya yüz tutmuş silik ve sinik beyinlere ve zihinlere.
Mühim ve diri hatırlatmalar, fikirler, ilkeler va’z eden bir roman çalışması
Bu eseri çok beklemiştik yazarımızdan. Laf olsun diye söylemedim bunu ki bu bir Müslüman yakışan tavır değildir, gerçekten beklediğimize çok ama çok değdi. Sevdasını alnının çatına yazanlara ve yazması gerekenlere ya da yazdığını kabul edenlere mühim ve diri hatırlatmalar, fikirler, ilkeler va’z eden bu roman çalışması; İslam davasını ve sevdasını unutup terk edenlere, derinlerden yükselen “şefkat tokadı” niteliği taşımaktadır. “Adam, roman değil mi alt tarafı işte?” kayıtsızlığına, çatış kaşlarımızı hafifçe yumuşatarak “yok öyle değil işte!” cevabını vermekle yükümlü tutuyoruz kendimizi.
Romanın içeriği, ne benim anlattıklarımla sınırlı, ne de tamamen sözlerimden arîdir. Kadim bir okuyucusu olarak yazarımızdan bulunacağım bir istirhamımla ki bulunma hakkını üzerimde görüyorum, sözlerimin sonunu getireyim: “Bizi kaleminin tadından daha fazla mahrum bırakmasın.” Selam ve hürmetlerimi sunarak eksik olmasınlar; hep ama hep ‘fazla olsunlar’ diyorum.
Fatih Pala / DÜNYA BİZİM