Başbakan Erdoğan’a Açık Mektup

Başbakan Erdoğan’a Açık Mektup
“Aralarında hükmedecek olursan adaletle hükmet. Şüphesiz Allâh, adaletle yönetenleri sever.” (Mâide sûresi, 42. âyet)20.09.2013 09:27

Bismillâhirrahmânirrahîm. Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla.

     Sayın Başbakanım;

     Öncelikle sizi selamların en güzeli olan Allâh’ın selamı ile selamlıyor, sıhhat ve esenlik diliyorum.

     Allâh-û Teâlâ attığınız / atacağınız her doğru adımda size güç ve metanet versin; sizi o doğru yoldan ayırmak isteyenlerin şerrine karşı korusun. Allâh-û Teâlâ attığınız / atacağınız her yanlış adımda da size hatanızdan geç olmadan dönme erdemini nasip etsin; sizi haklı olarak eleştirenlere kulak verecek, nasihatleri dinleyecek olgunluk ve feraseti ihsan etsin.

     Selam, “barış yurdu”dur. Allâh Tebareke ve Teâlâ, tüm insanları barış yurduna çağırır. Bizler de bu dâvete icabet ederek, aynı şekilde biribirimizi barış yurduna çağırmalıyız.

     Sayın Başbakanım;

     Ay sonunda açıklanacağını duyurduğunuz “Demokratikleşme Paketi”nin içinde neler olacağını bizler henüz bilmiyoruz. 76 milyon insan, merak ve heyecanla bekliyoruz. Açılacak olan “Demokratikleşme Paketi” ve hazırlanacak olan “Yeni Anayasa” sonrasında, elbette hak ve özgürlükler noktasında eskisinden (şimdikinden) daha iyi bir noktaya geleceğimizden kuşkumuz yok, ancak bunun yine de halkımızın layık olduğu bir seviyede olacağına dair endişeler de taşımaktayız. Zaten insanların konuştuğu dillerden tutun giydiği kıyafetlere kadar herşeyi düzenleme hakkını kendinde gören, bunu yasaklamaktan da imtinâ etmeyen halihazırdaki ırkçı – ayrımcı anayasa ve onun ayakta tuttuğu rejimden daha kötüsü olamayacağı için, atılacak o adımlardan sonra eskisinden (şimdikinden) daha iyi olması da pek birşey ifade etmiyor. Etmiyor; çünkü biz zaten halihazırda olabilecek en ırkçı ve şoven bir siyasal sistem ve anayasa tarafından yönetiliyoruz. Milyonlarca Kürd’ün kendi anadiliyle eğitim göremediği, milyonlarca başörtülü kızımızın kend kıyafetleriyle okula gidemediği, milyonlarca Alevî’nin kendi mezhebine göre dîn dersi alamadığı bir ülke gerçeğinden daha kötüsü olamayacağına göre, bundan sonra yapılacak her türlü değişiklik, zaten otomatikmen önceki haline göre iyi olacaktır. Dolayısıyla, yapılması gereken, yani sizden beklentimiz, değişimin ülkeyi “eskisinden daha güzel” hale getirmesi değil, “halkımızın layık olduğu kadar güzel” hale getirmesidir.

     Bunları elbette sizler benden çok daha iyi bilirsiniz. Amacım size ve diğer çalışma arkadaşlarınıza akıl vermek değildir. Size bu mektubu yazmaktaki amacım, açılacak paketle ve yaşanan süreçle ilgili “sadece bir konuyu” özel olarak konuşmaktır.

     Açılacak paketin ve yaşanan sürecin ihtivâ ettiği geniş yelpazede pekçok konu bulunuyor; “anadilde eğitim”, “başörtü özgürlüğü”, “cemevlerinin statüsü” ve daha birçok madde. Benim size bu mektubu yazmaktaki amacım, bu konular içinden sadece birini sizinle özel olarak konuşmak; “yerleşim birimlerinin eski gerçek isimlerinin iâdesi”...

     Velâkin, sürecin ihtivâ ettiği onlarca başlık arasından sadece birini özel olarak konuşmak isteyişimden, diğer konulara karşı lakayt / ilgisiz kaldığım sonucu çıkarılmamalıdır. “Yerleşim birimlerinin eski gerçek isimlerinin iâdesi” konusu, benim nerdeyse 25 yılımı (dile kolay, çeyrek asır) verdiğim ve tabir caizse “ömrümü yiyen” bir konu olduğu için, özel olarak bunu konuşmak istedim. Ki bunu da, zaten bildiğinizi / haberdar olduğunuzu tahmin etmekteyim.

     Bu mektubu tamamen insanî bir hissiyatla yazıyorum. Eğer beni de bir kardeşiniz olarak kabul ederseniz, sizden ricam, mektubu “bir hükûmetin başbakanı” olarak değil,“sadece bir Müslüman olarak” okumanızdır. Ve bu fâkir kardeşiniz de sizi böyle biri olarak görmemiş olsaydı, hangi konumda olursanız olun size bu satırları yazmaya yeltenmeyecekti.

     Sayın Başbakanım;

     Yaşadığımız ülkede yüz yıla yakın zamandır egemen olan şoven siyasa, bu topraklara ve üzerinde yaşayan insanlara öyle bir utanç bıraktı ki, bu, yalnız kendi yüzlerimizi kızartan değil, çocuklarımıza, torunlarımıza bırakacağımız, nesilden nesile sürecek olan bir utançtır:Yer isimlerinin – sırf Türkçe olmadığı için – zorla değiştirilmesi ve onlara masa başında uyduruk isimlerin verilmesi.

     Cumhuriyet tarihi boyunca 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin yerleşim biriminin adı zorla değiştirilmiştir. Başka bir ifadeyle ülkemizdeki köylerin takriben yüzde 35’inin adları değiştirilmiştir. Bunlar yerleşik halkın rızası olmadan, tamamen asimilasyon amaçlı yürürlüğe konan bir politikanın sonucudur.

     Peki sadece Kürtçe olan yer adları mı silinmiştir haritadan? Hayır. Bütün Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Rumca, Ermenîce, Arapça, Çerkezce isimler silinmiş, hepsinin yerine uydurma Türkçe isimler verilmiştir. Bu politika yoğun olarak Kürt nüfûsun yaşadığı Doğu ve Güneydoğu ile Laz ve Gürcü nüfûsun yaşadığı Karadeniz bölgelerinde (Cumhuriyet’ten önce resmî isimleri “Kürdistan” ve “Lazistan” olan topraklarda) uygulanmıştır.

     Bugün bu konu ne zaman gündeme gelse, herkesin aklına hemen Kürt köyleri gelmektedir. Bunda eleştirilecek bir durum yok; çünkü bunun kavgasını bugüne dek en çok ve hatta bir bakıma sadece Kürtler verdiler. Fakat yanlış olan şu ki, insanların aklına sadece Kürt köyleri gelmektedir. Daha birkaç yıl önce Türkiye’nin batısındaki insanların belki de böyle bir olaydan haberleri yoktu. Şimdi herkes biliyor ama, galiba büyük bir kısmı hâlâ bunun sadece Kürt köyleriyle sınırlı bir olay olduğunu sanıyor. Halbuki bu asimilasyon politikası, çok daha geniş kapsamlı bir soykırım.

     Peki bu soykırımı yapan güçler, önce Doğu vilayetlerine yönelip bütün Kürtçe, Ermenîce ve Arapça isimleri ortadan kaldırıyor da, daha sonra “Temizlemişken bari hepsini temizleyeyim” deyip mi diğer bölgelere yöneliyor? Hayır, böyle değil. Fakat herkes böyle biliyor, bu şekilde olmuş sanıyor. Halbuki vakıâ, bunun tam tersi.

     Asimilasyon, ilk olarak Karadeniz’de başlatılıyor. Önce Karadeniz’deki Rumca, Lazca, Gürcüce isimleri ortadan kaldırıyorlar. Daha Kürt köylerine hiç dokunmamışlar bile. Önce Lazistan’a ait ne varsa yok ediyorlar, haritadan siliyorlar. Lazistan’ın işini bitirdikten sonra Kürdistan’a yöneliyorlar.

     Sayın Başbakanım;

     1915 yılında Enver Paşa’nın da girişimiyle Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı), yer adlarının değiştirilmesiyle ilgili bir bildiri yayınlıyor. Bildirinin sağ üst köşesindeki tarih; 14 Teşrîn-i Ewwel 1331. Yani 27 Ekim 1915.

     Düşünün, daha “yer isimlerini değiştirmek” ile ilgili bir girişim yok, böyle bir proje de yok. Bu emirname, özel olarak bir vilayetimiz için çıkartılıyor.

     Hangi vilayet bu? Trabzon.

     Hangi isimler için? Özel olarak Rumca isimler için; ama aynı şekilde Lazca ve Gürcüce isimleri de kapsayacak şekilde.

     Emirnamede şöyle deniyor: “Ermenîce, Rumca, Bulgarca, hatta Türk olmayan Müslüman kavimlere ait vilayet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir gibi bütün adlar Türkçeleştirilecektir.”

     Dahiliye Nezareti’nde kaleme alınan bu emirname, 24 Teşrîn-i Sanî 1331 (7 Aralık 1915) tarihinde Trabzon Vilayeti Mektub-i Kalemî (Trabzon Valiliği Yazıişleri Müdürlüğü)’ne gönderiliyor. Trabzon Valiliği’nin 20 Haziran 1916’da kaleme aldığı 63 sayılı cevabî yazı da Vilayet Encümeni tarafından onaylanarak 3 Temmuz 1916 günüİçişleri Bakanlığı’na gönderiliyor.

     Bütün bunlar, daha asimilasyon politikasının hayata geçirilmediği, bununla ilgili bir taslak veya projenin de olmadığı bir zamanda oluyor.

     Yerleşim birimlerinin isimlerinin “Türkçeleştirilmesi” ilk olarak 10 Aralık 1920 tarihinde“devlet politikası” şeklinde gündeme geliyor ve 1922 yılında ilk adım olarak birçok ilçe, köy, kasaba, dağ, köy isimleri Türkçeleştiriliyor.

     Yani, insanlık tarihinin en yüzkızartıcı 3. büyük suçu ve ülkemizin alnındaki en büyük utanç olan bu asimilasyon politikası, 10 Aralık 1920 tarihinde gündeme geliyor. Cumhuriyet’in ilânından üç yıl önce; ama onu kuracak olan aynı İttihat – Terakkici kafatasçılar tarafından. Uygulama ise 1922 tarihinde başlatılıyor.

     1922’de başlatılıyor bu “isim değiştirme” operasyonu. Peki nerede başlatılıyor? Diyarbakır’da mı, Elâzığ’da mı, Bingöl’de mi? Hayır.

     Nerede? Artvin’de.... Livane şehrimizde yani. Kolheti Lazika’nın kalbinde.Asimilasyon politikalarından ilk nasibini alan, köylerinin isimleri zorla ilk değiştirilen vilayetimiz, Artvin ilimizdir.

     Kürtçe isimler değil bunlar, Arapça isimler değil, Ermenîce değil, Rumca değil, Çerkezce değil, Hititçe değil.

     Lazca ve Gürcüce isimler hepsi de.

     Sayın Başbakanım;

     Olayı özetlersek: Yer isimlerini değiştirmek gibi bir fikri, ırkçı kadroların aklına getiren, Trabzon’daki Rumca ve Lazca yer isimleri... Tarih, 1915 – 16.

     Asimilasyon politikasının “devlet politikası” olarak karara bağlanması, 10 Aralık 1920.

     Asimilasyon politikasının ilk uygulanmaya başlatıldığı ve köy / ilçe isimlerinin ilk değiştirildiği yer, Artvin... Tarih, 1922.

     Bütün buraya kadar hâlâ Osmanlı ülkesindeyiz. Daha ortada Cumhuriyet falan yok.

     Asimilasyon poltikasının Kürdistan’a yönelmesi ise Cumhuriyet’ten sonra... Tarih, 1925.

      Sayın Başbakanım;

     1925 Şeyh Said Ayaklanması’ndan sonra Doğu ve Güneydoğu’da yapılan isim değişikliklerinin ardından, 1934 - 36 yılları arasında 834 köye Türkçe isimler verildi. 1938 Dersim Katliâmı’yla birlikte isim değiştirme genelgelerle, valilik kararlarıyla devam etti. Kürtçe, Arapça, Ermenice, Lazca, Gürcüce, Çerkezce isimler genelgelerle ya da yerel yönetimler ve valilik tasarrufu ile değiştirildi.

     1940 yılında İçişleri Bakanlığı’nın 8589 sayılı genelgesi ile ad değiştirme işlemi resmileşti ve tek elden yapılmaya başlandı.

     1957 yılı ise adeta bir dönüm noktası oldu. Bu tarihte, “Ad Değiştirme İhtisas Komisyonu” oluşturularak sistematik bir asimilasyon politikası hayata geçirildi.Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi ile Türk Dil Kurumu’nun temsilcilerinin bulunduğu bu komisyonda, coğrafyamızda yer alan tüm yerleşim birimlerinin adları ve coğrafî isimler değiştirilerek onlara Türkçe uyduruk isimler verildi.

     Yıllar içinde iktidarlar değişti ama bu kurulun faaliyetleri hiçbir aksamaya uğramadan 1978 yılına kadar devam etti ve bu tarihler arasında binlerce isim değiştirildi.

     Sözkonusu komisyonun 1978’e kadar yürüttüğü bu asimilasyon faaliyeti, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi’nden sonra, askerî rejim tarafından daha bir hızlandırılarak devam ettirildi. 1981 - 83 yılları arasında özellikle Kürtler’in yaşadığı Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine yönelik, dünyada ve tarihte belki de eşine rastlanmayan bir kapsamlıkta, o coğrafyanın tarihini ve köklerini adeta tamamen ortadan kaldırmak amaçlı bir “isim operasyonu” gerçekleştirildi. Bunun sonucu olarak bölgede ismi değiştirilmeyen nerdeyse bir dönümlük bir toprak parçası bile kalmadı.

     Sayın Başbakanım;

     Cumhuriyet tarihi boyunca 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin yerleşim biriminin adı zorla değiştirilmiştir. Başka bir ifadeyle ülkemizdeki köylerin takriben yüzde 35’inin adları değiştirilmiştir. Bunlar yerleşik halkın rızası olmadan, tamamen asimilasyon amaçlı yürürlüğe konan bir politikanın sonucudur. İsim değiştirme işlemleri yapılırken en çok dikkat edilen özellik, Türkçe olmayan yahut olmadığı düşünülenler ile karışıklığa sebep olan isimlerin öncelikle ele alınması ve değiştirilmesidir.

     Sayın Başbakanım;

     Türkiye’de asimilasyon politikaları sonucu isimleri değiştirilmiş yerleşim birimlerinin eski gerçek isimlerini araştırmak, bunları bir çalışmada toplamak fikri, bende lise son sınıfta oluştu, daha 17 – 18 yaşlarındayken. İstanbul’daydım o zamanlar. Fikir herhangi bir ilginç olay ya da başıma gelen bir hadise sonucu oluşmuş değil. Benim karakter olarak böyle şeylere zaten oldum olası ilgim vardı. Coğrafya, kültür, dil, isimler ve sözcükler, gizemli ya da üstü örtülmüş şeyler, her zaman için ilgimi çeken konular olmuştur.

     Ben bu konuya ilgi duymaya başladığımda ve böyle bir çalışma yapmayı kafama koyduğumda, imkânlar şimdiki gibi değildi. İnternet denen bir olay yoktu, bilgisayarın kendisi de yoktuDolayısıyla arzu ettiğiniz bir bilgiye oturduğunuz yerden ulaşma şansınız bulunmuyordu. Bu durumda ya o konuda yazılmış kitapları tarayacaktınız, ya da o konuyla yakından ilgili çevrelerin çıkardıkları gazete ve dergileri takip edecektiniz.

     Ancak konuyla ilgili kaleme alınmış hiçbir kitap yoktu ortada. Eğer tamamlayabilirsem ve sonra da yayınlayabilirsem, bu alanda yazılmış ilk kitap benimki olacaktı. Dolayısıyla başvuru kaynağı yönünden hiçbir şansım yoktu. Geriye sadece konuyla ilgili çevrelerin yayınlarını takip etmek kalıyordu ama onlar da böyle bir konuda hiçbir şey yazmıyor, konuyu gündemleştirmiyorlardı. Kürtçe dil yasağı, faili meçhul cinayetler, köy boşaltmalar, zorunlu göç gibi konular – ki bunların hepsi de muhakkak önemli ve işlenmesi gereken konular – çok yoğun bir şekilde işleniyordu ancak bunları olması gerektiği gibi, takdire şayan bir şekilde işleyen “Kürtler’e ait” gazete ve dergiler, nedense yerleşim birimlerimizin eski gerçek isimleriyle ilgili birşey yazmıyorlar, bu konuda herhangi bir araştırma, makale, dosya yayınlamıyorlardı. Sadece “devlet teröründen” veya “Kürt halkının karşı karşıya kaldığı mağduriyetlerden”, “inkâr ve imhâ politikalarından” bahsettikleri yazılarında binlerce köy isminin değiştirildiği sadece birkaç cümleyle belirtiliyordu, o kadar!

     Dolayısıyla, ıssız bir adaya düşen biri gibi, avlanmak için olsun ateş yakmak için olsun, elimde hiçbir alet ve edevat olmadan balık tutmak ve onu pişirmek zorundaydım.

     Benim bunun için Diyarbakır’a gidip oraya yerleşmem gerekiyordu. Çünkü orası bölgenin merkeziydi. Fakat o dönemin kaos ve terör ortamında, 19 yaşındaki bir öğrenci bunu nasıl yapacak? Tek yolu var: Dicle Üniversitesi öğrencisi olmak.

     Liseyi bitirdikten sonra Sosyoloji okumak istiyordum; bunun en başta gelen sebebi de Ali Şeriatî’nin üzerimde bıraktığı etkiydi. Zaten toplum ile ilgili konulara aşırı ilgili biriyim. Fakat üniversite sınavına girerken, 18 tercih mi yapılıyordu 24 mü tam hatırlamıyorum, tercih listesinin en başlarına hep Diyarbakır Dicle Üniversitesi’ni yazmıştım; hem de iki yıllık bölümler. Sosyoloji okumak arzumu iki sene ertelemek istiyordum. Tek düşüncem, Diyarbakır’a yerleşmek ve birkaç sene bu şehirde yaşamaktı. Benim Dicle Üniversitesi’ne kaydolup Diyarbakır’daki öğrenci yurduna yerleşmemin sebebi, dediğim gibi, kesinlikle üniversite okumak niyetiyle değildi. Tek derdim, köylerin eski isimlerini kapsayan bu çalışmamı yapabilmekti. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi “Sosyoloji” Bölümü’ne de iki yıllık bir gecikmeyle başlamak zorunda kaldım böylece.

     “Adını Arayan Coğrafya” adlı kitabımı yazmak için çalışma yapmaya başladığımda, samimî konuşmak gerekirse, hedefimde sadece Kürt köyleri vardı. Yani Laz köyleriymiş, Çerkes köyleriymiş, bunlar aklımın ucundan bile geçmiyordu. Böyle birşeyi hiç bilmiyordum bile. Ben sadece bizim köylerin bu olaya maruz kaldığını sanıyordum. Fakat bir çalışma yapmaya başladığınız zaman, çalıştıkça ufkunuz genişler, çalıştıkça ufkunuz genişler ve ufkunuz genişledikçe de çalışmanızın şablonu da genişler, çerçevesi daha bir büyür, daha bir kapsamlı hale gelir.

     “Adını Arayan Coğrafya” çalışmasını yaparken, bu asimilasyon politikasının yalnızca Kürt köyleriyle veya Kürtçe isimlerle sınırlı olmadığını, ırkçı rejimin bu topraklara ait herşeyi ortadan kaldırıp yok ettiğini, bu durumun Türkçe olmayan tüm yer isimleri için geçerli olduğunu, Karadeniz’deki köylerin de aynı akıbete maruz kaldıklarını öğrendim. Yüz yıla yakındır bir “devlet” tarafından değil, bir “musibet” tarafından yönetildiğimizi, bu ırkçı – şovenist zihniyetin gerçek anlamda ülkemizin ve âzîz milletimizin başına musallat olmuş bir musibet olduğunu kavradım.

     Sayın Başbakanım;

     Bu gerçeği öğrendikten sonra Karadeniz’e de gitmeye karar verdim. Gidip Karadeniz’i de gezecek, oradaki köylerin de eski isimlerini araştıracaktım. Düşüncemi Diyarbakır’daki arkadaşlarıma açıp istişare ettim. “İbrahim sen delirdin mi? Ordan sağ göndermezler seni. Burda hiç olmazsa halk bilinçli. Devletin haberi olmadıktan sonra ne yaparsan yap! Fakat orda öyle değil” sözlerine aldırış etmeden Trabzon’a otobüs biletimi aldım ve yola koyuldum.

     Karadeniz’e gittim ve bu iş için Karadeniz’de bir hafta, iki hafta değil, tam birbuçuk ay kaldım. Bu süre zarfında, diyebilirim ki, gitmediğim ilçe kalmadı. Bilhassa Trabzon’un ve Rize’nin ilçelerine ve şirin köylerine de hayran kaldım, bunu da belirteyim bu arada. Cennet gibi topraklarınız var sizin. Ben bu iş için Karadeniz’i karış karış gezerken, o günlerde, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefât etti. O esnada çalışmamın Karadeniz etabını yapıyordum ben.

     Kitap uzun bir emek sonucu tamamlandı ancak, yayınlanan kitabın sadece ikinci bölümünden ibaretti, yani “Yurtta Asimilasyon” bölümünden. Kitabın ikinci bölümü olan“Yurtta Asimilasyon”“Adını Arayan Coğrafya”nın tamamıydı.

     Yıllar sonra Almanya’ya gidip yerleştim. Almanya’dayken, bu kez, bu asimilasyon politikalarının dünyadaki uygulamalarını merak edip araştırdım. Kitabın ilk bölümü olan“Dünyada Asimilasyon” bölümünü Almanya’da kaleme aldım. Fakat bu bölümü gezerek değil, Almanca kaynakları tarayarak, atlasları inceleyerek, tarih ve coğrafya kitaplarını karıştırarak yazdım. Yani ne Endülüs’e gitmişliğim vardır, ne de Grönland’a. Kitabın ilk bölümünü herkes nasıl kitap yazıyorsa öyle yazdım. Memleketi karış karış gezerek yazdığım kitabın sadece ikinci bölümüdür; “Yurtta Asimilasyon” bölümü. Yani ülkemizle ilgili kısmı.

     İlginç olan şu ki, kitabın ilk başta ikinci bölümü yazıldı, ondan sonra birinci bölümü. Çünkü kitabın kapsamını salt Türkiye ile sınırlı tutmayıp tüm dünyadaki asimilasyon politikalarını işlemek fikri bende Almanya’dayken oluştu. Hedeflediğim kitabı çoktandır bitirmiştim o zaman. Ama henüz yayınlatmamıştım.

     Asimilasyon politikaları sonucu isimleri değiştirilen yerleşim birimlerinin Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Ermenîce, Rumca ve Arapça olan gerçek isimlerini bir çalışmada toplayan “Adını Arayan Coğrafya” adlı kitabım, bu konuyla ilgili Cumhuriyet tarihinde kaleme alınmış ilk kitaptır. 2009 yılında Özedönüş Yayınları arasında çıktı ve benim de ilk kitabımdır ayrıca. Sizin için de bir tane özel olarak imzalayıp bir milletvekiliniz aracılığıyla göndermiştim.

      Sayın Başbakanım;

     Bakın, iki yıl boyunca Doğu, Karadeniz ve İç Anadolu’yu karış karış gezmekten bahsediyoruz. Tıpkı eski zaman seyyâhlar gibi, Evliya Çelebi gibi.

     Henüz Diyarbakır’da öğrenci olduğum 90’lı yılların başında, Doğu, Güneydoğu, Karadeniz ve İç Anadolu olarak adlandırılan bölgeleri ilçe ilçe gezerek ve oranın yerli halklarıyla konuşarak bu eseri kaleme aldım. Bu çalışmayı yaparken henüz 21 yaşında genç bir üniversite öğrencisiydim. Üstelik o dönemler, Türkiye’de terör olaylarının zirvede olduğu, binlerce faili meçhul cinayetin işlendiği, fırından ekmek almak için dışarı çıkanların bir daha evine geri dönemediği, her gün çatışmaların yaşandığı, köylerin yakıldığı, bölgenin OHAL yasalarıyla yönetildiği bir zaman dilimiydi. Türkiye’nin son otuz yılının en korkunç ve karanlık dönemiydi.

     Böyle bir dönemde, henüz genç hatta bir çocuk denebilecek yaşta ve sıradan biri, hiçbir sıfatı ve akademik kariyeri de bulunmayan, henüz 21 yaşındaki bir öğrenci olarak ben, insanların konuşmaya bile cesaret edemediği bir konuda canımı da tehlikeye atarak bölgeyi karış karış gezdim ve gittiğim her yerde, oranın insanlarını başıma toplayarak onlardan tek tek köylerinin ve beldelerinin eski gerçek isimlerini sordum, böyle bir çalışma yaptığımı insanlara söyleyerek onların verdiği isimleri not ettim. Bütün harçlığımı ve zamanımı bu iş için harcadım. O dönemde internet denen bir olay da yoktu; arzuladığınız bir bilgiye oturduğunuz yerden ulaşma şansınız da bulunmuyordu.

     O dönemde, OHAL bölgesinde yolculuk yapmak bile büyük bir eziyetti. Her iki kilometrede bir otobüs (veya minibüs) jandarmalar veya özel timler tarafından durdurulur, bütün yolcular dışarı çıkarılır ve tek tek kimlik kontrolünden geçirilirdi. Çoğu zaman da üstüne bir de aranırlardı. Gündüz vakitlerinde jandarmanın / özel timlerin yaptığını gece vakitlerinde de PKK yapardı. Böyle bir dönemdi, günlük rutin hayatın bile çileli olduğu bir zaman dilimiydi.

     Ben ilçe ilçe gezip köy isimlerini toplarken, yol kontrollerindeki aramalarda onların ne olduklarını anlamasınlar diye, topladığm köy isimlerini not defterime hiçbir zaman Latin Alfabesi’yle yazmazdım. Çünkü okuyabilirler ve dolayısıyla anlayabilirlerdi. Topladığım binlerce Kürtçe, Arapça, Ermenice, Gürcüce, Lazca, Çerkesçe isimleri bazen Arap Alfabesi’yle, bazen Kiril Alfabesi’yle, bazen Yunan Alfabesi’yle, bazen İbranî Alfabesi’yle, bazen de Japon Alfabesi’yle (Hira – Kana, Kata – Kana ve Kanji) yazıyordum. Bunların köy isimleri olduğunu anlamasınlar diye; sorduklarında “yabancı dil çalışıyorum” diyeyim diye. Affınıza sığınarak söylüyorum; dünya üzerinde kullanılan hemen hemen tüm alfabelerde okuyup yazabiliyorum. Örneğin size yazdığım bu mektubu, bu alfabelerden herhangi biriyle de rahatlıkla yazabilirim. Fakat dil aynı dil tabiî: Türkçe.

     OHAL döneminde, hele ki bahsettiğim o dönemde, bölgede yaşam ne yazık ki böyleydi. Terör, günlük yaşamın sıradan bir parçasıydı. Şimdi ise, görüyorsunuz, ben “yerleşim birimlerinin eski Kürtçe isimleri” konusunda bizzat Başbakan’a bile mektup yazabiliyorum ve hatta direk kendisinden o isimleri geri isteyebiliyorum. Ama o dönemde, bırakın böyle bir mektup yazmayı, o isimleri talep etmeyi, bunu herhangi bir ortamda gündeme getirmeniz bile hayatınızı karartabilir, hatta canınızı bile tehlikeye atabilirdi.

     Tam 2 yıl boyunca bu çalışma için bir ilçeden diğer bir ilçeye seyahat ettim, her gittiğim yerde hiç tanımadığım ilçe sakinlerini başıma toplayarak onlara hazırladığım kitaptan söz ettim ve o insanlardan köylerinin eski isimlerini aldım. Bu çalışmam esnasında Güneydoğu’nun en güney ucu olan Suriye sınırındaki dikenlitellerden tutun mavi ile yeşilin buluştuğu Karadeniz kıyılarına, Van Gölü kıyısındaki şehir ve köylerden tutun İç Anadolu’daki bozkır topraklara kadar bölgeyi eski dönemlerdeki seyyâhlar gibi karış karış gezdim.

     Kitabın yazarı aslında “Türkiye halkı”. Çünkü halk söyledi, ben yazdım; halk söyledi, ben yazdım. Ben kitabın “yazarı” değil; “yazmanı”yım, “sekreteri”yim. Kitaptaki her ilçe onlarca, yüzlerce insana sorularak kaleme alındı. Bir kişinin değil, bir halkın yazdığı kitaptır bu. Belki de bir ülke halkı tarafından kaleme alınan ilk kitaptır.

     Sayın Başbakanım;

     Siz Karadenizli olduğunuz için, gezimin Karadeniz etabını biraz daha ayrıntılı anlatmak ve Karadeniz’le ilgili bir – iki hatırâmı paylaşmak istiyorum. Bunların sizi sıkması bir yana, keyifle okuyacağınıza inanıyorum.

     Eminim ki, sırf böyle bir çalışma için Karadeniz’e giden bir insanın, genç bir üniversite talebesinin başına neler geldiğini, orda neler yaşadığını siz de merak edersiniz.

     “Adını Arayan Coğrafya” gezisinin Karadeniz etabı için otobüsle Trabzon’a gittim. Otobüs Dersim’i geçtikten sonra Erzincan’da yemek molası verdi. Orda bir yolcu bindi; yanıma oturdu. Tanıştık ve yolculuk boyunca sohbet ettik. Trabzon’un Beşikdüzü ilçesinden, orta yaşlarda bir ağabeydi. Erzincan’da ağır bir işte çalışıyordu ve iki üç haftada bir, ayda bir memleketine, evine gidip ailesini, çocuklarını görüyordu.

     O’na Elâzığlı olduğumu ve Diyarbakır’da okuduğumu, Trabzon’a arkadaşlarımı görmeye gittiğimi, orada Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin öğrenci yurdunda kalacağımı söyledim. Kitap çalışmasından bahsetmedim.

     Elâzığ Şehirlerarası Otobüs Terminali’nden hareket eden ve “Turay Turizm” şirketine ait olan otobüsümüz, geceyarısı 02:00 sularında Trabzon Şehirlerarası Otobüs Terminali’ne vardı. İndik otobüsten.

     Adam bana, “Şimdi ne yapacaksın? Bu geceyarısı KTÜ yurduna gidemezsin” diye sordu. Ben de terminalde oturup sabaha kadar bekleyeceğimi söyledim. Bunun üzerine adam bana şunları söyledi: “Olmaz. Tehlikeli olabilir bu. Dikkat çekersin. Zaten memleketin hali berbat. Diyarbakır’dan geliyorsun ve burada hiç akraban yok! Niye geldin? Polisler seni gözüne kestirirse şüphelenirler, terörist sanırlar. Başın ağrır. Zaten sorgu için bile olsa emniyete götürseler, suçsuz olsan da dayak atmadan bırakmazlar seni. Normal insanların bile dikkatini çekersin burda böyle. Bak İbrahim, bizim Karadeniz insanı iyidir hoştur sıcakkanlıdır ama, bazı konularda böyle tahammülsüzdür işte.”

     Adam “Ben de sabaha kadar seninle kalacağım burada. Güneş açtıktan sonra seni uğurlarım yurda” dedi. Trabzon’dan Beşikdüzü’ne o vakitlerde bile yarım saatte bir minibüs vardı halbuki. İsteseydi hemen atlar giderdi. Zaten ailesi o gece uyumayıp yolunu bekliyordu adamın.

     Kabul etmek istemedim, “Abi senin hanımın ve çocukların bekliyor, gitmelisin” dedim. Bunun üzerine bana fırça attı ve “Yav sen ne laf anlamaz bir çocuksun? Ben senin büyüğünüm ve seninle kalacağım diyorum. Büyüğe karşı çıkmak adeti Kürtler’de ne zamandır çıkmış da haberimiz olmamış” dedi.

     Adam sabaha kadar terminalde benimle bekledi. Beklemekle kalmadı; beni lokantaya götürüp güzelce karnımı da doyurdu. Lokantada, pastanede herşeyi o ısmarlıyordu. Elimi cebime atsam fırça yiyordum.

     Sabah namazı vakti girdiğinde mescide gittiğimi, abdest alıp namaz kıldığımı görünce beni daha çok sevmeye başladı. Kendisi namaz kılmıyordu; ama namaz kıldığım için bana olan sevgisi nerdeyse ona katlanmıştı.

     Sabah olunca beni KTÜ minübüslerine bineceğim yere götürdü; sarılıp öptü ve “Hadi Allâh’a emanet ol yeğenim. Dediğim gibi, Akçaabat’a uğrayıp orda köfte yemeden sakın dönme, tamam mı? Çok meşhurdur Akçaabat’ın köftesi” dedi.

     O iyi kalpli adamı hiçbir zaman unutmam mümkün değil. Karadeniz insanının nasıl mert ve dostça bir karaktere sahip olduğunu o insandan öğrendim. Bu düşüncemde şimdiye kadar hiçbir değişiklik de olmadı. Birtakım kendini bilmezler yüzünden tüm bir halkı mâhkum eden ve onlara toptan düşman olan bir bakış açısına sahip değilim. İçlerinden birkaç kişi bana düşmanlık yapıyor diye benim onların sillesine mi düşman olmam gerekiyor? Öyle olsaydı, en başta kendi yöreme düşman olmam gerekirdi.

     Karadeniz bölgesini ilçe ilçe dolaştım. “Adını Arayan Coğrafya” çalışmamın Karadeniz günleriyle ilgili o kadar çok ânım, o kadar güzel hatırâlarım var ki, anlatması da birbuçuk ay sürer.

     “Adını Arayan Coğrafya” sürecinde, Karadeniz’den dolayı iki defa büyük şaşkınlık yaşadım:

     Birincisi, az önce de belirttiğim gibi, ben bu çalışmaya başladığımda bu asimilasyon politikasının sadece Kürt köyleriyle sınırlı olduğunu sanıyordum. Sonra Karadeniz’deki yerleşim birimlerinin de aynı uyduruk Türkçe isimlerle “şereflendiklerini” (!) öğrenince büsbütün şaşkına dönmüş, bunun üzerine Karadeniz’e de gitmeye karar vermiştim.

     İkincisi, Karadeniz’e korkarak gitmiştim açıkçası. Fakat orada karşılaştığım manzara, beni büsbütün dumura uğrattı. Trabzon’un bütün ilçelerine gittim, Rize’nin bütün ilçelerine gittim, Artvin’in, Giresun’un, Ordu’nun. Ve şunu gördüm: Karadeniz insanı, aynı şekilde köylerini ve ilçelerini hâlâ eski isimleriyle anıyordu ve onların eski isimlerini, Kürtler’in kendi köyleri için istediğinden daha fazla istiyordu.

     Millîyetçilik hastalığının fazlaca tesirinde kalmış olan ve her tür hak talebine “bölücülük” yaftası yapıştıran bu insanlar, konu yerleşim birimlerinin eski isimleri olduğunda herkesten daha fazla “bölücü” idiler.

     Sayın Başbakanım;

     Onlarca ilçeyi gezdim Karadeniz’de, yüzlerce insanla konuştum. Elâzığlı ve Kürt olduğumu söylüyorum, Diyarbakır’da yaşadığımı söylüyorum, böyle bir kitap yazmak için çalıştığımı söylüyorum; buna rağmen bir tane bile olsun olumsuz bir olayla karşılaşmadım. Aksine, bu konuda bu bölgenin Kürtler’den daha fazla hevesli ve istekli olduğunu hayretler içinde kalarak gözlemledim. Bir tanesi de çıkıp bana, “Kardeşim sen ne yapıyorsun? Bu çalışmayı yapmaktaki gayen ne? Hangi dış güçlerin maşasısın?” diye sormadı.

     “Beni sağ komazlar” diye korkarak geldiğim Karadeniz’de, Güneydoğu’dan daha rahat çalışıyordum üstelik. Çünkü hem buranın halkı da istiyor köylerin eski isimlerini, hem de burada terör olayları yok; bir yerden diğer bir yere rahat yolculuk yapıyordum, yolum ne özel timler tarafından kesiliyordu, ne de örgüt tarafından.

     En güzeli de Rize’nin bir ilçesinde yaşadığım olaydı. Minibüsten iner inmez bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başlamıştı. Kendimi bir çay ocağına zor attım. Orada sıcak çay ısmarladım; sonra ordaki insanlara bahsettim çalışmadan. Defteri kalemi çıkarıp masanın üstüne koyduğumda hepsi başıma toplandı. Herkes tek tek sıralıyordu köylerin eski isimlerini; beri yandan kimi habire biten çayımı tazeliyor, kimi de havlu almış arkamdan başımı kurutmaya ve beni sıcak tutmaya çalışıyordu. Önümdeki defteri kontrol ediyorlar ve “Olmadı, bu köyü en başa yazacaksın, çünkü benim köyümdür” diyorlardı. Sırılsıklam olmuştum yağmurdan ama öyle eğlenceliydi ki, hissetmiyordum bile.

     Yaşadıklarıma, gördüklerime inanamıyordum. Kimse Düzköy demiyordu, herkesHaçka diyordu. Kimse Çaykara demiyordu, herkes Kadahor diyordu. Kimse Köprübaşıdemiyordu, herkes Ruzar diyordu. Çayeli ne kardeşim, oranın ismi MampavriGüneysune kardeşim, oranın ismi Potamya. Kim demiş burası Perşembe diye, ağzına acı biber sürerim, burası Vona hemşehrim, Vona. Kim uydurdu bu Perşembe ismini yaa, biz yüzyıllardır buraya Vona diyoruz. Bak türküsü bile var:

     “Akşam oldi yanayi da Vona’nun işiklari,
     Akşam oldi yanayi da Vona’nun işiklari,
     Öldürüyi adami da kibar konuşuklari,
     Öldürüyi adami da kibar konuşuklari.

     Oy kemençe kemençe da, nerdeyidun dün gece,
     Oy kemençe kemençe da, nerdeyidun dün gece,
     Atar kirarum seni de, eğlencesun eğlence,
     Atar kirarum seni de, eğlencesun eğlence.

     Finduk toplayan kizlar uy, finduk dalda kalmasın,
     Finduk toplayan kizlar uy, finduk dalda kalmasın,
     Gel seni bir öpeyim da bende hakkın kalmasın,
     Gel seni bir öpeyim da bende hakkın kalmasın.

     Oy bağlamam bağlamam da zerdali dali misun,
     Oy bağlamam bağlamam da zerdali dali misun,
     Garip garip çalarsun da benden sevdali misun,
     Garip garip çalarsun da benden sevdali misun.”

     Sayın Başbakanım;

     Hatırlarsanız, 2009 yılında Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah GülNorşîn’e gitti ve oraya “Norşîn” dedi. MHP lideri Devlet Bahçeli çok sert tepki gösterdi ve SevgiliAbdullah Gül’e “Bizans tekfuru” diyerek hakaret etti. Hatta sizin memleketiniz olan Rize’nin Güneysu (Potamya) ilçesinden hareketle size de “Potamyalı Erdoğan” dedi. Ardından siz memleketiniz Güneysu’ya gittiniz ve orada halk tarafından “Potamya seninle gurur duyuyor” tezahüratlarıyla karşılandınız. Bu olay tüm Türkiye’yi şaşkınlığa uğrattı, çünkü Karadeniz’de böyle bir çıkış, hiç kimsenin düşünemeyeceği bir olaydı.

     “Potamya seninle gurur duyuyor” tezahüratlarına tüm Türkiye şaşırdı ama bir tek ben şaşırmamıştım, Sayın Başbakanım. Çünkü Karadeniz insanının bu konuda ne kadar hevesli olduğunu yakinen biliyordum. O insanlarla az mı oturup köylerin eski isimlerini deftere yazdık?!

     Sayın Başbakanım;

     2 Ocak 2011 tarihinde yer isimleri için “Masa-yı Esma” (İsimler Masası) adlı bir masa kurduk ve “Bütün İsimlerimizi Geri İstiyoruz” adlı bir girişimin temelini attık, imza kampanyası başlattık. Allâh-û Teâlâ hepsinden razı olsun, onlarca dernek ve STK’nın desteğini aldık. Yüzlerce değerli aydın, akademisyen ve sanatçı da imzalarıyla desteklerini gösterdiler.  

     Türkiye’de böyle imza kampanyaları düzenleyerek, yurttaşlardan imza toplayarak herhangi bir adaletsizliğin önüne geçmek, “nehy-i anil münker” (kötülüğü defetmek) ne yazık ki mümkün değildir. Gelişmiş toplumlarda bu mümkündür. Örneğin İsviçre’de bir imza kampanyası düzenleyerek anayasa maddelerine müdahale etme güç ve imkânınız bile vardır.

     Parlamenter demokrasinin vazgeçilmez öğeleri olan yerel meclisler ve konseyler de bulunduğundan (aslında bizdeki bir siyasî partinin seslendirdiği şey de tam olarak budur; fakat konumuz bu değil) kimi zaman bu sistem “yarı – doğrudan sistem” olarak da adlandırılır. İsviçre’deki doğrudan demokrasinin federal düzeydeki araçları “halkın hakları” denilen “anayasal girişim” ve “referandumlar”dır. Kantonlar ve belediyeler düzeyinde de bu haklar daha geniş ve farklı olarak uygulanmaktadır.

     Meclis tarafından onaylanmış bir yasanın geçerliliğini sorgulamak isteyen bir grup yurttaş, eğer yasanın çıkmasından sonraki 100 gün (3 ay) içinde yasaya karşı 50 bin imza toplayabilirlerse, federal bir referandum isteğinde bulunabilirler (İsviçre’deki son “Minare” olayı da dîn ve ibadet özgürlüğüne aykırı olmasına rağmen, devletin referanduma izin vermek zorunda kalmasının sebebi buydu). Bu durumda yasanın kabulü ya da reddi için ulusal düzeyde ve basit çoğunluk ile karar verilen bir oylama yapılır. Federal bir yasaya karşı da sekiz kanton birleşerek referandum isteğinde bulunabilir.

     Bir an için, bu sistemin Türkiye’de var olduğunu varsayınız: Doğu’dan 3, İç Anadolu’dan 3 ve Karadeniz’den de 2 vilayet birleşip anayasadaki “Laiklik” ilkesini referanduma götürebilir; ya da Doğu’daki 8 vilayet “Devletin resmî dili Türkçe’dir” maddesini referanduma götürebilir.

     Benzer şekilde, yurttaşlar, bir anayasal değişikliği 18 aylık bir süre içinde destekleyen 100 bin imzaya ulaşabilirlerse, federal “anayasal girişim” ile ulusal oylamaya gidebilirler.

     İsviçre’de beğenmediğiniz bir yasa / kanun / uygulama hakkında 100 bin imza toplayabilirseniz, onu referanduma götürebiliyor, yapılan referandumda da % 50, 01 oy alabilirseniz istediğiniz yasayı / kanunu / uygulamayı değiştirebiliyorsunuz. Bunun için ne hukukçu olmanıza gerek var ne de siyasetçi. Sıradan bir vatandaş olarak bunu yapma gücünüz bulunuyor.

     Türkiye’de böyle bir sistem bulunmuyor. İmza kampanyaları düzenleyerek, insanlardan imza toplayarak bir konuyu “sadece gündemleştirebilirsiniz”, kamuoyunun gündemine sokabilirsiniz. Ama o adaletsizliği / kötülüğü imza toplayarak önleme şansınız yok.

     Daha önceki yıllarda “başörtü özgürlüğü” için 2 milyon imza toplanmıştı. Yasak kalkmadı. Ülkemizin bu gerçeği ortadayken, bizler birkaç bin imza toplayarak 12 bin 211 coğrafî ismi geri alamayacağımızı zaten biliyorduk. Amacımız, konuyu gündemleştirmek, ülkenin böyle bir gerçeğinin olduğundan kamuoyunu haberdar etmek, haberdar olanların da konuya daha bir vakıf olmalarını sağlamaktı. Bu açıdan, amacımıza ulaştık diyebilirim, elhamdulillâh.

     Sayın Başbakanım;

     Ay sonunda açıklanacak olan “Demokratikleşme Paketi”yle ilgili kimi zaman dışarıya sızan haberleri (veya beklentileri, spekülasyonları) yazılı ve görsel medyadan takip ediyoruz. Medyaya sızan bu söylentiler arasından en çok dikkatimi çeken, tahmin edeceğiniz üzere Tunceli’nin adının tekrar Dersim yapılacağı ve bunu da sizin tarafınızdan açıklanacağı söylentisidir.

     Ancak ortada ahlakî olmayan ve hatta vicdan sahibi her insanı yaralayan şöyle bir durum var ki, partiniz, milletvekilleriniz ve size yakın olan medya organları bu olayı “büyük bir lütûf” imiş gibi sunmaktadırlar.

     Sayın Başbakanım;

     Yukarıda genel hatlarıyla aktar(maya çalış)dığım bilgilerden de görüleceği üzere, bu konu bu kadar basite indirgenecek, sadece Dersim’le Norşîn’le, sadece bir – iki isimle izah edilecek bir konu değildir.

     12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin isimden bahsediyoruz, Sayın Başbakanım.

     28 bin isim masa başında, halkın rızası alınmadan, zorla, zorbalıkla değiştirilecek, siz de bu 28 bin isimden bir- iki tanesini iade edeceksiniz, milletvekilleriniz ve size yakın medya da bizden bunun “adaletin tecellisi” olduğuna inanmamızı isteyecek...?

     Böyle bir “adalet” (!) hangi dînde, hangi kitapta, hangi medeniyette vardır, Sayın Başbakanım?

    Bir de diyorsunuz ki, “Eğer bir beldenin halkı talepte bulunursa, o beldenin isminin değiştirilmesini sağlayabilir.” Sizce bu da normal mi, hakikaten?

     O beldelerin isimleri, elinde güç olan üç – beş paşa tarafından zorla değiştirilip onlara masa başında uyduruk isimler verilirken o halkların rızası mı alındı ki, oylama mı yapıldı veya halk dilekçe yazıp “Ne olur gelin bizi asimile edin” diye devletten talepte mi bulundu ki, sıra gaspedilmiş isimlerin iadesine, yani adaletin tecellisine gelince böyle bir şeyi şart koşuyorsunuz?

     Bir hakkı gaspederken talep şartı arama, keyfince davran, ama sıra gaspedilmiş o hakkın iadesine gelince talep, dilekçe gibi şartlar ara! Bu mudur yani adalet anlayışınız? Başında bulunduğunuz partinin isminin de ilk kelimesi olan “Adalet”, sizin vicdanınızda bu şekilde mi işliyor?

     Üstelik aradan yıllar geçmiş, bunca zaman geçmiş, nesiller değişmiş...

     Hayır, Sayın Başbakanım, hayır! Yapılması gereken, hiçbir şekilde vakit kaybetmeksizin ve spekülasyon / tartışma konusu da yapılmaksızın, gaspedilmiş olan tüm isimlerin derhal iade edilmesidir! Hem de hemen...

     Kürtçe, Arapça, Ermenîce, Gürcüce, Lazca, Çerkesçe; hepsini üstelik...

     Sayın Başbakanım;

     12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin ismin zorla, zorbaca değiştirilmesinden bahsediyoruz. Yaşadığımız coğrafyada “Türk, Türkçe ve Türklük” dışında ne varsa herşeyi tamamen haritadan silmeye ve ortadan kaldırmaya yönelik sistematik bir asimilasyon politikasından, toprağa ve dile yönelik bir soykırımdan bahsediyoruz.

     Bu bir kültür soykırımıdır; tarih soykırımıdır, toprak soykırımıdır, dil soykırımıdır. Kimlik soykırımıdır.

     Bir ülke düşünün ki, oradaki şehir ve köy isimlerinin yarısı uydurmadır. Bir paşa tarafından veya ellerinde güç olan üç beş kişi tarafından masa başında uydurulmuştur.

     Bir ülke düşünün ki, oradaki binlerce yerleşim biriminin gerçek ismi başka, resmîyetteki ismi başkadır.

     Bir ülke düşünün ki, o ülkenin milyonlarca vatandaşı kendi köyünün resmî ismini bilmemektedir.

     Bir ülke düşünün ki, o ülkenin yollarında aracınızla seyrederken karşınıza çıkan tüm trafik levhaları size yalan söylemektedirler.

     Bu bir insanlık ayıbıdır, ülkemiz için bir utançtır. Hepimiz için bir utançtır bu. Bu insan onur ve haysiyetinin ayaklar altına alınmasıdır! Bir insanlık suçudur.

     Bunun insanlık tarihinde, dünya tarihinde ikinci bir örneği yoktur, olmamıştır.

     Bu utanç, aynı zamanda, hiç abartmasız, hak ve adalet mefhumundan uzaklaşmamış, vicdanı körelip kararmamış, erdem ve fazilet melekelerini yitirmemiş herkesin rahatlıkla kabul edeceği üzere, Kızılderili soykırımı ve Afrika’daki “insan ticareti”nden sonra, insanlık tarihinin en yüzkızartıcı 3. büyük suçudur. Tarihin en büyük 3. soykırımıdır.

     Bu zûlme karşı çıkmak, köylerin ve şehirlerin gerçek isimlerini geri istemek için, illâ da belli bir kavme veya dünya görüşüne mensub olmak gerekmiyor.

     İnsan olmak yeterlidir.

     Üzerinde yaşadığımız coğrafyada, ülkemizde, gerçek ismi yok edilmiş ve uydurma bir isim taşıyan binlerce yerleşim birimi, bu da demektir ki, üzerinde sahte bir isim yazılı olan yüzbinlerce trafik levhası ve yol işareti varken, konuşacağımız başka hiçbir konunun ehemmiyeti yoktur; meşgul olacağımız her türlü gündem, sunî bir gündem olacaktır.

     Üzerinde uyduruk isimler yazılı yüzbinlerce trafik levhasının dikili olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Nüfûs cüzdanındaki “Doğum Yeri” ibaresinde uydurma bir isim olan milyonlarca vatandaşı olan bir ülkede yaşıyoruz.

     Böyle bir gerçeğimiz varken, üzerinde konuştuğumuz ve hakkında tartıştığımız her türlü gündem yapaydır, sunîdir, anlamsızdır.

     Sahte bir isimle yaşanan hayat da ancak sahte bir hayat olur.

     Bizler şehirlerimizin, ilçelerimizin, nahiyelerimizin, köylerimizin, mezrâlarımızın eski gerçek isimlerini geri istiyoruz. Gerçek isimlerine “eski isimler” derken bile yanlış konuşuyoruz, içimiz sızlıyor; çünkü biz hâlâ günlük hayatımızda bu isimleri kullanıyoruz. Halkımız köylerinin “yeni” isimlerini dahi bilmemektedir. Çünkü kendisi vermemiştir o ismi köyüne. Ellerinde güç olan birileri zorla vermiştir, onun rızâsı olmadan.

     Bizler, bu ülkenin tüm aydın ve onurlu insanlarını, erdem ve fazilet sahibi bireylerini, ister Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Ermenî, Arap veya Gürcü olsun, Alevî veya Sünnî olsun, ister İslamcı, liberal veya sosyalist olsun, bu ülkenin tüm yurttaşlarını, özgürlük, ilerleme ve aydınlık yarınlardan yana olan tüm yurttaşlarını, yaşadığımız coğrafyada egemen olan şoven siyasanın yüz yıla yakın bir zamandır bizlere yaşattığı bu utanca son vermek için sorumluluk almaya çağırıyoruz.

     Bizler, doğup büyüdüğümüz köylerimizin, çocukluğumuzun geçtiği ilçelerimizin, bazen sevgiyi paylaşarak bazen de kavga ederek büyümeyi öğrendiğimiz şehirlerimizin, bir şiirin mısrâları gibi akan nehirlerimizin, şarkılarımıza ilhâm kaynağı olan yaylalarımızın, ağıtlarımıza işleyen dağlarımızın gerçek isimlerine yeniden kavuşmasını arzuluyoruz.

     Yeşiliyle, mavisiyle, turuncusuyla, eflâtunuyla, gönlümüzdeki sevgiliye benzettiğimiz, akan her damla suyuna, tohum ektiğimiz her karış toprağına, kırlarında açan her çiçeğine, meyvâ veren ağaçlarının her yaprağına, insanlarına, hayvanlarına, bitkilerine, göllerine, akarsularına, derelerine, şelâlelerine, dağlarına, yaylalarına, mütevazi evlerimizi bembeyaz bir örtü altında bırakan karına, çocuklarımızın kadife saçlarını ıslatan yağmuruna, kızkardeşlerimizin yazmalarını dalgalandıran rüzgârına, yaşlılarımızın üretken ellerini nasırlaştıran toprağına, kışına ve yazına, baharına ve güzüne, güneşine, bulutuna, ayına, yıldızlarına, gecelerine ve gündüzlerine iflâh olmaz bir aşkla sevdâlandığımız coğrafyamızın kadim isimlerine, âzîz ve cefakâr milletimizin halen günlük yaşamında kullanmaya devam ettiği gerçek isimlerine yeniden kavuşmasını istiyoruz.

     Elbette bizler de etten ve kemikten oluşmuş insanlarız. Hatalarımızla ve katkılarımızla, eksikliklerimizle ve güzelliklerimizle, günâhlarımızla ve sevablarımızla, bizler de bu ülkenin yurttaşlarıyız. Bu toprakların çocuklarıyız.

     Bizler de her insan evlâdı gibi bir dünya görüşüne, bir inanç ve düşünceye aitiz, bir siyasî çizgiye sahibiz. İnançlarımıza uygun olarak bugüne dek şerefle yaşadık ve bundan sonra da yaşamaya devam edeceğiz.

     Bizler de bazı şeyleri çok seviyor, bazı şeylerden nefret ediyoruz. Bizler de bazı durumlar karşısında mutlu oluyor, bazı durumlar karşısında üzülüyoruz.

     Fakat bizler bu mücadeleyi her türlü siyasî ve ideolojik çizgiden azade kılıyor, tamamen fıtrî ve insanî bir konu olarak görüyoruz.

     Fakat bizler bu çağrıyı salt “aynı duygu ve düşünceleri taşıdığımız” insanlara değil, “aynı kaygıları paylaştığımız” herkese yapıyoruz.

     “Ey Sünnîler, Ey Alevîler, Ey Kürtler, Ey Türkler, Ey Lazlar, Ey Ermenîler, Ey Gürcüler, Ey Süryanîler, Ey Çerkesler” şeklinde değildir çağrımız.

     “Ey İnsanlar” diyerek sesleniyoruz. Çünkü bu konu, “insanlık suçu” kapsamına giriyor. Bu bir soykırımdır.

     Sayın Başbakanım;

     Gelin, bu kültür soykırımına, insanlık tarihinin en yüzkızartıcı 3. büyük suçu olan bu utanca elbirliğiyle son verelim. Köylerimizin, kentlerimizin gerçek isimlerini iade edelim.

     Siz, “Şehir ve köy isimlerinin yarısının uydurma olduğu bir ülkenin başbakanı”olmayı, daha ne zamana kadar kabulleneceksiniz? Bunu hem bir Müslüman olarak, hem Medeniyetler İttifakı’nın eşbaşkanı olarak, hem de Cumhuriyet tarihinin en cesur demokratik adımlarını atmış bir hükûmetin başbakanı olarak, gerçekten kendinize yakıştırabiliyor musunuz?

     Bunu içinize sindirebiliyor musunuz?

     Siz gittiğiniz her yerde, bulunduğunuz her ortamda adaletten ve barıştan, insanlıktan ve kardeşlikten bahsediyor, attığınız demokratikleşme adımlarını ve ülkeye yaptığınız hizmetleri göğsünüzü gere gere anlatıyorsunuz.

     Bütün bu söylediklerinizde / anlattıklarınızda yüzde yüz haklı olsanız bile, bu sizin “Şehir ve köy isimlerinin yarısının uydurma olduğu bir ülkenin başbakanı” olduğunuz gerçeğini değiştirebilir mi?

     “Şehir ve köy isimlerinin yarısının uydurma olduğu bir ülkenin başbakanı” olmanın utancını daha ne zamana kadar taşıyacaksınız?

     Asla ve asla sizden ve AK Parti’den kaynaklanmayan, sizden önceki laik – kemalist, CHP ve askerî darbe rejimlerinin ürünü olan ve fakat 11 yıldır iktidarda ve şu anda başbakan olduğunuz için sizin sırtınıza binmiş olan bu ağırlığı, bu utanç yükünü, sırtınızdan atmayı hiç mi düşünmüyorsunuz, hakikaten?

     Siz ülkeye istediğiniz kadar hizmet edin, istediğiniz kadar demokratikleşme atılımları yapın, sırtınızdaki “Şehir ve köy isimlerinin yarısının uydurma olduğu bir ülkenin başbakanı” olmak utancı öylece durduğu sürece bunların hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayacaktır.

     Sizi sevmemiz, ülkemize ve milletimize yaptığınız hizmetleri takdir etmemiz ayrı bir konudur. Velâkin bu ve bunun gibi hiçbir şey, sizin “Şehir ve köy isimlerinin yarısının uydurma olduğu bir ülkenin başbakanı” olduğunuz gerçeğini değiştirmeyecektir.

     Siz Sayın Erdoğan, siz “Şehir ve köy isimlerinin yarısının uydurma olduğu bir ülkenin başbakanı”sınız!

     Ancak bu utanca son vermek, insanlık tarihinin en büyük 3. soykırımına son vermek için, şu anda elinizde güç ve yetki var.

     Unutmayınız ki, böylesine büyük bir soykırımı, insanlık tarihinin 3. büyük ve yaşadığımız topraklardaki ise en büyük utancı ortadan kaldırmak, bu utanca son vermek için elinizde güç ve yetki olduğu halde bunu yapmazsanız, böyle bir güce ve yetkiye sahip olduğunuz halde bunu hakkın ve adaletin gerçekleşmesi için kullanmazsanız, dünyevî hayatınızı ve siyasî kariyerinizi bilmem ama âhirette bunun hesabını çok zor verirsiniz.

     Âhiret var, Sayın Başbakanım, âhiret var!

     Âhiret var...

     Âhiret var...

     Âhiret var...

     Ve emin olunuz ki, âhiretteki o büyük Hesap Günü’nde yöneticilerin vereceği hesap, bizim gibi sıradan insanların vereceği hesaptan çok daha ağır, çok daha çetin olacaktır.

     Unutmayalım ki, haksızlığa karşı duyarsız kalmak, ona ortak olmaktır. Bu suç sizin ve AK Parti Hükûmeti’nin suçu değildir, ancak eğer elinizde güç olduğu halde bunu ortadan kaldırmaz ve yerleşim birimlerinin eski gerçek isimlerini iade etmezseniz, geçmiş yönetimlerin işlediği bu cürme siz de ortak olacaksınız demektir!...

     Bir zûlmü yaşamaktan daha acı olan, zûlmü kanıksamaktır. Suçun ve utancın içselleştirilmesi, normal görülmesi, suç ve utancın kendisinden daha büyük bir suç, daha büyük bir utançtır.

     Utanmamak, utancın kendisinden daha yüzkızartıcı bir durumdur.

     Allâh’ın selamı, râhmeti ve bereketi adalet için hakkı ayakta tutanların üzerine olsun.

İbrahim Sediyani
“Bütün İsimlerimizi Geri İstiyoruz” Girişimi Sözcüsü
www.ufkumuz.com
- Özgür Bir Ülke, Erdemli Bir Dünya –
 
*****
Van İnsan-Der
Hakkari Özgür Yaşam Derneği
Norşîn Akabe-Der
Erciş Şafak-Der
 

 

     DESTEKLEYEN RESMÎ KURUMLAR

     Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Turizm Dairesi Başkanlığı
     Diyarbakır Sur Belediyesi

     DESTEKLEYEN DERNEK VE KURULUŞLAR

     Mazlum–Der Van Şubesi
     İnsan Hakları Derneği (İHD) Siirt Şubesi
     Özgür–Der Diyarbakır Şubesi
     Hakkari Eğitim ve Kalkındırma Derneği (HEK–DER)
     Bağgöze ve Çevre Köyleri Eğitim Kültür Sanat ve Sosyal Dayanışma Derneği (BAĞÇEV–DER)
     İSHAR
     Van Umut Işığı Derneği
     Van Kardelenler Kadın Derneği
     Van Erdem Derneği
     Van Memur Sendikası
     Hakkari Empati Derneği
     Hakkari Ati Gençlik Derneği
     Hakkari Eğitim Bir–Sen
     Hakkari Memur Sendikası
     Hakkari Toç Bir–Sen
     Hakkari Sağlık Sendikası
     Hakkari Bem Bir–Sen
     Hakkari Diyanet Sendikası
     Hakkari Kültür Sendikası
     Hakkari Bayındırlık Sendikası
     Erdem–Der Malazgirt Şubesi
     Dünya ve Ülkemiz Çocuklarına Sağlık, Eğitim ve Yardım Derneği (ÇOCUK–DER)
     Diyarbakır Özgür Eğitim Sendikası
     Güroymak Genç Girişimciler Derneği
     Özgür–Der Tatvan Şubesi
     Karakoçan Onurlu Bir Yaşam İçin Mazlumlarla Dayanışma Derneği (HAKDER)
     Özgür Eğitim ve Bilim Çalışanları Sendikası
     Özgür Yazarlar Birliği
     Toplumsal Dayanışma Kültür Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği (TOKAD)
     Sapanca Bilgi Eğitim ve Dayanışma Derneği (SABED)
     Siirt Eğitim Sendikası
     Zamanın Zeynebi - Kocaeli Duyarlı Hanımlar Sosyal Yardımlaşma Derneği (ZEYNEP–DER)
     İlke İlim Kültür Dayanışma Derneği (İLKDER)
     Özedönüş Platformu
     Ufuk Kültür ve Eğitim Derneği (UFUKDER)
     Diyarbakır İhvan–Der
     Diyarbakır Gönül Köprüsü Derneği
     Diyarbakır Kültür Sanat Vakfı (DKSV)
     Hak, Adalet ve Hürriyet için Kürdistan İslamî İnisiyatifi (AZADÎ)

     … ve onlarca gazete, dergi, web sitesi ve yayınevi.

     DESTEKLEYEN YURTDIŞINDAKİ DERNEK VE KURULUŞLAR

     Kazakistan Kürtleri Birliği
     Kırgızistan Kürtleri Birliği
     Diplomat Gazetesi (Azerbaycan)

 

     İmza kampanyasına ulaşmak için:

     http://www.ufkumuz.com/imza/

 


Etiketler: ibrahim sediyani

Diğer Basın_Bildirileri haberleri

  • PAYLAŞ

YORUM EKLE

Misafir olarak yorum yapıyorsunuz. Üye Girişi yapın veya Kayıt olun.