Metin AKTAŞ'ın
İnsanı dine kurban etme düşüncesinde olanlardan uzak duracaksın ki Allah’a yaklaşabilesin. İnsan değil midir ki özgürlüğü kısıtlandığı için cenneti terk etmiştir.” (Kitaptan, s.79) 08.08.2012 05:43
Ayşe Apo
İnsanı dine kurban etme düşüncesinde olanlardan uzak duracaksın ki Allah’a yaklaşabilesin. İnsan değil midir ki özgürlüğü kısıtlandığı için cenneti terk etmiştir.” (Kitaptan, s.79)
Mahmut Semen’le 22 Mayıs 2011 tarihinde, 2. Diyarbakır TÜYAP Kitap Fuarı’nda kitaplarımı imzalarken tanıştım. Benimle aynı stantta kitaplarını imzalıyordu. Hayat dolu, gözleri pırıl pırıl ışıldayan bir insandı. Daha ilk tanışmada üzerimde olumlu etki bıraktı. Ayşe Apo-Dağdan İnenler ve Gençlik Köprüsü adlı iki kitabı yayınlanmış bir yazardı. Doğrusu ben yazarın her iki kitabını da okumamıştım, yazar hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim. Ayşe Apo-Dağdan İnenler kitabını okuduğumda yazarın dini hassasiyetleri güçlü bir insan olduğunu öğrendim. Bu benim daha da ilgimi çekti. Hayata, yaşadığımız toplumsal olaylara farklı bir pencereden bakan, bölgede yaşayan bir yazarın düşünceleri benim için çok önemliydi. Ayşe Apo-Dağdan İnenler kitabını okuduğumda, devletin resmi din anlayışını bir papağan gibi tekrarlayan dindarlardan olmadığını, sorgulayan bir insan olduğunu gördüm. 119 sayfalık küçük bir kitaba çok şey sığdırmış yazar. Bugün tartışmasız doğruymuş gibi kabul edilen birçok şeyi cesaretle sorgulayarak gerçeği aramaya başlar yazar. Doğru olan da bu değil mi?
Kişi olarak, ister sol ister sağ düşünceden olsun, sorgulamadan resmi olana itaat eden insanları dikkate almam. Farklı kulvarda olsa da, resmi olanı, tabu olanı eleştirmeye, sorgulamaya cesaret eden insanlara saygı duyarım. Mahmut Semen de bu insanlardan biri. Birçok inananın diline almaya cesaret edemeyeceği tabuyu sorgular. 119 sayfalık kitabında Hakkâri’de son otuz yıldır yaşanan iç savaşın insan yaşamı üzerinde yarattığı tahribatı ve dinin, gelenek- göreneklerin insan yaşamı üzerindeki etkilerini anlatmaya çalışır, bize yazar; can alıcı noktaları iyi yakalamış doğrusu. Üniversite sınavlarında hile yapıldığı, kopya çekildiği söylenen Hakkâri ilinde bir gazete, hileyi ve kopyayı belgelemek için Hakkâri doğumlu bir gazetecisini sınava sokar. Trajikomik bir olay yaşanmaktadır. Sınavda hile yapıldığı söylenen Hakkâri ili sınavda Türkiye sonuncusudur. Sınavda Türkiye sonuncusu olan, sınava girenlerin büyük çoğunluğunun sıfır çektiği kentte yapılan usulsüzlükleri yerinde belgelemek için Hakkâri’ye giden gazetecinin öyküsü içerisinde yeni acı bir öykü başlar. Hem güleceğimiz hem acıyla kıvranacağımız öyküler okuyacak, Hakkâri ilinde yaşananlar hakkında bilgi sahibi olacaksınız.
Hele de kitaba adını veren “Ayşe Apo” öyküsü gerçekten çok acı; acı olduğu gibi çok da düşündürücü. Okul olmadığı için tek kelime Türkçe bilmeyen, Hakkâri’nin bir dağ köyünde açılan okula giden öğrenciye “Adın nedir?” diye soran öğretmenin annesinin adını sorduğunu düşünerek “Ayşe” diyen ve adı Abdurrahman (Apo) olan bir çocuğun yaşadıklarını ve bölgenin feodal yaşam tarzını, gelenek-göreneklerini anlatır.
Ben size öyküyü anlatmayacağım ama kitaba “Dağdan İnenler” adını veren öyküyü anlatmak isterim. Çünkü çok önemsediğim bir öykü. İmam Gazali’nin bir kitabından alındığı söylenen öykü özetle şöyle: Bir dergâhta okuyan iki kardeşi günün birinde hocaları yanına çağırarak, artık onlara vereceği bir bilgisinin olmadığını, her ikisinin veli mertebesine ulaştığını, dergâhtan ayrılıp kendilerine bir hayat kurmalarını söyler. Dergâhtan ayrılan iki kardeşten biri bir dağ köyüne yerleşerek hayvancılık yapmaya, diğeri Hakkâri kentine yerleşir. Kente yerleşen kardeş, bir mesleği olmadığı için derme-çatma bir kulübede ayakkabı tamirciliği yapmaya başlar. Aradan uzun yıllar geçer, dağda köye yerleşen kardeş keramet zuhur etmeye başlar. Bir gün Hakkâri’de yaşayan kardeşi aklına gelir. Acaba ne haldedir? Hala eski itikadını koruyor mu, yoksa hak yolundan sapmış mıdır? Bu sorularının cevabını öğrenmek için Hakkâri’ye gitmeye karar verir. Bu yolculuğa çıkarken, ulaştığı mertebeyi kardeşine göstermek için koyunyününden örülmüş bir fileye süt doldurarak yola çıkar. Filedeki süt, görünmez camdan bir kavanozda duruyormuş gibi dökülmeden duruyormuş; bir damla süt bile damlamıyormuş. Şehirde ayakkabıcılık yapan kardeşine, köyde yaşayan kardeşinin kendisini görmek için yola çıktığı ayan olmuş. O da yünden yapılmış bir fileyi soğuk suyla doldurarak, ayakkabı barakasının duvarına çakılmış bir çiviye asar. İki kardeş buluştuğunda köyden gelen kardeş hikmetlerini kardeşine göstermek için içerisinde süt duran fileyi kardeşine uzatır. Fileyi alıp biraz süt içerek fileyi duvara asar, içerisine soğuk su koyduğu fileyi köyden gelmiş kardeşine verir. Köyden gelen kardeş soğuk suyu içince, fileyi kardeşinin içerisinde süt olan filesinin yanına asar. Derken dükkâna ayakkabılarını tamir etmek isteyen çok güzel bir kadın girer. Dükkâna kadın girince, köyden gelen kardeşin içerisinde süt olan duvara çakılı çiviye asılı filesinden süt damlamaya başlar. Sonra başka güzel bir kadın gelince filedeki bütün süt dökülür. Köyden gelen kardeş bakarken bozulmaktadır, filesini alıp geri köye döner… Öykü böyle.
Bu öyküyü anlatan yazar, burada bize bir soru sorar. Biz kendi nefsimizi mi, yoksa başka insanları mı kontrol edeceğiz? İşte can alıcı nokta burası! Ramazan orucunda açlığa dayanmayarak kentte yaşayan bütün insanları oruç tutmaya zorlayan insanların kendilerine sormaları gerek soru bu işte! Bu soruya benim vereceğim cevabı biliyorsunuz. Ama İslami kesimde bir yazarın verdiği cevap benim için çok önemli. Bakın yazar ne cevap verir bu soruya: “Bizim zamanımızda dağdan gelen kardeşlerimiz oldu. Hikayede olduğu gibi daha ilk dakikalarda bütün sütleri boşaldı. Ama buna rağmen şehirde kalmak, dağa gitmemek için çok direndiler. Baş göz üstüne, gitmeyin dedik. Ama bunların sütü her neyin karşısında akmaya başladıysa oraya HARAMDAN bir duvar ördüler. Sütleri camilerde akmaya başlayınca camileri kendilerine haram kılmaya başlayacaklarına kadınlara HARAM kıldılar. Çarşıda gördükleri bir bayan yüzünden sütü akınca kadınları poşetleme/çarşaflama yoluna gittiler. Hatta çarşıyı kadınlara haram kılarak ‘oturun evinizde’ dediler. Peygamberin eşlerine ‘siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz’ diye gelen özel emirleri kendi kadınlarına da gelmiş gibi hemen uyguladılar. Eşlerini peygamberin eşleriyle bir tutmaya kalkıştılar, ama kendileri peygamber gibi olmak bir yana, peygamberin torunlarını şehit etme becerisini gösterdiler. Güzel bir kadının sesi karşısında sütleri akınca bayanın sesini haram kıldılar. Kadınlara tarih boyunca adeta tek taraflı Takriri Sükun Yasası’nı uyguladılar. Anlayacağınız her sütleri akmaya başladığında yerde haramdan duvarlar inşa edildi. Bugün o duvarlar o kadar çoğalmıştır ki gençliğimizi çepeçevre kuşatmıştır. Adeta nefessiz bırakmıştır. İnsanlarımız dindardır, ancak bu duvarlar onları nefessiz bırakmış, boğulma ile karşı karşıya kalmışlardır.” (s.73)
Kitap, İslami kesimde bir yazarın kendi yaşam tarzına tuttuğu bir aynadır. Biliyorum, bu aynada kendi yüzlerini görecek olan birçok insan ürkecek, rahatsız olacaktır, ama birilerinin yüzümüze ayna tutması gerekiyordu. Ayrıca yazar bu kitabında ağır baskılar altında ezilen kadınlarımızın hayatını anlatırken toplumun bütün kesimlerinin bu baskıları nasıl özümsediklerini, kanıksadıklarını, toplumsal gelişmelerin önünde engel olmuş gelenek- görenek ve törelerin, inançların insan yaşamını nasıl olumsuz etkilediğini gözlerimizin önüne serer.
Yazar, ülkemizde devletin asimilasyoncu, ırkçı ideolojisinin inançları nasıl bozduğunu, inançları nasıl kendi hizmetine sunmaya kalktığını anlatır. İşte son günlerde devletin resmi ideolojisini savunan, kirli savaşın devamını isteyen imamlara karşı inananların geliştirdiği alternatif Cuma hareketi bu damarın bir ürünü. Yazımı bitirmeden önce, bu kitabı, hayata İslami bir gözle bakan bir yazarın gözüyle hayatı görmek, tanımak isteyen her insanın okumasını isterim.
“Siz her ne kadar Müslüman medyada olursanız olun söz konusu Kürtler ise netice aynı.”
“Yanılıyorsunuz. Müslümanlar kardeştir şiarıyla hareket ediyoruz. Dünyanın neresinde bir Müslüman’ın ayağına diken batsa biz acısını yüreğimizde hissediyoruz.”
“Doğrudur, ne yazık ki bu acı Kürtler söz konusu olunca hissedilmiyor. Bir şehrin bütün canlıları kimyasal gazlarla yok edilirken sizin yüreğiniz acımaz, bir çocuğun canlı yayında kolları kırdırılınca da siz görmezsiniz. Şunu anlamış bulunmaktayım ki sizin ırkınızdan olan bir firavunu, Kürtlerin soyundan olan bir veliye değişmezsiniz. Müslümanların kardeş olmaları bir palavradan ibarettir.” (s.67)
Cuma, 10 Haziran 2011 21:39
“AYŞE APO - DAĞDAN
İNENLER”
Metin AKTAŞ