Kemal Burkay’ın Kongre Konuşması

Kemal Burkay’ın Kongre Konuşması
Kemal Burkay’ın HAK-PAR 6. Olağan Kongre Konuşması28.10.2014 00:00

 

 

 

 

 

 

 

Değerli konuklar!

 

Değerli Partili arkadaşlarım!

 

Partimizin 6. Olağan Kongresi’ne hoş geldiniz.

 

Bildiğiniz gibi Hak ve Özgürlükler Partisi’nin Genel Başkanlığı’na iki yıl önce, 4 Kasım 2012’de yapılan 5. Olağan Kongre’de seçilmiştim. O zaman yaptığım konuşmada, ülkemizin ve halkımızın yüz yüze olduğu önemli sorunlara ve bu sorunların çözümü için çaba gösteren HAK-PAR’ın siyasal hayatımızdaki rolüne, amaç ve hedeflerine, programının ana hatlarına değinmiştim.

 

Daha sonra da çeşitli vesilelerle buna ilişkin görüşlerimi ve HAK-PAR’ın önündeki görevleri dile getirdim. Bunları biliyorsunuz. Bu nedenle aynı şeyleri bir kez daha tekrarlamaya gerek görmüyorum.

 

Yine bu iki yıl içindeki parti çalışmalarımız, Parti Meclisi adına hazırlanan Çalışma raporunda özetlenmiştir ve Kongreye sunulacaktır; bu çalışmalardan da ayrıca söz etmeme gerek yok.

 

Ama bu iki kongre arası yaşanan önemli bazı iç ve dış politik gelişmelerden kısaca söz etmek istiyorum.

 

Bunlardan biri elbet, ülkenin en büyük sorunu olan Kürt sorununa ilişkin gelişmelerdir. Bildiğiniz gibi, 2011 Haziran seçimleri öncesi silahlar susmuştu ve görüşmeler yoluyla sorunun çözüleceğine dair bazı umutlar doğmuştu. Ancak bu dönem kısa sürdü. Seçimlerin hemen ardından ortam yeniden gerildi ve PKK ile güvenlik güçleri arasında çatışmalar başladı. Bu durum 2012 yılı boyunca da devam etti her iki taraftan yüzlerce genç insanımız daha bu çatışmalarda hayatını yitirdi.

 

5. Kongremizi böylesi bir ortamda yaptık. Kongrede yaptığım konuşmada sorunun çözümü ve barışa ulaşmak için görüş ve önerilerimi dile getirdim. Bu kapsamda öncelikle silahlı çatışmanın durdurulmasını, PKK’nin silah bırakmasını, devletin ise hem bunu kolaylaştırıcı adımlar atmasını, örneğin bir af çıkarmasını, hem de sorunun çözümü için Kürt halkının temel haklarını tanıyan adımlar atması gereğini dile getirdim.

 

2013 Martı’nda MİT Müsteşarı ile Öcalan arasında yapılan görüşmeler sonucu silahlar bir kez daha sustu ve Hükümetin, adına önce “çözüm ve barış süreci”, daha sonra da -muhalefetten ve statükocu kesimlerden gelen tepkiler üzerine- “milli birlik ve beraberlik süreci” dediği bir süreç başladı.

 

Bu gelişme kamuoyunda, şiddetin sona ermesini, Kürt sorununun çözümünü ve ülkeye barış gelmesini isteyen kesimlerde genel olarak olumlu bir hava yarattı. Ancak biz koşulları ve her iki tarafın niyet ve taleplerini gerçekçi biçimde değerlendirdik ve buna ilişkin kaygılarımızı dile getirdik.

 

Nisan 2013’te, yani söz konusu sürecin daha başlarında yazdığım “Nasıl bir süreç, barış ve çözüm mü?” başlıklı yazımda bu kaygıları dile getirdiğim. Hükümet’in bu girişimle yalnızca PKK’ye silah bıraktırmayı amaçladığını ve bundan öte Kürt sorununun çözümüne yönelik bir projesi olmadığını söyledim.

 

Elbet, PKK’nin silah bırakması bile tek başına önemliydi; ancak yalnızca bu, Kürt sorununun çözümü ve dolayısıyla barış olmazdı. Sorun ancak Kürt halkının temel haklarını tanımakla çözülür.

 

Kaldı ki PKK’nin silah bırakması için seçilen yöntem de bizce yanlıştı. İlk aşamada, 1999-2000 yıllarında yapıldığı gibi, PKK’nin silahlı güçlerini sınır ötesine taşıması hedeflenmişti. Oysa yapılması gereken, afla ve öteki düzenlemelerle gerekli güveni vererek silahların bizzat yurt içinde bırakılmasıydı. Öyle ki dağdakiler herhangi bir kovuşturma riski olmaksızın insin, yurt dışındakiler serbestçe dönsün, cezaevindeki siyasi tutuklular da özgürlüklerine kavuşsun ve tüm bu insanlar sosyal ve siyasal yaşama karışabilsin.

 

Nitekim bunlar yapılmadığı için, aradan geçen yaklaşık iki yıla rağmen gerekli güven ortamı oluşmadı. Devlet bir yandan Kürdistan’da kalekol yapımlarını sürdürürken PKK de silahlı güçlerinin pek azını sınır dışına çekti; bir yandan da bölgede asayiş güçleri oluşturma, yol kesme ve benzeri, bölge jandarmalığına özgü işlere soyundu.

 

Böylece bu iki yılda sorunun çözümü yönünde, büyük ya da küçük herhangi bir adım atılmadığı gibi şu anda da, “süreç, çözüm ve barış” üzerine bol söz edilmesine karşılık ortada bir proje görünmüyor. Kürt toplumunda “çözüm” adı altında bir oyalama politikası izlendiğine dair algı güçleniyor.

 

Bu durum, Güney ve Güneybatı Kürdistan’daki son gelişmelerden, özellikle de Kobani’ye yönelik saldırıdan etkilenerek bu ayın başlarında bir öfke patlamasına yol açtı, KCK ve HDP’nin çağrısıyla insanlar sokaklara döküldü ve bir anda ülke doğudan batıya bir yangın yerine döndü, kan döküldü ve son derece üzücü manzaralar oluştu.

 

Bu da mevcut durumun ne kadar kırılgan olduğunu ve ülkenin her an yeniden bir çatışma ortamına sürüklenebileceğini gösterdi.

 

Değerli arkadaşlar,

 

Sorunun çözümü için en başta, onun doğru tanımlanması ve tarafların çözüm yönünde istekli ve kararlı olmaları gerekir.

 

Kürt sorunuyla ilgili yıllardır söylediğimiz ve aslında herkesin bildiği, ama bu ülkenin siyaset adamları, hatta bilim adamları ve çoğu yazar-çizeri tarafından bilinmezden gelen gerçekleri tekrar tekrar dile getirmek sıkıcı olsa da, onları özetle bir kez daha vurgulamak isterim: Kürt ve Kürdistan sorunu bir ulusal sorundur, Ortadoğu’da ülkesi bölünmüş, şu anda nüfusu 50 milyona yaklaşan bir halkın sorunudur. Bu halk her dört ülkede de özgürlük mücadelesi veriyor. Bu sorunun çözümü iki biçimde mümkündür: Ayrı devlet ya da federasyon. Eğer Kürt halkı yan yana yaşadığı halklarla bir arada barış içinde yaşayacaksa bunun biçimi eşitlik temelinde bir çözümdür, federasyondur.

 

Güney Kürdistan’da böylesi bir çözüm oldu. Gerçi orada henüz sistem oturmadığı, özellikle Sünni ve Şii Arap kesimi arasında kanlı bir mezhep kavgası süregeldiği için, bu durum Güney Kürdistan’ı da olumsuz biçimde etkiliyor. Ve orada hâlâ Kerkük sorunu gibi çözüm bulmamış sorunlar var. Son olarak Güney Kürdistan, bu kanlı terör ortamında boy veren IŞİD’in saldırısına uğradı.

 

Irak, önümüzdeki uzun olmayan bir erimde ya mezhep kavgasını aşacak, anayasada belirlenen biçimde bir demokrasiyi ve uzlaşmayı hayata geçirecek, ya da parçalanacak ve üç ayrı devlete ayrılacak, böylece Güney Kürdistan da bağımsız bir devlet olacak. Irak’ın mezhep kavgasını, bu kanlı boğazlaşmayı aşması ne yazık ki zor görünüyor. Öyle olunca önümüzdeki büyük ihtimal Irak’ın üçe bölünmesi, üç ayrı devletin oluşmasıdır. Elbet böylesi bir gelişme de sancısız olmayacak, taşların yerine oturması zaman alacak.

 

Benzer bir durum şu anda Suriye’de yaşanıyor. Suriye’deki diktatörlük rejimi, gerekli reformları yapıp demokrasi yönünde yumuşak bir geçişi başaramadığı ve Arap baharıyla başlayan halk muhalefetini zorla bastırmak istediği için bugün orada ülkeyi altüst eden bir iç savaş yaşanıyor. Muhalefet hem Esad rejimiyle, hem kendi arasında çatışıyor. EL Nusra ve IŞİD gibi fanatik terör örgütleri bu ortamda türedi. Kentler tam bir yıkıma uğradı. Şu ana kadar 200 bini aşkın insan hayatını yitirdi, milyonlarcası göç etti. Dünya ne yazık ki bu felaketi adeta seyrediyor. Büyük devletler ve Suriye’nin komşularının her biri, kendi çıkar ve hesaplarına uygun olarak bu savaşta mevcut rejimden veya muhalefetten yana taraf haline geldiler. Bu nedenle Esad rejimi ve muhalefet arasında bir uzlaşma sağlanıp bu yıkıcı savaş bir türlü sona erdirilemiyor ve tüm dünyanın gözleri önünde bir ülke adeta kendi kendisini bitiriyor.

 

Suriye iç savaşı daha şimdiden olumsuz etkilerini, uzun bir sınıra sahip olduğu Türkiye üzerinde de gösteriyor. Türk Hükümeti’nin Suriye politikasına iki etken yön vermekte. Birisi Baasçı, laik ve Şii-Nusayri renkleri taşıyan Esad rejiminin bir an önce devrilmesidir.

 

AK Parti hükümetinin bu politikası içerde Aleviler, laik kesimler ve Kürtler arasında tepki yaratıyor.

 

Hükümet Esad’ın gitmesi üzerine odaklanmış, ama yerine ne geleceğini pek önemsemiyor. Oysa iç savaş boyunca IŞİD ve El Nusra benzeri radikal örgütler oldukça güçlendiler ve bunlar Esad rejimini aratabilirler. Bu nedenle başlangıçta muhalefete destek veren Batılılar geri çekildiler. Sünni Arap yönetimleri bile son dönemde radikallere karşı tavır aldılar.

 

AK Parti’nin Suriye politikasına yön veren diğer etken Suriye Kürt bölgelerinde istenmeyen bir durumun ortaya çıkmasını önlemektir. Bu da otonom ya da federal bir statüdür.

 

Bu nedenledir ki hükümet, IŞİD tarafından kuşatılmış ve acımasızca bombalanan, halkı göçertilen Kobani’deki trajediyi bir ay boyunca izlemekle yetindi, oraya yardım ve destek için bir koridor açılmasına yanaşmadı. İçte ve dışta oluşan yoğun tepkiler üzerine, yeni yeni kapıları gevşetiyor ve şu günlerde Suruç üzerinden Kobani’ye destek için peşmergelerin ve silahların geçmesi söz konusu.

Hükümet başından beri sınırın ötesinde uçuşa yasak tampon bir bölge istiyor. Böylece tampon bölgede muhalefet eğitilip donatılarak Esad rejiminin yıkımının kolaylaşacağını, yeni Suriye’nin biçimlenişinde ise söz sahibi olabileceğini düşünüyor.

 

Türkiye’nin Suriye Kürt bölgelerinin özerk olmasından ürkmesi, bizzat Kuzey’de, yani kendi sınırları içindeki Kürt sorununa yanlış yaklaşımın bir uzantısıdır.

Tüm yaşananlara, son olarak 30 yıllık çatışma dönemine ve bunun vermiş olması gereken derslere rağmen, AK Parti hükümeti de dahil, Türk devleti hâlâ Kürt sorununu adalete uygun biçimde, eşitlik temellerinde çözmeyi düşünmüyor. Kürt halkına federal, hatta otonom bir statü tanımaya yanaşmıyor. Bazı palyatif tedbirlerle Kürtleri oyalayıp, PKK’yi silahsızlandırıp “terör belası” diye nitelediği bu durumdan kurtulmaya çabalıyor. Böylece sorunun ortadan kalkacağını düşünüyor.

 

Oysa bu şekilde sorun ortadan kalkmaz. Kalkmadığını Türkiye’nin yanı sıra, İran’ın, Irak’ın ve Suriye’nin bunca deneyimleri gösteriyor.

 

Irak da sınırları içindeki Güney Kürdistan’da otonomi isteyen Kürtlere karşı yıllarca savaştı. Bu savaş onu önce İran’la savaşa, sonra Kuveyt işgaline sürükledi ve sonunda uluslararası güçlerle karşı karşıya geldi ve bilinen iki Körfez savaşı yaşandı. Sonunda Irak çok büyük bedeller ödedi, iki işgale uğradı ve şimdi de son derece yıkıcı bir iç savaş yaşıyor.

 

Oysa Irak, sınırları içindeki Güney Kürdistan’a zamanında özerklik tanısa ve demokratik reformlar yapıp sistemi yumuşatsa tüm bu acıları yaşamaz ve bu duruma düşmezdi.

 

Aynı şey Suriye için de söz konusudur. Baas Partisi ve Esad rejimi, gerekli değişimi kendi eliyle yapabilse Suriye bugün yaşadığı felaketi yaşamazdı.

 

Sünni ve Şii nüfusu, Hıristiyan azınlığı, Kürt ve Dürzi bölgeleri ile çok renkli Suriye’ye gerekli olan da federal ve demokratik bir sistemdir. Suriye’ye iç barışı bu getirebilir. Birleşmiş Milletler’e, büyük devletlere ve Suriye’nin komşularına düşen de bunu başarması için Suriye halkına yardımcı olmaktır.

 

Böylesi bir sistem, aynı zamanda Türkiye ve İran’a da gereklidir. Bu iki ülke de dil, kültür, inanç bakımından çok renkli ülkelerdir ve onlara uygun düşen üniter, tekçi sistem değil, federal bir sistemdir.

 

Türkiye bunu yaptığı zaman zaten ne Kürt sorunu kalır ne PKK sorunu. Bu nedenle Türkiye’nin yapması gereken Kürt sorunuyla ilgili ezberlerini ve korkularını terk etmek, siyasal ve idari yapıda gerekli köklü dönüşümü sağlamaktır.

 

Bu aynı zamanda zihinsel bir değişimi de gerektirir ve zaten ülkeyi yönetenlerin ve yönetmeye talip olanların başlıca görevlerinden biri de değişim gereğini görmek ve bunu topluma benimsetmektir.

 

Bu görev şu dönemde, en başta ülkeyi yöneten AK Parti hükümetine düşüyor. O isterse bunu yapabilir ve başarabilir.

 

Oysa görünen o ki AK Parti de, bu konuda yıllardır uyandırdığı umutlara, adına “açılım” ya da “çözüm ve barış” denen süreçlere rağmen gerekli, kapsamlı bir çözüm projesine sahip değil.

 

Hükümet Öcalan’ın PKK üzerindeki etkinliğinden yararlanarak bir çatışmasızlık durumu yarattı ve bunu sürdürmeye çalışıyor. Ne var ki, taraftarlarınca bir külte, bir mitosa çevrilmiş olan Öcalan’ın etkisi bir yere kadardır. Bununla PKK ve yandaş kitlesi bile sürekli olarak oyalanamaz.

 

Kaldı ki Kürt halkı PKK ve yandaşlarından ibaret değil. Bazı çevrelerin yaptığı gibi, “Kürt siyasi hareketi” olarak sadece PKK’yi ve yandaş kuruluşlarını göstermek doğru bir tutum değil.

 

Sorunun özü Kürt halkının tüm temel haklarını tanımaktır ve bunun kimseyle ve hiçbir örgütle pazarlık konusu yapılmaması gerekir.

 

Sorun adil biçimde ve eşitlik temelinde çözülmedikçe var olmakta devam eder.

Çözülmeyen sorunlar bedendeki yara gibidir, zamanla ağırlaşır ve diğer sorunlarla birleşerek büyük altüst oluşlara yol açar.

 

Afganistan, Irak ve Suriye bunun somut örneğidir. Bu ülkelerin liderleri, siyasal güçleri ve aydınları yüz yüze oldukları sorunları çözemedikleri, insanların özgürlük taleplerini karşılayıp çağa yaraşır bir demokrasiye yolu açamadıkları için gerilim ve çatışma ortamına, kaosa sürüklendiler; böylece çok büyük bedeller ödediler ve hâlâ ödüyorlar.

 

İç savaş bir ülkenin karşılaşabileceği en büyük felakettir. İç savaş farklı gruplar, farklı toplumsal kesimler arasında öfkeyi, kini nefreti büyütür, moral ve maddi değerleri yıkar, ülkeyi alt üst eder, çürütür. İç savaş şu veya bu biçimde sona erse de toplumsal değerlerin ve ülkenin onarılması on yıllar alır.

 

Toplum iç savaşın ardından tarihsel bir değişime uğrayıp ileriye yönelebileceği gibi, tam tersine geriye de dönebilir. Şu anda Afganistan’da yaşanan budur. Irak ve Suriye’de yaşanan mezhep kavgaları da bu türdendir. Bu iç savaş bataklığında ortaya çıkan ve güçlenen IŞİD, El Nusra ve benzerleri, topluma hiç de iyi bir gelecek vaat etmiyorlar, tam tersine onu orta çağlara geri döndürmeye çalışıyorlar.

 

Hem Türkiye’yi yönetenler hem de diğer tüm siyasi aktörler, aydınlar, hepimiz, yakın çevremizde olup biten bu felaketlerden, bizzat Osmanlı’nın ve Cumhuriyet döneminin deneyimlerinden yararlanarak ülkeyi ve insanlarımızı böylesi bir yıkımdan korumalıyız.

 

Sorunlarımızı uygarca ve adil biçimde çözerek barışçı demokratik bir toplum yaratmak, ya da inatlaşarak ülkeyi bir iç gerginliğe, çatışmaya, kaosa ve yıkıma sürüklemek elimizdedir.

 

Akıllı insanlara düşen birinci yolu seçmektir. Bu da ileri bir demokrasiyi, temel insan haklarını tanımakla olur. Dil, kültür ve inanç bakımından farklı tüm etnik grupların özgürce bir arada barış içinde yaşamasını sağlayacak bir sistemi oluşturmakla olur.

 

Biz HAK-PAR olarak, federal bir sistemde, eşit haklara sahip olarak Türk halkıyla bir arada yaşamak istiyoruz ve inanıyoruz ki böylesi bir çözüm Kürt halkının ezici çoğunluğunun çıkar ve isteklerine uygundur. Aynı şeyi, eşitlikçi bir çözüme evet demeyi, bunu içine sindirmeyi Türkiye’yi yönetenlerden ve Türk halkından da bekliyoruz.

 

Bugün böylesi tarihi bir seçimle yüz yüzeyiz.

 

Hiç kimse, “Ordumuz güçlüdür, devletimiz büyüktür!” gibi hamasi nutuklarla güce güvenerek, baskı yöntemleriyle bu adil olmayan düzeni sürdürebileceğini düşünmesin. Roma da güçlüydü, Osmanlı da; ama yıkılıp gitmekten kurtulamadılar.

Asıl güçlü olan adil ve demokratik sistemlerdir. Halka dayanan böylesi sistemler uzun ömürlü olurlar.

 

Değerli arkadaşlar,

 

Kürt sorunu Türkiye’nin geçmişten kalan en büyük sorunu olsa da, elbet tek sorunu değil. Bir dizi ekonomik, sosyal sorunların, örneğin kadın sorununun, işçi haklarının, çevre sorunlarının ve benzerlerinin yanı sıra, diğer bir önemli sorun da Alevi sorunudur.

 

Bu inanç alanını ilgilendiren bir sorun ve o da Kürt sorunu gibi adil bir çözüm bulunmadığı için geçmişten kalmış bir sorundur.

 

Alevi İnancı Osmanlı döneminde zaman zaman ağır baskılara uğradı. Cumhuriyet döneminde de durum değişmedi.

 

Bu sorunun çözümü de inanç alanına özgürlük tanınarak, yani gerçek bir laiklikle mümkündür. Ama dünden bugüne tüm laiklik iddialarına rağmen Türkiye hiçbir dönemde laik olamadı. Her alanda tekçi bir toplum yaratma anlayışının ürünü olarak Alevilerin yanı sıra gayri Müslimlere, hatta başörtüsü konusunda olduğu gibi bizzat Sünni Müslüman halka karşı çeşitli türden baskılar süregeldi.

 

Son olarak sol ve demokratik hareketin canlandığı 1960’lı -70’li yıllarda, toplumsal muhalefeti bölme planlarının bir sonucu olarak bir Alevi-Sünni çatışması kışkırtıldı ve Alevilere yönelik çeşitli provokasyon ve kıyımlar yaşandı.

 

Son dönemde ortam Aleviler bakımından bir dereceye kadar yumuşadı. Aleviler artık kimliklerini gizlemeye gerek görmez oldular, dernekler ve cemevleri kurdular. Ama sorun bitmiş değil. Alevilerin haklı talepleri bugün de karşılanmış değil. Cemevlerinin statüsünün tanınmasını istedikleri zaman kendilerine cami gösteriliyor.

 

Zaten, zorunlu din derslerinin ve devasa Diyanet İşleri Teşkilatı’nın bir devlet kurumu olarak var olduğu bir ülkede laiklikten, inanç alanında özgür bir ortamdan söz edilemez.

 

Danıştay’ın ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin açık kararlarına rağmen Hükümet din dersini zorunlu olmaktan çıkarmaya yanaşmıyor. Dindar bir gençlik yetiştirmekten söz ediyor. Hükümetin son dönemde, örneğin eğitim alanındaki diğer bazı uygulamaları da toplumu bir bütün olarak İslami değerlere göre biçimlendirme yönündedir. Bu daha önce Kemalistlerin yaptığı gibi, tek renkli bir toplum yaratma çabasına benziyor.

 

Oysa hangi dinden ve mezhepten, hangi kökenden ve cinsten olurlarsa olsunlar, insanlarımızın gerek duyduğu, farklı renklerin barış içinde yaşadığı, çoğulcu, demokratik bir toplumdur. Bize gerekli olan da inanç dahil, her alanda özgür bir gençliktir.

 

Hükümetin bu tutumuyla, Kürt sorunu gibi Alevi sorunu da çözülemez. İnanç alanı bir bütün olarak sorunlu kalır. Bu politikanın etkileri, Alevi kesimde de ciddi rahatsızlıklar yaratıyor. Suriye’ye yönelik olarak hükümetin izlediği politika da mezhepçi bir algı yarattı ve Alevi kitlesinde tepkilere yol açtı.

Kürtler gibi Alevilere güven vermenin ve toplumsal barışı güçlendirmenin yolu da “kardeşiz” ya da “hepimiz Müslümanız,” demek değil, daha fazla özgürlük ve daha fazla demokrasidir.

 

Değerli arkadaşlar,

 

Güney Kürdistan halkımız, son IŞİD saldırısı nedeniyle zor günler yaşadı. Özellikle Şengal yöresinde Êzidi Kürt halkı kıyım ve esaretle yüz yüze geldi, bölge boşaldı ve yöredeki Êzidi halk kitleler halinde Bölgenin kuzey kesiminde, Dıhok, Zaho gibi güvenli bölgelere geçti, bir bölümü ise Mardin ve çevresindeki akrabalarının yanına sığındı.

 

Bu saldırı nedeniyle hem Bağdat hükümetinin bölgeyi savunamayacağı görüldü hem de Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin savunma alanındaki açıkları ortaya çıktı; bu çapta bir saldırıya karşı koyacak iyi eğitilmiş ve modern silahlarla donatılmış düzenli bir orduya sahip olmadığı görüldü.

 

Neyse ki Bölgesel Yönetim kısa zamanda toparlandı, dışarıdan silah desteği ve ABD öncülüğünde oluşan koalisyonun hava desteğiyle IŞİD’i durdurdu, geriletti, işgal edilmiş birçok yeri kurtardı. Ama Şengal yöresi henüz tümüyle IŞİD’den temizlenmiş değil. Bunun kısa sürede başarılıp güvenliği iyi biçimde sağlanarak Êzidi halkın evlerine bir an önce dönebilmesini, yaralarının sarılmasını umuyoruz.

Kürdistan Bölgesel Yönetimi son gelişmeleri, hem savunma konusundaki eksiklerini gidermek hem de uluslararası ilişkilerini güçlendirmek için bir fırsata çevirebilir.

Şengal trajedisinin üzerinden fazla zaman geçmeden IŞİD’in Suriye’deki Kürt bölgelerinden Kobani’ye yönelik saldırısı gündeme girdi. Belli ki devlet kurma iddiasındaki IŞİD Türkiye sınırında kendisine daha geniş alan açmak ve bölgeyi Kürtlerden boşaltmak istiyor.

 

Kobani kuşatması bir ayı aşkın süredir devam ediyor ve yüzbini aşkın kişi saldırı ve kıyımdan korunmak için kitleler halinde sınırın kuzeyine geçti. Kenti savunanlar ise tüm güç koşullara rağmen yiğitçe direniyor. IŞİD’i püskürtecek ağır silahlara sahip olmasalar da Koalisyonun hava desteğiyle direniş sürüyor. Türk hükümeti, PYD-PKK ilişkisini gerekçe göstererek son günlere kadar Kobani’ye bir yardım koridoru açılmasına yanaşmadı. Şimdi bu konuda olumlu bir değişimin işaretleri var. Umarız ki söz konusu koridor açılır ve bundan böyle iç ve dış yardımların ulaşmasına imkan verilir.

 

Belli ki Kobani düşerse IŞİD’in saldırıları Afrin yöresi ve Cezire gibi diğer Kürt bölgelerine de yönelecektir. Bu bakımdan bu saldırıyı püskürtmek Güneybatı Kürdistan halkımız için hayati bir önem taşıyor.

 

Bölgedeki yurtsever güçler ve onların partileri arasında birlik var olsaydı, IŞİD saldırısı karşısında daha etkin bir direnişin yer alacağına kuşku yoktu. Ne yazık ki PYD yanlış politikası, hegemonyacı tutumuyla bunu engelledi. Son günlerde Dihok’ta Sayın Mesut Barzani’nin girişimiyle bir kez daha birlik için görüşmeler oldu. Umarım bu kez söz konusu çabalar olumlu sonuç verir ve birlik hayata geçer.

HAK-PAR olarak hem saldırıya uğrayan Güney Kürdistan halkımızın, hem de Güneybatı Kürdistanlı kardeşlerimizin yanındayız. Ve inanıyoruz ki halkımız bu saldırıları püskürtüp bu zor dönemi de aşacak, özgürlük yolundaki mücadelesini yeni başarılarla taçlandıracaktır.

 

Değerli arkadaşlar,

 

6. Kongre konuşmamı bitirmeden bir-iki konuya daha değinmek istiyorum.

Bunlardan biri kendimle ilgili. Yeni dönem için Başkanlığa veya yönetim planında herhangi bir göreve talip değilim. İki yıllık bir dönem için bu görevi almıştım ve o şimdi sona eriyor.

 

50 yıldır örgütlü siyasal mücadelenin içindeyim ve yönetici planda görevler yaptım. Son olarak iki yıllık başkanlık görevini HAK-PAR’ın toparlanmasına yardımcı olmak düşüncesiyle kabul ettim. Bunu ne kadar başardım veya katkılarım ne oldu, bunu arkadaşlarım değerlendirecek.

 

Ama Genel Başkanlık görevi benim yaşımda biri için ağır bir görevdir. Bu nedenle arkadaşlarımın yeniden göreve talip olmayışımı anlayışla karşılamalarını istiyorum.

Ben bir şair, bir edebiyat adamı olarak siyasete girdim. Bu işi birçokları gibi para ve post için yapmadım. Halkımın özgürlüğü, sömürüsüz, zulümsüz bir dünya için mücadele ettim.

 

Ortadoğu gibi bir yerde ve bizim ülkemizde siyaset tehlikelerle doludur. Bu, balta girmemiş tropik bir ormanda yol almaya benzer. Böyle bir ortamda yolunu şaşırmamak zordur. Her an canavarlara yem olabilirsiniz, tez yorulabilirsiniz.

Kanımca, kendi payıma uzun soluklu bir mücadele yürüttüm.

 

Bugüne kadar çok konuştum, çok yazdım. Benim açımdan nerdeyse söylenmedik söz kalmadı.

 

Bundan böyle de bir üye, bir yazar ve aydın olarak yine HAK-PAR’a katkılarımı sürdürür, arkadaşlarıma destek veririm. Ayrıca, görüşlerimi bundan böyle de fırsat buldukça kamuoyuna iletirim. Eğer onların bir değeri varsa arkadaşlarım yararlanırlar.

 

Bu görevi benden önce yapan deneyimli, emektar arkadaşlar vardı ve benden sonra da olacak. Şimdi bu görev onlara düşüyor. Demokratik bir kongre yapacağız, bir genel başkan ile yeni parti meclisini seçeceğiz ve yolumuza devam edeceğiz.

Bir parti için elbette deneyimli, bilgili liderlerin veya yöneticilerin önemi yadsınamaz. Ama bundan da önemlisi partilerin politikaları, amaçları ve izlenmesi gereken ilkelerdir.

 

Ben HAK-PAR’ın, amaçları ve temel politikalarıyla bu ülkeye çok gerekli, önemli bir parti olduğu kanısındayım.

 

Bir kere HAK-PAR, Kürt sorununun eşitlik temelinde ve federal bir siyasal yapılanmayla çözümünü isteyen, bunun hem Kürt hem Türk halkının, hem de ülkemizdeki tüm insanların, farklı renklerin yararına olduğuna inanan tek parti.

HAK-PAR Alevi sorununa da doğru teşhis koymuş ve doğru çözümler öneren bir partidir.

 

Biz bu ülke için özgürlük gibi demokrasi de istiyoruz. Diğer bir deyişle, politikamızın bir ayağı özgürlükse, ötekisi demokrasidir ve bu ikisi birbirinden ayrılamaz.

 

Kadın hakları, işçilerin ve tüm çalışanların hakları, iyi bir çevre, konut, sağlık ve eğitim… Kısacası, ülkenin tüm önem taşına sorunları gündemimizdedir ve öyle olmalıdır.

 

Bunu başarırsak demokratik bir devrimi başarmış oluruz ve bu ülkenin ilk aşamada gerek duyduğu budur.

 

Değerli arkadaşlar,

 

HAK-PAR aynı zamanda bir birlik projesi olarak oluştu. Geçmişte Kürt siyasetinde farklı kulvarlarda mücadele eden, ama özgürlüğün ve demokrasinin gereğine inanan, böylesi bir program üzerinde bir arada çalışmaya evet diyen insanlarımızın güçlerini ve enerjilerini birleştirmek için. Bunlar içinde sosyalistler, sosyal demokratlar, liberaller ve dindar insanlar var; olmalı. Bunlar içinde Kürt, Türk, Arap veya başka halklardan insanlarımız var; olmalı.

 

Ben kendi payıma dün bir sosyalisttim ve bugün de öyleyim. Sosyalizmin iyi ve adil bir düzen olduğuna, insan toplumunun inişli çıkışlı yürüyüşüne ve bu kapsamda 1990’lı yıllarda yaşadıklarımıza rağmen, geleceğin sosyalizmin olduğuna inanan bir insanım.

 

Ama bugün için gerek duyduğumuz partinin bir sosyalist parti değil, güçlerimizi birleştirmemize, geniş kitlelere ulaşmamıza elverecek HAK-PAR türünden legal ve demokratik bir parti olduğuna inanıyorum. Aslında 1990’lı yılların başından itibaren bu görüşte oldum ve bunu önerdim.

 

Partiler fetiş değildir; onlar amaç değil, araçtır; kendilerine gerek olduğu sürece var olurlar, tarihi rollerini oynar ve sonlanırlar.

 

Ülkemizde özlem duyduğumuz değişimi gerçekleştirip, Kürt sorununu, Alevi sorununu çözüp, kadın hakları, çalışanların hakları, çevre sorunları dahil, her alanda çağdaş standartları yakalandığımızda, diğer bir deyişle demokratik devrim gerçekleştiğinde, belki de o zaman yollarımız ayrılacak, bazımız sosyalist, bazımız sosyal demokrat, liberal veya başka türden partilere kanalize olacağız. Bugünkü Kuzey ve Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi…

 

Dilerim ki o gün çabuk gelsin! Ama o güne kadar bizim HAK-PAR’a ihtiyacımız var; onu yaşatmalı, güçlendirmeli ve önüne koyduğu amaçları hayata geçirmesi için çalışmalıyız. Bunun için HAK-PAR’ı büyütmeli, kitleselleştirmeliyiz.

 

Böylesine iyi bir programa ve amaçlara sahip olan bir parti bunu başarabilir, başarmalı. Büyümenin, kitleselleşmenin başlıca yolu ise sistemli, kararlı siyasal çalışmadır.

 

Bildiğiniz gibi, son denemde, HAK-PAR’ın adında bir değişiklik önerisi gündeme geldi. Bu konuda önce Parti tabanının görüşünü aldık, daha sonra Parti Meclisimizde tartıştık. Hem Parti tabanında, hem de Parti Meclisi’nde ağır basan görüş, böyle bir değişikliğin henüz zamansız olduğu, koşulların buna elvermediği, değişikliğin mevcut yasalar karşısında partimizin varlığını riske atacağı, onun gelişmesini olumsuz etkileyeceğidir. Bu nedenle değişiklik önerisi benimsenmedi.

HAK-PAR 12 yıllık, istikrar kazanmış, kamuoyunda az çok tanınmış ve seçimlere katılma hakkı olan bir parti. Demin de söylemiştim, partiler bir fetiş değildir, yeri geldiğinde kendilerine gerek kalmaz ve sonlanırlar. Ama HAK-PAR için şu anda böyle bir durum yok. Ve partiler aynı zamanda yaz-boz tahtası da değildir. Bir parti işlevini yaparken ve belli bir gelişme ivmesi kazanmışken, zamansız bir hevesle onu riske atmak akıllıca bir iş değil.

 

Usta bir binici, sabırsızlık gösterip bindiği atı çatlatmaz.

 

Siyasal mücadelede elbet belli simgeler de önemlidir; ama asıl önemli olan partilerin hedefleri, programları, politikaları ve çalışma tarzlarıdır. Bir partinin gelişip güçlenmesi isimle, marşla, bayrağının biçimiyle olmaz; sistemli, kararlı, doğru bir çalışma tarzıyla olur.

 

Siyaset mevsimlik bir heyecan değildir, uzun soluklu bir yürüyüştür.

 

Partimizin büyümesini, kitlelerle kaynaşmasını istiyorsak, ki bunu istemeliyiz, o zaman canla başla çalışalım.

 

Değerli arkadaşlar,

 

Geçtiğimiz Mart ayında yerel seçimler yapıldı. Biz bu seçimlere 55 ilde katıldık, iyi bir seçim çalışması yaptık ve kanımca iyi sonuçlar aldık. Önümüzdeki yıl ise genel seçimler var. Eğer zamanında yapılırsa Haziran 2015’te, yakına alınırsa belki Nisan 2015’te.

 

Bu seçimlere de iyi biçimde hazırlanmalı ve mümkünse tüm illerde girmeliyiz. Politikamızı kitlelere anlatmak ve partimizi tanıtmak, büyütmek için bu daha da önemli bir seçimdir.

 

Değerli konuklar, değerli arkadaşlarım,

 

Diyeceklerim bu kadar. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor, Partimize, seçilecek yeni yönetime ve tüm arkadaşlarıma başarılar diliyorum.

 

Kemal Burkay

26 Ekim 2014

Diğer GÜNDEM haberleri

  • PAYLAŞ

YORUM EKLE

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz. Üye Girişi yapın veya Kayıt olun.