“Bu bölücülüktür, terör örgütünün değirmenine su
taşımaktır, Büyük Kürdistan hayallerine gaz vermektir” diyerek suçlamadan önce,
öfkemizi gemleyip bir an düşünelim. Bir zamanlar Babıâli’nin “amiral gemisi”,
hâlâ da en etkili, en yaygın gazetelerimizden birinin 65 yıllık başlık altı
sloganını hatırlayalım: “Türkiye Türklerindir”. Türkler olarak kaçımız
sorguladık, kaçımız yadırgadık buram buram ırkçı şovenizm kokan bu ayrımcı,
dışlayıcı, ötekileştirici sloganı? Üstelik Türkiye, üzerinde yaşayan kişilerin
ve halkların homojen olmadıkları, Türklerden ibaret olmayan, çok etnili, çok
dilli, çok dinli bir coğrafya olduğu halde, ülkeyi Türk unsurlara ait saymakta
beis görmedik. Peki “Kürdistan Kürtlerindir” deyince neden irkiliyoruz?
Halklar çoğunlukla üzerinde yüzlerce, binlerce
yıldır yaşadıkları coğrafyanın adıyla anılırlar. Bunun tersi de doğrudur, kadîm
halk anayurdu olan topraklara adını verir. Türkistan Türkmenlerin, Özbekistan
Özbeklerin, Kırgızistan Kırgız halkının, Tacikistan Taciklerin yurdudur. Farklı
etnik, dilsel, kültürel grupların aynı ülkenin farklı bölgelerinde
yoğunlaştıkları yerlerde de böyledir: Örnekse; Büyük Britanya’nın Wales
(Galler) bölgesi Welsh’lerindir, İrlanda İrlandalıların, Fransa’nın Bretagne
bölgesi Brötonların, İspanya’da Bask bölgesi Baskların, Katalonya Katalonların,
Hırvatistan Hırvatların, Bosna Boşnakların, Moğolistan Moğolların, vb, vb.
ülkesidir.
Konu siyasî, ideolojik, stratejik, diplomatik
yüklerinden arındırıldığında “Kürdistan Kürtlerindir, Kürtlerin yurdudur”
demek, denizler balıklarındır demek kadar sorunsuz, doğal ve de doğrudur.
Korku ecele mâni değil
Korku ecele mâni değildir. Ya da, az yaşa çok
yaşa, âkibet gelir başa. Bir halk; ‘kendisi için halk’ olma (kendi kimliğinin
ve haklarının bilincine varma) aşamasına geldiğinde, uygun koşullarda,
uluslaşma sürecine girer. Hele de belli bir coğrafi bölgede yoğunlaşmışsa,
zaman ve mekân koşullarının elverişli olması halinde bağımsız bir ulusal
oluşuma evrilir. Günümüz dünya ve bölge dengelerinde epeyce güç ve anakronik (
çağın gidişatına aykırı) görünse de bir ulus devlet kuruluşu teorik olarak
mümkündür. Ve bence, o halkın hakkıdır.
Tek bölgede dört ülkeye dağılmış Kürt halkı on
yıllardır zorlu, acılı bir uluslaşma süreci yaşıyor. Birinci dünya savaşı
sonrasında İngiltere’nin başını çektiği emperyalist güçler tarafından harita
üzerinde cetvelle çizilmiş Ortadoğu sınırlarının dörde böldüğü Kürtler, 21.
yüzyılın yeni dünyasında kendi bölgeleri Kürdistan’da özerk bir yapı
oluşturmanın hayalini kuruyor, hayalini kurmakla yetinmeyip adımlarını atıyorlar.
Dağıtıldıkları dört ulus devlet sınırları içinde bu kadar baskı görmeselerdi,
asimilasyona, ayrımcılığa, katliama, zulme uğramasalardı bağımsız bir devlet
arayışı gündeme gelmeyebilirdi. Ama böyle olmadı, olamadı. Bölgede kısa sürede
bitmeyeceği anlaşılan altüstlüklerin, iç savaşın, dış müdahalelerin, mezhep
çatışmalarının toz dumanı arasında Kürtler özerk Kürdistan oluşumuna doğru
yürüyorlar. Yok sayılmış kimlikleriyle birlikte daha düne kadar adını anmanın
dahi suç sayıldığı Kürdistan’ı -şimdilik dört parça kalsa da- kurmaya
çalışıyorlar.
Doğrudur, yanlıştır, ulus devletler çağı sonuna
gelmiştir, bölgedeki ve dünyadaki siyasî dengeler elverişlidir, değildir,
sonuçları iyi olacaktır, kötü olacaktır; hepsi tartışılabilir. Tartışılmaz olan
bütün halklar gibi Kürtlerin de kendi yurtlarında bağımsız yaşama haklarının
varlığıdır. Bağımsızlık savaşından çıkarak ulus devlet kurmuş, sağıyla soluyla
“ulusal bağımsızlık” kavramını en azından lafta fetişleştirmiş bir ülkede
Kürtlerin özerkleşme, bağımsız Kürdistan’ı hayal etme çabalarına karşı sağdan soldan,
iktidardan muhalefetten yükselen sert ve savaşçı tepkiler üzerinde düşünmeye
değer. Hele de antiemperyalist bağımsızlıkçı söylemi 60-70 yıl öncesinin
ezberiyle tekrarlayıp duran ulusalcı solun; Kürtlerin özerklik, bağımsızlık
istemleri karşısında kırmızı görmüş boğaya dönmesi, Türk-İslam sentezcisi
milliyetçi sağ ve AKP çizgisinde buluşması başlı başına bir siyasal ironidir.
Ne var ki tarihin akışı bu türden tepkilere pabuç
bırakmıyor. Hele de güç dengelerinin alt üst olduğu, dünyanın birkaç yüzyılda
bir yaşanan büyük dönüşüm süreçlerinden birine girdiği, bu dönüşümün önemli
sahnelerinden birinin Ortadoğu, Arap dünyası, İslam coğrafyası olduğu 21.
yüzyılın ilk çeyreğinde ulusalcılık ve/veya İslamcılık kıskacında
geliştirilmeye çalışılan dar ufuklu dünya tasavvurları; emperyal nostaljik
hayallerle çizilen stratejiler, bu doğrultuda uygulanmaya çalışılan politikalar
işe yaramıyor. Sözün kısası: dört parçalı Kürdistan coğrafyasında dört özerk
bölgeli bir Kürdistan’ın hemen yarın değil, tereyağından kıl çeker gibi de
değil, ama er geç kurulacağını öngörmek kehanet sayılmamalı. Mevcut sınırlar
20. yüzyıl başlarında emperyalist güçler tarafından nasıl cetvelle çizildiyle,
21. yüzyılda da bu defa halkların gücüyle, mücadelesiyle yeniden çizilecektir.
Biz isteyelim istemeyelim, doğru bulalım karşı olalım, yol verelim ya da önünü
kesmeye çalışalım; tarihin akışını sadece geciktirir, zorlaştırırız ama engel
olamayız.
PYD terörist ise El Kaide nedir?
Konuya ilişkin güncel gelişme ve tartışmalar,
Kürtlerin Batı Kürdistan dedikleri Kuzey Suriye’de Özgür Suriye Ordusu’nun
cihatçı bileşenlerinden El Ensar’ın (El Kaide’nin) Suriye PKK’si
diyebileceğimiz PYD’nin hakim olduğu bölgeye saldırmasıyla alevlendi. PYD,
Suriye sınırımız boyunca uzanan Kürt bölgesinde bir süredir görece özerk bir
yapı kurmuş ve Suriye Kürt halkını iç savaşın vahşetinden bir ölçüde
koruyabilmişti. Türkiye’den lojistik destek aldığı, en azından Türkiye
sınırından geçiş yaptığı artık söylentiyi aşan ve herkesin bildiği sır haline
gelmiş olan radikal İslamcı El Kaide/El Ensar Cephesi’nin hedefi Suriye
Kürdistanı’nı ele geçirip Türkiye sınırında hakimiyet kurmak, dolaylı olarak da
bölgedeki Kürt oluşumlarını zayıflatmaktı.
Yanlış ve öngörüsüz bölge politikasıyla Suriye
batağında çırpınan Türkiye, PYD’nin kendi bölgesini saldırgan El Ensar
güçlerinden korumak için verdiği mücadeleye ve gündeme gelen özerkliğe anında
cephe aldı. Kürt sorununda yanlış şahin politikaların savunucusu ve sürecin
ilerlememesinin başlıca sorumlularından olan Başbakan danışmanı, hükümet
kararını falan beklemeden PYD’yi suçlamakta bir gün bile gecikmedi. Barış
sürecinde tarafların dillerine azami dikkat göstermeleri gereğine rağmen “PKK
silahlı terör örgütü”, ya da bölücü terör örgütü nitelemelerinden
vazgeçmeyenler için PYD de silahlı terör örgütüydü. Özerklik ilanına falan
kalkarsa misliyle mukabele görecekti. Ama aynı mihraklar bölgede Kürt
hareketini güçsüzleştirmek için, tescilli terör örgütü El Kaide ile iş
tutmaktan kaçınmıyor, yakınlık itibariyle daha fazla söz geçirebilecekleri El
Ensar’a ne telkin ne de uyarıda bulunuyorlardı. Demek ki benim işime yarayan,
bana yakın terör örgütü iyiydi, öteki kötü.
Şimdi benim sorum şu: Başta anlatmaya çalıştığım
gibi, o topraklarda Kürtler yaşıyor, orası onların yurdu. Savunulması,
desteklenmesi gereken onların yurtlarına, topraklarına sahip çıkmaları mıdır,
yoksa o topraklarla, Suriye ile, Kürdistan’la falan ilişkisi olmayan İslamî
cihat peşindeki radikal teröristlerin orada egemenlik kurmalarına destek vermek
midir? Bu, cevabı siyaseti etkileyecek insanî, ahlakî, vicdanî bir soru.
Yazının başına ve başlığına dönecek olursak, dört
ülkeye yayılmış Kürtlerin bulundukları topraklar onlara aittir, Kürdistan
kürtlerindir. Mutlaka bulundukları ülkeden, devletten ayrılmaları, mutlaka çatışmalar
yaşanması gerekmiyor. Üstelik Güney Kürdistan denilen Kuzey Irak’ın lideri
Barzani’den, Türkiye’ye karşı hep yapıcı ve dost bir dil kullanan Suriye PYD
liderliğine, özellikle de Öcalan, PKK, BDP’ye kadar Türkiye’deki Kürt hareketi
temsilcilerine, hepsi şimdilik (ki bu uzun bir şimdilik) ayrı devlet ya da
bağımsızlık talepleri olmadığını altını çize çize yineliyorlar. Çünkü Kürtler
bölgeyi ve dünyanın gidişatını Türk devleti, AKP iktidarı, CHP, MHP
muhalefetinden çok daha açık ve gerçekçi görebiliyorlar.
Önümüzdeki birkaç on yıllık dönemde iş olacağına
varacak; dört ülkenin Kürtleri aşama aşama, belki hepimizin yaşayacağı yeni
acılar pahasına şu veya bu biçimde bölgede özerk bir birlik
oluşturacaklar.Tarih bizden daha güçlü, tehditlere aldırmıyor. Kendi Kürt
sorununu barışçı yoldan, demokrasiyi geliştirerek çözümleyip bölgedeki yeni
oluşuma destek verecek bir Türkiye gerçekten de bölge gücü olabilecek.
Halkların özgürlüğünü, özerkliğini lafta değil gerçekte savunan bir politika
ancak o zaman özlenen stratejik derinliğe ulaşabilecek. Mesele daha fazla ölüm,
zulüm, yıkım yaşanmaması. Elli yılda, otuz yılda, son on yılda “dağ
Türkleri”nden Kürt kimliğinin tanınmasına; kerhen de olsa, asıp kesip
öldürmekten diyaloğa, müzakereye kadar geldik. Hayat, tarih ve halklar iyi
öğretmendir, öğreniyoruz.
Madem ki üç tarafımız deniz, üç tarafımız Kürtler;
ikisine de kıymadan kucak kucağa yaşayabilmeliyiz.