Bismillâhirrrahmânirrahîm.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla.
Öncelikle Diyarbekir’de bu geniş katılımlı ve
anlamlı konferansı tertip edip bu güzel birlikteliğe vesile olan herkese,
tertip komitesinin tüm üyelerine teşekkürlerimi sunuyorum. “Kuzey Kürdistan
Birlik ve Çözüm Konferansı” (Kurmanc Kürtçesi ile “Konferansa Yêkitî û Çareserî
ya Bakurê Kurdistanê”; Zaza Kürtçesi ile “Konferansa Yêwitî û Çareserî ya
Vakurê Kurdistanê”) adıyla tertip edilen bu konferansın hayırlara vesile
olmasını temenni ediyorum.
Konuşmama başlamadan önce, bu iki gün içinde konferansta
yaşadığım ve şahîd olduğum, biri beni çok üzen biri de çok sevindiren, iki
enstantane oldu; onları paylaşmak istiyorum.
Beni üzen konu şu: Bugüne kadar bir gazeteci ve
yazar olarak onlarca konferans ve etkinliğe katıldım. Filistin konferanslarına
katıldım, Çeçenler’in ve Uygurlar’ın düzenlediği konferanslara katıldım. Dâvet
edildiğim tüm Filistin konferanslarında, salonda mutlaka bir değil birkaç
Filistin bayrağı asılıydı. Uygur kardeşlerimin dâvetleri üzerine katıldığım tüm
konferanslarda da Doğu Türkistan bayrağı asılıydı. Şimdi de Kürdistan
Konferansı’na çağrılıp gelmişim ama hayret ki ne hayret, salonda bir tane bile
Kürdistan bayrağı asılı değil!
Neden acaba? Kürdistan Konferansı’nın düzenlendiği
mekânda neden bir tane bile Kürdistan bayrağı göremiyorum?
Bizler BDP’li sayın milletvekillerimizin arada bir
Türk medyasına yaptıkları “ortak değerimiz” vurgulu ilginç açıklamalarını
hayretle dinliyoruz. Acaba diyorum; BDP’li kardeşlerimiz ile bizim “ortak
değerimiz” bir olmadığı için mi salonda hiç Kürdistan bayrağı yok? Onların
“ortak değeri” başka bir bayrak mı?
İkincisi, beni çok sevindiren bir enstantane
yaşandı, onu da paylaşmak istiyorum: Süryanî Cemaati’nden bir temsilci
konuşurken, konuşma süresi dolmuştu ve moderatör tarafından süresinin dolduğu
hatırlatılarak uyarıldı. Hristiyan Süryanî kardeşimiz konuşmasına devam edince,
moderatör ikinci defa uyardı ve konuşmaya devam etmesine izin vermek istemedi.
Tam o sırada bir kardeşimiz ayağa kalkarak, “Bırakın konuşsun; niye sözünü
kesiyorsunuz? Süryanîler’e daha fazla söz hakkı vermemiz lazım, onlar daha çok
konuşmalıdırlar. Ben yapacağım konuşmadan ferağat ediyorum ve kendi süremi bu
Süryanî kardeşime hediye ediyorum. Lütfen sözünü kesmeyiniz, konuşmasına devam
etsin!” diye bağırdı. Hristiyan Süryanî kardeşimiz de o Müslüman Kürt
kardeşimizin asil davranışından çok etkilenerek teşekkür etti. Bu davranışı
sergileyen kişi, herkesin İslamî kimliğiyle tanıdığı bir kişiydi. İslamcı
camiâdan bir katılımcıydı ve Şeyh Said ailesinden bir fert idi.
Küçük bir olaydır belki ama önemlidir; üzerinde
tefekkür etmeyi gerektirir. En başta da Süryanî Cemaati’nden katılımcıların
tefekkür etmesi gerekiyor, bu olay üzerine.
Değerli kardeşlerim;
Ben Kürdistan Konferansı için tâ Frankfurt’tan,
Almanya’dan geldim.
Beni buraya niye çağırdınız? Elbette ki, “Kürt” ve
“Kürdistan” konusunda birşeyler söylemek / dinlemek / tartışmak için.
Fakat ne oldu, biliyor musunuz? Ben Frankfurt’tan
Ankara’ya “Türk” olarak geldim. Ankara’dan Elâzığ’a “Türk” olarak geldim.
Elâzığ’dan Diyarbakır’a “Türk” olarak geldim. Şu anda bu konferansa da bir
“Türk” olarak katılıyorum. Evet evet; yanlış duymadınız. Aslında siz de öyle!
Sizler de buraya “Türk” olarak geldiniz. Hiç boşuna “Kürt”, “Kürdistan” diye
bağırmayın kürsüden! Siz hepiniz “Türk”sünüz!
Bana inanmıyorsanız, çıkarın kimliklerinizi bakın!
Taşıdığınız kimliklerde sizin “Türk” olduğunuz yazılı. Dolayısıyla, dünyanın
neresine giderseniz gidin, “Türk” olarak gidersiniz.
Ben de öyleyim. Türk olmadığım halde dünyanın her
yerine “Türk” olarak gidiyorum. Gemiyle yolculuk yapsam “Türk aktivist”
oluyorum; baskına uğrayan bir gemide şehîd olsam “Türk şehîd” oluyorum,
Afrika’daki ve Uzak Asya’daki mültecilere insanî yardım götürsem “Türk yardım
gönüllüsü” oluyorum, çeşitli ülkelere konferans vermeye gitsem “Türk yazar”,
“Türk gazeteci” oluyorum. Bir gün Almanya’da araba sürerken trafik kazasında
ölsem bile, ertesi gün Alman gazeteleri “Frankfurt’ta yaşanan trafik kazasında
bir Türk hayatını kaybetti” diye verirler haberimi, bundan emin olun!
Peki bu neden böyle? Neden Türk olmadığımız halde
attığımız her adımı, aldığımız her nefesi bir “Türk” olarak ifâ ediyoruz?
Çünkü bizler köleyiz. Köle olduğumuz için, bir
kimliğimiz yok. Köleler kimlik sahibi olamazlar. Köleler, sahiplerinin adıyla
çağrılırlar. İşte bizler de köle olduğumuz için, sahiplerimizin adıyla
çağrılıyoruz. Örneğin Almanya’da, Batı Kürdistan’dan gelen bir Kürd’e “Türke”
(Türk), Doğu Kürdistan’dan gelen bir Kürd’e de “Perse” (Fars) derler. Yani Kürt
yoktur, köledir. O kölenin kimliği olmaz; sahibi Türk’se köle de “Türk” olarak,
sahibi Fars’sa köle de “Fars” olarak anılır.
Bu tarih boyunca böyle olmuştur. Köleler hep
sahiplerinin ismiyle anılmıştır. Kimin malıysan, onun adıyla çağrılırsın!
Bizler köleyiz. Ülkemiz de sömürgedir ve dört
parçaya bölünmüştür. Bu gerçeği kavrarsak, özgürleşebiliriz. Fakat bu gerçeği
kavramazsak, verdiğimiz her türlü mücadele ve hatta atacağımız her yeni adım,
bize özgürlüğü değil, köleliğin farklı bir versiyonunu getirir ancak.
Sevgili kardeşlerim ve kızkardeşlerim;
Malcolm X, büyük bir insandı, yiğit bir
mücadeleci, özgürlük savaşçısıydı. Malcolm X, bütün ömrü boyunca ırkçı – beyaz
Amerika’da siyâhî halkların özgürlüğü ve kurtuluşu için mücadele etti.
Malcolm X derdi ki: “Özgürlüğümüz için tek yol
vardır: Kendi aramızdaki tüm fikrî ayrılıkları bir kenara bırakıp, düşmana
karşı birleşmek.”
İşte budur kardeşlerim; budur! Bizim yapmamız
gereken de budur...
Bu coğrafyada laik – kemalist Türk devletine karşı
39 ayaklanma gerçekleşti. Hepsi de yenilgiyle sonuçlandı! Geçmişte yaşanan 39
Kürt kıyâmını incelerseniz, tamamının da aynı sebepten dolayı yenilgiye
uğradıklarını görürsünüz: Kürtler’in bir kısmı başkaldırırken bir kısmı da
devletin safında yer alıp karşı çıkmış veya ilgisiz kalıp serhıldana destek
vermemiştir.
Bugüne kadar yaşanmış bütün Kürt özgürlük
direnişlerinin yenilgiye uğramasının tek bir sebebi vardır ve o da budur! Sünnî
Kürtler başkaldırmışsa, Alevî Kürtler karşı çıkmış veya destek vermemiştir.
Alevî Kürtler başkaldırmışsa, Sünnî Kürtler karşı çıkmış veya destek
vermemiştir. Kurmanc Kürtleri başkaldırmışsa, Zaza Kürtleri karşı çıkmış veya
destek vermemiştir. Zaza Kürtleri başkaldırmışsa, Kurmanc Kürtleri karşı çıkmış
veya destek vermemiştir. İslamcı Kürtler başkaldırmışsa, Sosyalist Kürtler
karşı çıkmış veya destek vermemiştir. Sosyalist Kürtler başkaldırmışsa, İslamcı
Kürtler karşı çıkmış veya destek vermemiştir.
Bu hep böyle olmuştur ve bugün olanlar da, bundan
başkası değildir. Düşman bunu çok iyi bildiği için, dikkat ederseniz, Kürt
milletini sürekli olarak “Sünnî – Alevî”, “Kurmanc – Zaza”, “İslamcı –
Sosyalist” diye ayırmakta, Kürtler’i bu şekilde bölmeye çalışmaktadır.
Bundan çıkış yolu aslında çok kolaydır ama yolu
bilmek lazım. Yolu bilmediğiniz zaman, en yakın adrese bile ulaşmakta zorluk
çekersiniz.
Yolu, Malcolm X göstermiştir. Çok net olarak çizmiştir.
Malcolm X şöyle diyordu. Lütfen, dikkatle
dinlemenizi rica ediyorum: “Beyazların arasında sağcısı var, solcusu var,
dîndarı var, ateisti var, demokratı, millîyetçisi, modernisti, gelenekçisi var.
Bunlar durmadan kavga eder, tartışırlar, neredeyse biribirlerini boğazlarlar.
Fakat ne zaman ki konu siyâhlar olur, bir bakarsın ki hepsi birleşmiştir.
Aralarındaki tüm fikrî ve siyasî ayrılıkları bir tarafa bırakıp bize karşı
birleşirler. Öyleyse biz de aynı şeyi yapmalıyız! Ey halkım, ey benim siyâh
kardeşlerim, öyleyse biz de aynı şeyi yapmalıyız. Biz de böyle hareket etmeyi
öğrenmeliyiz. Bizim halkımız arasında da sağcısı var, solcusu var, dîndarı var,
ateisti var, demokratı, millîyetçisi, modernisti, gelenekçisi var. Biz de kendi
aramızda fikirsel tartışmalar yapar, münakaşa ederiz; bu normaldir. Ama
halkımızın özgürlüğü ve bağımsızlığı sözkonusu olduğu zaman, ulusal haklarımız
sözkonusu olduğu zaman, aramızdaki tüm bu fikrî ve siyasî farklılıkları bir
tarafa bırakıp birleşmeliyiz ve ulusal haklarımız için mücadele etmeliyiz.”
İşte bizim hakikî kurtuluş reçetemiz, bu
sözlerdir; Malcolm X’tir.
Kürtler, bu bilinçte ve çizgide bir mücadele
yürütmeleri gerekirken, ne yapıyorlar, ideolojik mücadeleler içinde yer
alıyorlar. Daha bedenleri bile tutsakken fikrî ve siyasî kavgalar veriyorlar.
Kürtler İslamcı oluyorlar, sosyalist oluyorlar,
liberal oluyorlar, demokrat oluyorlar, sağcı solcu oluyorlar. Kürtler herşey
oluyorlar ama sadece “Kürt” olamıyorlar.
Kürt halkının millî kimliği bile tanınmazken,
Kürdistan’ın adı bile yasakken, başkasının devletinde rejim değişikliği
mücadelesi veren, İslamcılık – Sosyalizm kavgası yapan ideolojik Kürtler’in
durumunu ben şuna benzetiyorum:
Bir bahçe var; ama tapusu size ait değil. Bahçenin
tapusu başkasına ait. Ve siz o bahçede “elma ağacı mı dikilsin armut ağacı mı?”
kavgası veriyorsunuz! Yahu size ne? Bahçe sizin değil ki; tapusu başkasının
ismine kayıtlı. O bahçede elma ağaçları olsa ne olur, armut ağaçları olsa ne
olur? Sizin için değişen ne?
Eğer bahçenizi çok seviyorsanız, önce tapusunu
üstünüze alın, bahçeyi başkalarının gaspından kurtarın. Bahçenin tapusunu alın,
sizin olsun, ondan sonra istediğiniz kadar “yok elma ağacı dikilsin, yok hayır
armut ağacı dikilsin” kavgası verin! Kavga kaçmıyor ya...
Tapusu başkasının elinde olan bir bahçede isterse
dut ağacı dikilsin, ne fark eder? Dut ağacı var diye benim mi oldu yani?
Bahçenin “benim bahçem” olabilmesi için, tapusu
bana ait olacak veya tapuda benim de adım yazılacak! Bahçeyi ancak tapuda
adımın yazılması benim yapar, sevdiğim ağaçların dikilmesi değil!
Âzîz kardeşlerim;
Vakit dar, biliyorum, zamanımız oldukça kısıtlı.
Sadece 2 gün içinde 250 kişinin konuşması gerekiyor. Böyle olunca, haliyle
ancak birkaç dakikalık konuşma süremiz var.
Lafı uzatmadan, kısa ve net cümlelerle meramımı
anlatmaya çalışacağım:
Kürtler’in özgürlük mücadelesi, ideolojik temelde
değil, ekolojik temelde bir mücadele olmalıdır. O zaman başarılı oluruz.
Çünkü ideolojik davranış biçimi, bizi başkalarının
kuyruğu yapar. Ancak ekolojik davranış biçimi, bizi kendi toprağımıza bağımlı
kılar. İnsan toprağa bağımlı olursa, toprak da bağımsız olur.
“Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı”, âzîz
Kürt milletinin farklı bileşenlerini biraraya getirdiği ve “Kürtler’in
birleşmesi” yolunda somut bir adım olduğu için müthiş önemsiyorum ve büyük bir
anlam ve değer atfediyorum. Hatalarını, kusurlarını ve hatta olumsuzluklarını
burada özgürce eleştirelim, tartışalım, mâhkum edelim; ve fakat, bu durum,
konferansa destek ve katkı sunmaktan bizi alıkoymamalı. Hele hele bu hata ve
olumsuzluklar yüzünden, konferansın sonunda okunacak olan Sonuç Bildirgesi’ne
imza atmamak, destek vermemek gibi bir davranışın içinde lütfen bulunmayalım.
Burada iyi ve kötü, birşeyler yapılmaya çalışıldı. Günâhıyla sevabıyla. Fakat
niyet iyiydi, niyet “birlik”ti ve desteklememiz lazım.
Kendi adıma konuşmam gerekirse: Ben şahsen,
Kürtler’in birliğini ve ortak hareket etmelerini hedefleyen her çaba ve gayreti
desteklemeyi ilke edindiğim için, buradaki çaba ve gayreti de destekliyorum.
İdeolojik Kürtler’den değilim çünkü. Müslüman bir
Kürd’üm, elhamdülillah. Hepsi bu. “Müslüman” ve “Kürt” olmaktan başka üçüncü
bir kimliğim yok.
İdeolojik Kürtler, Türkler’le rahat birleşebiliyor
çünkü “ortak nokta” çok. Ama Kürtler’le biraraya gelmezler çünkü “farklı nokta”
çok.
İnsan ne yaparsa yapsın, hangi hareket veya siyasî
yapı ne tür bir mücadele ortaya koyarsa koysun, herşeyden önce samimî olmak
gerekiyor. Samimîyet önemli bir testtir. Savunduğumuz hayat tarzını, önce
kendimiz yaşamamız lazım.
Türkiye’deki politik arenada ve siyasî partilerde,
bu başlıbaşına bir ikilemdir. BDP’li milletvekilleri Kürtçe bilmez. AK Partili
milletvekilleri helâl haramı bilmez. Yeşiller milletvekillleri de çiçeklerin
üstüne oturup içki içer. Tabiî, 90 yıldır halkın anasını ağlatan partinin adı
da Halk Partisi’dir.
Konferans ikide bir batıdaki Türkiye halkına
sesleniyor ama güneydeki Rojava’ya ve doğudaki Rojhılat’a hiç seslenen yok! Konuşmacılar
sık sık Türkiye halkıyla “halkların kardeşliğini” tesis etmekten bahsediyor ama
bunu Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürtler’le tesis etmek gibi bir derdi yok kimsenin!
Pardon; cahilliğimi bağışlayın ama merak ettiğim için soruyorum: “Kuzey
Kürdistan”, Türkiye’nin mi yoksa Kürdistan’ın mı bir parçasıdır? Benim ricam;
mümkünse bir sonraki konferansı “Türkiyeliler” değil “Kürdistanlılar”
düzenlesin!
Sınırları tartışmaya açmadan sorunu konuşmanın da
anlamı yoktur. Kürdistan dört parçaya bölünmüş bir ülkedir ve Kürdistan’ı bölen
sınırlar, aileler arasına örülen, akrabayı akrabadan ayıran dikenliteller
ğayr-i meşrûdur, âzîz İslam Şeriâtı’na göre de “Haram”dır! Dolayısıyla “Ben
Müslüman’ım” diyen ve kendisini İslam’a nispet eden herkesin (Kürt olsun veya
olmasın), Kürdistan’ı bölen ulusal sınırlara ve aileler arasına örülen,
akrabayı akrabadan ayıran dikenlitellere karşı çıkması gerekir.
Meydanlarda “Roboski’nin hesabını soracağız!”
sloganı atıp ikide bir “Roboski” diyen bizim Kürt milletvekillerimiz, bir
bakıyoruz ki Türk medyasına demeç vermişler ve şöyle diyorlar: “Bizim sınırlarla
bir sorunumuz yoktur.”
Sınırlarla bir sorunun yoksa, sorun nedir o zaman?
Adına “Kürt sorunu” denilen şey, zaten o “sınırlar”dan başka nedir ki? Eğer
senin sınırlarla bir sorunun yoksa, hiç boşuna meydanlarda “Roboski” diye
bağırıp durma! Sınırlarla sorunun yoksa, sen Roboski’de katledilen o
gençlerimizin yanında değil, onların üstüne bomba yağdıran katillerin
yanındasın demektir; hiç kusura bakma! Neden? Çünkü Roboski Katliâmı, orada o
“sınırlar” olduğu için gerçekleşti. O “sınırlar” olmasaydı, o köylülere kimse
“kaçakçı” demiyecekti ve dolayısıyla böyle bir katliâm da yaşanmayacaktı.
Hem “Bizim sınırlarla bir sorunumuz yok” diyorsun,
hem de kalkıp “Roboski’nin hesabını soracağız” diyorsun! Sınırlarla sorunun
yoksa Roboski’nin hesabını nasıl soracaksın; söyler misin bana? Sınırları
tartışmaya açmadan Roboski’yi konuşmak mümkün mü?
Çok sevgili İsmail Beşikçi Hocamız’ın bir sözü
vardır. Oldukça anlamlı ve öğreticidir; tabiî anlamak isteyenler için. Şöyle
diyor, Sarı Hoca: “Diyorlar ki, ‘Türkiye bölünmesin’; tamam, bölünmesin.
‘Suriye bölünmesin, Irak bölünmesin, İran bölünmesin’; tamam, bölünmesin. Peki
ama, Kürdistan mı bölünsün?”
Şu anda var olmayan, hayâlî sınırları tartışmaya
açıp mâhkum etmek yerine, şu anda var olan, apaçık bir gerçek olarak önümüzde
duran sınırları tartışmaya açıp mâhkum etmek, daha sahih bir davranış biçimi
değil midir?
Böyle yapmak, daha dürüstçe bir davranış şekli
değil midir?
Fakat Kürdistan’ı dört parçaya bölen sınırları
tartışmaya dahi açmayan, aileler arasına örülen, akrabayı akrabadan ayıran
dikenliteller hakkında tek kelime konuşmayan ve sadece ideolojik kavgalar
yürüten, sadece “rejim değişikliği” mücadelesi veren İslamcılar’dan ve
Sosyalistler’den “dürüstlük” mü beklenir, Allâh aşkına? “Dürüstlük”, onlardan
beklenecek en son şey...
Son sözlerimi söylüyorum; ve bu son sözlerimin,
bizzat konferansın sonuç metnine dahil olmasını, hem de kelimesi kelimesine
dahil olmasını talep ederek söylüyorum:
Kürtler’in mücadelesi, Ankara, Tahran, Bağdat ve
Şam’daki rejimleri değiştirme mücadelesi olmamalıdır. Kürtler’in mücadelesi,
Diyarbekir, Mehâbâd, Hewlêr ve Qamîşlo’nun hürriyet ve istiklâl mücadelesi
olmalıdır.
İbrahim Sediyani
Hak, Adalet ve Hürriyet için Kürdistan İslamî
İnisiyatifi (AZADÎ)